DHKP-C'li bir militan vücuduna bağladığı patlayıcıyı infilak ettirdi. Hedef Amerikalılardı ama ölenler değildi. Amacı ne olursa olsun ideolojik gerekçeler masum insanların öldürülmesini haklı çıkartamaz. Öte yandan hiçbir gizli servis, bir ideolojiye kesin bir şekilde bağlanmış bir adamın kendini patlatmasını sağlayamaz. Yataklık eder, para, silah ve patlayıcı temin eder ama militanlar kendilerini patlatmaya kendileri karar verirler. Şiddet ve kendini patlatma motivasyonu örgütün ideolojik söyleminde içkindir.
İllegal bir örgütle sadece polisiye tedbirlerle mücadele edemezsiniz. Feci bir şiddete başvurmanın arkasında, siz nasıl yorumlarsanız yorumlayın, yoğun bir ideolojik adanmışlık ve yoğun bir duygusallık vardır. Militanlar ideolojik ve örgütsel bir katılık içinde şekilleniyorlar. Muhalif protesto eylemleriyle başlayan, kısa süreli hapislerle devam ederek keskinleştiren bir süreçten geçiyorlar. 'Terörle mücadele' konsepti bütün bu boyutları dikkate almadığı takdirde bir örgütü şiddetten arındırmak kolay değildir.
1970'lerde Batı Avrupa'yı sarsan şiddet eylemlerine imza atan 'Beader-Meinhof' gibi örgütler hakkında yüzlerce araştırma yapıldığı ve filmler çekildiği halde bizde bu tür araştırmalar pek yoktur ya da yüzeyseldirler. Oysa DHKP-C'nin tarihi, Mahir Çayan'ların 1960'ların sonlarında kurdukları 'THKP-C'ye kadar gidiyor. Beader –Meinhof'u üreten sebeplerden biri, 1967'de İran Şahı'nın Batı Berlin'i ziyaretini protesto eden gruba polisin sert şekilde müdahale ederek bir öğrenciyi öldürnesiydi. Bir yanlış, başka yanlışlarla beslenerek büyümüştü.
'Kızıl Ordu fraksiyonu' isimli araştırmayı kaleme alan Anne Steiner ve Loic Debray'ın ifade ettikleri gibi, hem polisin sert tutumu, hem medyanın yanlış yaklaşımı, daha önce 'Sosyal Demokrat Parti' içinde kendilerini ifade eden bir öğrenci derneğini radikalleştirmişti. Öğrenciler süreç içerisinde yasallıktan kopmuşlardı. Bu ortamda doğan şiddet yanlısı örgütler Sovyet Rus istihbaratı'nın güdümüne girerek 'Soğuk savaş' politikalarını biçimlendiren 'uluslararası terör ağı'nın parçası olmuşlardı.
Övgüde ve yergide aşırı gitmek
Sevgide, nefrette, övgüde, yergide aşırı gitmek iyi şeyler değil. Yüce Kitabımız da, Sevgili Peygamberimiz de 'öğüt alan kulaklar' için itidali öğütlemiştir. Kavim, aşiret, cemaat, parti aidiyetleri için de geçerlidir bu öğüt. Zira haddini aşan mensubiyet duygusu adaletsizliklere yol açabiliyor. 'Bostan' isimli eserinde Sadi-yi Şirazi, Abbasi Halifesi Me'mun'a atfen 'Kusurumu söylediği için sevdiğim de odur' cümlesini aktarırken bakın neler diyor:
'Bence senin iyiliğini istiyen kimse 'Yolunda şöyle bir diken var' diyendir. Yolunu kaybedene iyi gidiyorsun demek büyük bir cefa, şiddetli bir zulümdür. Kusuru kendisine söylenmiyen adam, bilmezlikle ayıbını hüner sanır. Sukmuniya(acı ilaç) içmesi gereken kimseye, 'Bal tatlıdır, şeker eşsizdir' dememelisin. Vaktiyle 'Şifa mı istiyorsun, acı ilaç iç!' diyen ilaç satıcı ne güzel söylemiş. Eğer faydalı bir şerbet istiyorsan Sadi'den acı nasihat ilacı al. Bu ilaç marifet eleğiyle elenmiş, söz balıyla karıştırılmıştır.'
Alimlerimiz siyaset ahlakı ve ilkelerine dair yazdıkları eserlerde hem müslüman yöneticilerin, bilge adamların ve ariflerin, hem de müslüman olmayan kral ve filozofların vecizelerine, öykülerine yer vermişlerdir. 12. Yüzyıl başlarında yazılmış böyle bir eserde İran'ın adil olarak bilinen eski hükümdarlarından Anuşiravan'dan aktarılan bir vecize şöyledir:
'Anuşiravan'a 'Akıl nedir?' diye sormuşlar, 'Tüm işlerde orta yolu tutabilmektir' cevabını vermiş. 'Aptallık nedir?' sorusuna ise 'Övgü ya da yergide aşırıya dalmaktır' diyerek karşılık vermiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder