11 Aralık 2012 Salı

Sultan Abdülhamid Devri-M. Latif SALİHOĞLU

Sultan Abdülhamid Devri (1)


Harikulâde tevâfuklar

34 yaşında 34'üncü padişah oldu
33 yıl saltanat sürdü; 34'te düşürüldü 76'da tahta geçti, 76'sında  vefât etti

Sultan II. Mahmud'un torunu ve Sultan Abdülmecid'in (Tîrimujgân Kadın Efendi'den) oğlu olan Sultan II. Abdülhamid, Milâdî 1876 senesinde padişah oldu.

Bir tevâfuk eseri olarak, 76 yaşında iken de vefat etti. (10 Şubat 1918)

Yine, tevâfuklar zincirinin bir diğer halkası şudur: Tahta geçtiğinde 34 yaşındaydı, 34. padişah oldu ve saltanatının 34. senesine girerken bir askerî darbe sonucu tahttan indirilmiş oldu.

Nisan 1909'da Hareket Ordusunun kurmay kadrosunu teşkil eden Selânikli subaylar ile "hal kararı"nı tebliğe giden heyetin başındaki Selanik mebusu Yahudi asıllı Emanuel Karasso'nun temsil ettiği "darbe cuntası", Osmanlı tahtından indirdikleri Sultan Abdülhamid'le bir bakıma yer değiştirdi: Padişah Selânik'e gönderilirken, Selânikliler de Padişahın tahtına oturup yetkisini kullanmaya başladı.

Osmanlı tarihinin en hararetli dönemi

Sultan II. Abdülhamid'in tahta geçtiği 1876 senesi, Osmanlı Devleti açısından son derece önemli, hatta bazı hususlarda dönüm noktası teşkil eden bir tarihtir.
Bu meyanda birkaç notayı nazara vermek gerekirse:

1) Aynı yılın Mayıs ayında bir askerî darbe yapıldı. Halife Sultan Abdülaziz Hân tahttan indirildi. Kısa bir süre sonra da, intihar süsü verilerek gaddarca katledildi.

2) Bu son derece ağır ve kasavet verici şartlar altında tahta oturtulan Sultan V. Murad'ın ruh sağlığı bozuldu. Bu haliyle o makamda ancak 93 gün kalabildi. Vefatına kadar da aynı hastalıklı ruh haliyle yaşamaya devam etti.

3) Sultan Abdülhamid, aynı yılın ('76) Ağustos ayı sonunda Osmanlı tahtına oturdu.

4) Bir heyet tarafından hazırlanan Kànun–i Esâsî (ilk Anayasa) kabul edildi.

5) Meşrûtiyet ilân edildi. İki meclisli (âyân ve mebûsân) parlamento açıldı ve—kısa ömürlü—I. Meşrûtiyet dönemi böylece başlamış oldu.

Padişah'ın şahsî hayatı

Kiminin "Kızıl Sultan", kimininse "Ulu Hakan" diye yâdettiği 34. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül 1842'de dünyaya geldi. 

Babası Sultan Abdülmecid, amcası ise, darbecilerin zulmüne mâruz kalmış olan Sultan Abdülaziz'dir.

10 yaşında iken annesi Tirimujgan Sultanı kaybetti. Amcası Sultan Abdülaziz'in 1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatine katıldı. 9 sene sonra ise (1876), amcasının hem tahttan indirilmesi, hem de şüpheli/şaibeli şekilde katledilmesi hadisesinin acısını, ateşini ruhunda, vicdanında yakînen hissetti.
Ayrıca, ruhî buhran geçiren büyük kardeşi V. Murat'ın kısa süreli saltanatına da şahit olduktan sonra, 31 Ağustos 1876'da Osmanlı tahtına geçerek padişah oldu. 

Aynı sene içinde Meşrûtiyetin ilânına imza koydu; ancak, bir sene sonra (1877) patlak veren "93 Harbi", hemen her şeyin değişmesine sebebiyet verdi.

Kısaca, tayinle gelen ve ciddî bir fonksiyon icra etmeyen Ayan Meclisi dışındaki hemen her yeni kuruluşun kaldırılması cihetine gidildi; adeta her şey eski vaziyetine döndürülmüş oldu. Yani, anayasa askıya alındı, meclis kapatıldı, dolayısıyla I. Meşrûtiyet lağvedilmiş oldu. 
1878'de son şeklini alan bu siyasî ve hukukî tablo, tam 30 sene müddetle aynı minval üzere devam edip gitti.

Kısa ömürlü ilk Meşrûtiyet tecrübesi

Devlet merkezindeki kanlı saldırılar ve hariçte yaşanan büyük idarî zaaflar, Ahrar–ı Osmaniye denilen hamiyetli zatları harekete geçirdi.

Bunlar, aynı zamanda hürriyet ve meşrûtiyet meselesinde fikir öncüleri sayılır. Namık Kemâl, bu fikir öncülerinin en parlak şahsiyetlerinden biridir.

Evet, Namık Kemâl ve yakın dâvâ arkadaşlarının (Yeni Osmanlıların) düşündükleri ve hayata ikame etmek istedikleri çare, sistemin temel taşları olarak inandıkları hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet mekanizmasının hakkıyla oturtulmasıydı. 

Bunlar hayata geçirildiği takdirde, Osmanlı'daki monarşik devlet sisteminin yıkılmasından dolayı herhangi bir korku ve endişe içine girmeye gerek kalmazdı. 

Büyük bir azim ve irade ile sürdürülen gayretler, 1876'da nihayet semeresini verdi: Meşrûtiyet ilân edildi, Anayasa kabul gördü (23 Aralık) ve parlamenter sistem böylelikle hayata geçirilmiş oldu.
Meclis–i Mebusan'ın ilk toplantısı 19 Mart 1877'de Dolmabahçe'deki Muayede Salonunda yapıldı.
Sultan Abdülhamid de bu açılışta hazır bulundu. Meclis'te, evvelâ Padişahın nutku dokundu, ardından duâlar edildi ve hemen çalışmalara başlandı.
* * *
Meşrûtiyetin ilânıyla birlikte açılan Meclis–i Mebusana gelecek üyeler için, bugünkü mânâda bir seçim yapılmadı.

Zaman darlığı ve şartların zorluğu dolayısıyla, bir cihette zaten seçilmiş kimselerin ağırlıkta olduğu sancak ve vilayet meclisinin üyeleri, mebus adaylarını belirlemek durumunda kaldı.
Bu sûretle, ülke genelinde tesbit edilen yüz otuz merkezinden mebuslar seçilerek İstanbul'a gönderildi.

Gelenlerin sayısı tam olarak 130'a varmadığı görüldü. Ancak, oran itibariyle, mebusların 70 kadarı Müslüman ve 46'sının da gayrı müslim üyeler olduğu ortaya çıktı.

Bu arada, sadece İstanbul'a mahsus olmak üzere bir seçim sisteminin uygulandığı bilgisini de aktarmış olalım. İki kademeli olarak işletilen bu sistem, ülke genelinde tatbik olunandan daha demokratik sayılır. Erkek vatandaşların neredeyse tamamı bu iki dereceli seçimde bir şekilde tercihini ortaya koyma imkânını buldu.

İki Meclisli Meşrûtî sistem

Birinci Meşrûtiyetin ilânıyla birlikte, iki meclisli sistem de eşzamanlı olarak kabul edildi.
Bunlardan birine Meclis–i Mebusan, diğerine de Meclis–i Âyan ismi verildi.
Bu iki meclisin müşterek ismi ise "Meclis–i Umumî" oldu.

Mahallî parlamento (yerel meclis) niteliği taşıyan Vilayet ve Sancak heyetlerinin, aday üyelerden birini seçmesiyle teşkil olunan 130 kontenjanlı Meclis–i Mebusan'ın bugünkü karşılığı Millet Meclisidir. Her bir mebus, yaklaşık 50 bin Osmanlı vatandaşını temsil etmiş oluyordu.

Padişah tarafından atanan 40 kontenjanlı Meclis–i Âyan'ın günümüzdeki karşılığı ise Senato Meclisidir. Bu meclisin üyelerine de "senatör" denilmektedir.

Osmanlı senatörlerinin toplamı, mebus sayısının üçte biri kadar olacak şekilde plânlanmıştı.
(I. Meşrûtiyet askıya alındığında bile varlığı bir şekilde devam eden bu Meclis, halen bazı demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de 1960–80 yılları arasında var olmuş, ancak darbeden sonra kaldırılmıştır. Öyle ki, 12 Eylül Darbesinin yapıldığı esnada, İhsan Sabri Çağlayangil Senato Meclisi Başkanıydı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı görevini vekâleten yürütmekteydi.)

Sultan Abdülhamid Devri (2)

Meclis üyeleri ve yemin metni

Bundan 135 sene öneceki yemin metni, bugün Meclis'te okunan yemin metninden bir hayli farklıydı.

İlk Meşrûtiyetin ilânından sonra teşkil edilen gerek Meclis–i Âyan ve gerekse Meclis–i Mebûsan, hiçbir dönemde tam kadro halinde çalışmadı, çalışamadı. Çeşitli sebeplerle, üyelerin bir kısmı atanamadı, seçilemedi veya seçildiği halde memleketini bırakıp İstanbul'e gelmedi, yahut gelemedi.

Meselâ, 1876'da kabul edilen 130 kontenjanlı Meclis–i Mebusan'ın ancak 115 üyesi parlamentoda yer alırken, 40 kontenjanlı Meclis–i Âyan'a atanan üyelerin sayısı ise genellikle 30 rakamının altında kalmış görünüyor.

 Öte yandan, ilk başkanlığını Ahmed Vefik Paşanın yapmış olduğu Meclis–i Mebusana seçilen üyeler, o tarihte göreve başlamadan önce, Kur'ân–ı Kerim'e el basarak şu meâldeki yemin metnini okumak mecburiyetindeydi:"Pâdişâhıma, vatanıma ve Kànûn–i Esâsî hükümlerine, bana verilmiş olan vazifeye hürmet gösterip, aksine hareket etmekten sakınacağıma yemîn ederim.”

Aynı yemin metni, ilk başkanlığını Server Paşanın yaptığı Meclis–i Âyan üyeleri için de geçerliydi.

Mebusların yemin metni zamanla kısmî değişikliğe uğrayarak geldi; ancak, bugünkü Millet Meclisi'nde okunan aşağıdaki tarzda bir yemin metnine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlamak mümkün değil: "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adâlet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim."

Hiç biri için referandum yapılmamış olan "ilke ve inkılâp"ların, temel insan hak ve hürriyetleriyle nasıl bağdaşabildiğine dair, bugüne kadar hiç kimse çıkıp da akla, vicdana sığacak ve hukuk temeline oturtacak tarzda bir izâhatta bulunabilmiş değil.

Çoğu yerde zıtlaşan bu iki kavram için de aynı şekilde namus ve şeref üzerine yemin edilmesi, doğrusu tam bir "yaman çelişki" görüntüsü veriyor.

Nâzenin Meşrûtiyetin başına gelenler

1876 Türkiye'sinde şekillenen Meşrûtiyet tablosu, her şeye rağmen yine de sevindirici, memnuniyet vericiydi.

Ne var ki, bilhassa hamiyet sahiplerini sevince gark eden bu mutlu tablo, fazla uzun sürmedi. 93 Harbi denilen Osmanlı–Rus Savaşı (1877–78) dolayısıyla, herşey değişti ve yeniden "eski hâl"e dönüş yapılmak durumunda kalındı.

 Sultan II. Abdülhamid, Meclis'teki bazı nahoş hallerden duyduğu rahatsızlık ve bilhassa 1877'de patlak veren "93 Harbi" sebebiyle, Meclis'i kapattığını ve Meşrûtiyet sistemini askıya aldığını ilân etti.

Şüphesiz, hürriyet ve meşrûtiyete inananların mücadelesi de olduğu yerde kalmadı; imkânlar nisbetinde olanca hızıyla devam etti.

Ne var ki, bu mücadele—hafif istibdat sebebiyle—dahilden ziyade hudut haricinde sürdürülmeye çalışıldı.

Evet, Meşrûtî sistem, bütün mücadelelere rağmen, yine de 30 yıl müddetle askıda kalmaya devam etti. Tâ ki, 1908'e gelinceye kadar...

Temmuz 1908'de Meşrûtiyet, hürriyetle birlikte yeniden ilân edildi.
Gerek devlet merkezi olan İstanbul'da ve gerekse taşradaki merkezlerde, tam bir şenlik, bir bayram havası meydana geldi.

Ne yazık ki, bu coşkulu hava da uzun sürmedi.
Herşey yoluna girdi, herşey güzel bir seyir takip ediyor derken, âniden bir kargaşa daha başgösterdi ki, bunun hakiki mahiyeti halen de vuzûha kavuşturulabilmiş değil.

13 Nisan 1909'da İstanbul'u kana bulayan ve sokakları, meydanları kaotik bir atmosfere döndüren "31 Mart Vak'ası", dehşet verici bir cuntacı darbeye bahane teşkil edip zemin hazırlamış oldu.

"Hareket Ordusu" ismini alan ve bambaşka bir şekle bürünen Selanik merkezli Üçüncü Ordu, gözünü tam mânâsıyla karartmış bir şekilde İstanbul üzerine yürüdü.

Bu ordunun kurmay kadrosundaki subayların tamamı Selânik kökenliydi.
Mahmut Şevket Paşa ise, bilâhare ve hatta ordunun İstanbul'a yaklaştığı sırada (Yeşilköy yakınlarında) getirilip hareketin başına adeta monte edildi.

Meclis Başkanı Talat Paşa, tam da bu esnada ayağına bir heyet göndererek, Mebusların Hareket Ordusuna bağlılığını bildirdi ve hatta duruma vaziyet etmek üzere bu derme–çatma orduyu şehir merkezine dâvet etti.
Aynı esnada sıkıyönetim ilân edildi. Askerî mahkeme kuruldu. Ahrarlar ile İttihad–ı Muhammedî mensupları tutuklanarak bu mahkemeye sevk edildi.
Neticede, mazlûmlardan onlarca kişi idam edilirken, yüzlercesi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.

Niçin karşı konulmadı?

İstanbul üzerine emirsiz ve izinsiz şekilde gelen Hareket Ordusuna karşı koymak için, Sultan Abdülhamid'in elinde yeterince asker ve mühimmat vardı.

Bilhassa, İstanbul'un ve saltanatın güvenliğini korumak için kışlalarda tutulan tâlimli Avcı Taburları ile Padişahın "Hassa Ordusu", yer yer çapul sürüsünü andıran Hareket Orsuna rahatlıkla karşı koyabilir, onun ileri harekâtını pekâlâ durdurabilirdi.

Hatta, zahirî tabloya göre, İstanbul halkının da hiç hazzetmediği bu Selanik Ordusu darmadağın edilebilirdi.

Sultan Abdülhamid ise, kuvvetle karşı koyma yolunu tercih etmedi ve olup bitenleri adeta bir teslimiyet ve sükûnet–i hâl içinde durup tâkip etti.

Yani, fiilî mânâda herhangi bir harekette bulunmadığı gibi, bulunma niyet ve teşebbüslerine dahi muhalefet etti.

Tarih kaynaklarına ve şimdiye kadar yapılan yorumlara göre, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna karşı gelmemesi ve elindeki askerî kuvvetle mukabele cihetine gitmemesinin birinci ve en büyük gerekçesi şudur: "Askeri birbirine kırdırtmamak ve kardeş kanı akıtmamak..."

Oysa, saltanat ve hakimiyet gerçeği, normalde rekabet, iştirak, ortaklık, müdahale ve mukabil harekete izin vermez.

Padişahların hemen tamamı, kendi tahtını ve saltanat idaresini tehlikede gördüğü anda, elindeki kuvvetleri hiç çekinmeden kullanmış ve mukabil cepheyi çökertme cihetine gitmiştir.

Nitekim, Sultan II. Abdülhamid'in dedesi Sultan II. Mahmud da aynısını yapmış ve meselâ Yeniçeri Ocağını çok kanlı baskınlar sonucu söndürmüştür. Bu ocağa mensup binlerce askeri öldürtmekten, boğdurtmaktan, denize attırmaktan çekinmemiştir.

Demek ki, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusu hakkındaki tavrında "normalin dışında" bir hâl ve durum var ki, benzeri hiç görülmeyen bir muamelede bulunmuştur.
Acaba nedir, bu anormal durum...

Gayr–ı resmî tarih kanalıyla gelen rivâyetlerden biri şöyledir: Çok takvalı bir şahsiyet olan Sultan II. Abdülhamid'in keşif–kerâmet sahibi Şazelî tarikatından bir şeyhi, bir mânevî mürşidi olduğu biliniyor.

Padişah, Hareket Ordusu hakkında mürşidine danışıyor. Bu orduya karşı koyup koymama hususunda, şeyhinin fikir ve kanaatini öğrenmek istiyor.

O mübarek Şazelî şeyhi ise, yapmış olduğu muhavereden sonra "sultan mürid–derviş padişah" makamında gördüğü Sultan Abdülhamid'e şunları söyler: "Selanik'ten gelen bu orduya mukabele etme. Ona galip gelemezsin. Zira, o ordunun içinde Deccal var. Deccal ise, kuvvet yoluyla mağlup edilemez diye rivâyet var."

Şair Rıza Tevfik de, "Sultan Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdat" ile yazdığı o meşhûr şiirin bir kıt'asında, Hareket Ordusunu alkışlayanları "Deccal'a zil çalan böyle milletin..." diyerek, hem bir tılsımı fâş etmiş oluyor, hem de alkışa devam edenlerin ıslâhını gayr–ı kàbil gördüğünü beyan ediyor. 

Sultan Abdülhamid Devri (3)

Yazılı ve şifahî rivâyetler

Sultan Abdülhamid'in Selanik'ten İstanbul'a doğru gelen Hareket Ordusuna niçin mukabele etmediğine dair, hem yazılı, hem de şifahî rivâyetler var.

Yazılı olanı bellidir ve çoğu kimse tarafından az–çok biliniyordur. Özeti şudur: Kardeş kanı dökülmesin, Osmanlı askeri karşı karşıya gelmesin, bir iç çatışma yaşanmasın diye, Sultan Abdülhamid, kendi emri altındaki kuvvetleri harekete geçirmemiş, onlara karşı koymaları için herhangi bir emir vermemiş.

Ne var ki, bu gerekçe inandırıcılıktan ve tatmin etmekten hayli uzaktır. Hiç bir idareci, elinde karşı koyma kuvveti bulunduğu halde, kendi iktidarını hedef alan bir harekete karşı sessiz ve tepkisiz kalmamış ve kalmaz da...

Demek ki, işin içinde bir başka mesele var. Başka mesele ise, daha evvel ifade ettiğimiz, Sultan Abdülhamid'in kendi mânevî mürşidine danışması ve onun tavsiyesi doğrultusunda hareket etmesidir.

Şazelî mürşidi, kendisine "Hareket Ordusuna kuvvetle karşı koyma, onunla harbetme; zira, o ordunun içinde Deccal var" demiştir.

Burada şunu ifade edelim ki: Bu mânâdaki rivâyet, kesinlik kazanmış herhangi bir bilgiye, belgeye dayanıyor değil.

Eldeki yazılı bilgi ve belgeler, hadisenin izahına tam kâfi gelmediği için, şifahî tarikle intikal eden bir mâlumatı, burada bir "kanaat–i kalbiye" neticesi olarak sizlerle paylaşmış olduk. Dayatma, diretme, ısrar yok; kabul edip etmemek tamamıyla serbest.

Öte yandan, âhirzamanın dehşetli şahısları ile kuvvet ve siyaset yoluyla mukabele edilmemesini tavsiye eden sahih hadislerin, kudsî rivâyetleri varlığı kat'idir.

Nitekim, 1923 baharında Ankara'dan ayrılmaya karar veren Üstad Bediüzzaman, bu ayrılmanın sebebini soran yeğeni Abdurrahman'a şu cevabı veriyor: "Bak evlâdım! Kudsî rivâyetlerde, 'O dehşetli şahsın zamanına yetiştiğinizde, ona karşı kuvvetle ve siyasetle mukabele etmeyin’ diye tavsiye ediliyor. Çünkü, o bu cihette kuvvetli olup galebe çalıyor."

Ne Haydo, ne de Haydar Ağa

Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca ifrat ve tefritten kaçınarak "vasat yolu" tercih ettiği gibi, Sultan Abdülhamid devrinde de aynı istikametli çizgiyi takip etmiştir.

Etrafında, özellikle siyâseten aşırı uçlara gidenleri görünce, böylelerine karşı mesafe koyma cihetine gitmiş ve kendi mesleğini "siyasetteki muktesit meslek" tâbiriyle formülize etmiştir.
Bu formülü biraz daha açmak gerekirse...

Muktesit, iktisat mânâsıyla bağlantılı bir tâbirdir. İktisatlı olmak, israf ve cimrilikten kaçınmak; dolayısıyla, ifrat ve tefrite düşmeden "hadd–i vasat" denilen "orta yol"u bulmak, bu yolu benimsemek ve bu vasat çizgiden ayrılmamak demektir. 

Bu tâbirin siyasetteki mânâsı ise, yine ümmetin ekseriyetini temsil eden "vasat yol"dan gitmek, aşırılıklara sapmayan, yani radikalizme düşmeyen, dengeli ve müsbet bir idare tarzını benimsemek ve siyasî mesleğini bu müstakim hat üzere sürdürmeye çalışmak demektir. Ki, Said Nursî de ömrünün sonuna kadar, hiç inhiraf etmeyerek daima bu meslekten gitmiştir. 

Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde siyasette vasatı terk ederek ifrat ve tefrite düşenlere de şahit olduğunu ve kendisinin bu tür kimselerle müşterek hareket etmediğini şu sözleriyle ifade ediyor:
"...Maatteessüf, sû–i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl–i ifrat ve ehl–i tefrite rast geldim.
"Ehli ifratın bir kısmı, Arap'tan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etrâkı (Türkleri) tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl–i kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (1876) olan Kànun–i Esâsîyi ve Hürriyetin ilânını (1908) tekfire delil gösterirdi. Acaba, sâbık istibdadı hürriyet zanneden ve Kànun–i Esâsîye (Anayasaya) itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl–i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır. 

"İkinci kısım olan ehl–i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl–i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır.... Lillahilhamd, tâ o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız (Hürriyeti, Meşrûtiyeti isteyenler) mutekid (itikadlı) Müslümanlardır. 

"Elhasıl: Hükümete hücûm edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi. Ben 'Haydar' derdim; şimdide 'Haydar' diyorum, vesselâm..." (Age, s. 125)

Hürriyetin bedeli: Namık Kemâl'den Said Nursî'ye

Namık Kemâl (1840–88), yıllarca hürriyet, meşrûtiyet ve kànunda hâkimiyet yolunda mücadele etti. Bu dâvânın bayraktarlığını yapmak uğrunda, ömrünün çoğunu sürgünde, hapiste ve zindanlarda geçirdi, Neticede, maksadında bir derece muvaffak oldu. 1876'da I. Meşrûtiyet ilân edilerek Kànun–u Esâsî kabul gördü. 

Bu tarihten 30 sene sonra meydana çıkan Said Nursî de, Kur'ân ve Sünnet prensipleri dahilinde, ilim ve mârifet yoluyla istibdada karşı çıkarak hürriyeti dâvâ etti; Mutlakiyete muhalefet ederek Meşrûtiyeti savundu. 

Bu yaptıklarından dolayı da, tıpkı Namık Kemâl gibi—hatta daha da beteri şekilde—başına gelmedik belâ, musîbet, sıkıntı kalmadı: Tımarhane, hapishane, zindan, idam talebiyle muhakeme...., Cumhuriyetten sonra ise, 35 yıl süren sürgün, hapis ve zindan hayatı. 

Buna rağmen, Said Nursî, hürriyet ve demokrasi (meşrûtiyet) yolundan asla caymadı; hatta bu vâdide büyük muvaffakiyetler kazandı. O, bilfiil siyasete girmeyerek, nice eserleriyle bu dâvânın bir nevî sancaktarlığını yapmış oldu.

Jön Türkler'de zıtlaşma süreci

Namık Kemâl'in 1888'de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de "Osmanlı Hürriyetperverleri" olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf su yüzüne çıkmaya başladı. 

Nitekim, bundan bir yıl sonra (1889) Askerî Tıbbiyeliler arasında gizli bir grup hareketinin teşekkül etmeye başladığı tesbit edildi. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu grup, nihayet 1902'de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini aldı. 

Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekildi. Artık varsa–yoksa İttihat ve Terakki... 

Başlangıçta Mizancı Murad, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, özellikle Selanik kökenli dönmelerin merkezî yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tuttu. 

Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902'de Paris'te yapılan I. Jön Türk Kongresinden sonra iyice belirginleşti. Jön Türkler, İttihat–Terakki ile Ahrarlar olarak resmen ikiye ayrıldı. 
Ahrar grubun liderliğini Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad Beyler, İttihatçıların liderliğini ise milliyetçi geçinen Rıza Bey yapmaya koyuldu. 

Böylelikle, 1908 Türkiye'sinde suyüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki eksenli siyasî yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. 

Bunlardan birincisi olan Ahrar'ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçıların en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar uğruna icabında güç kullanmaktan çekinmemek. 

İşte, son yüz küsûr yıllık "Demokrasi ve darbeler tarihi"miz, bu iki temel anlayış ve iki eksen etrafında şekillenerek devam edegeldi.

Bir üçüncü eksen olarak varlığını hissettiren ve günümüz tâbiriyle "siyasal İslâm" anlayışı adına sergilenen hareketler ise, genelde hep darbelere, müdahalelere, kıyımlara bir gerekçe, bir malzeme mahiyetinde görülüp öyle de kullanılmaya çalışıldı.

Hiç yorum yok: