12 Aralık 2012 Çarşamba

Küçük kıyâmet: 93 Harbi -93 Harbinin Hâşiyeleri -İstibdat devrinin insanî hizmetleri -M.Latif Salihoğlu

Küçük kıyâmet: 93 Harbi (1) 


Defaatle tekerrür eden Osmanlı–Rus Savaşlarının en büyük ve en dehşetlisi, 1877–78 yıllarında yaşanan meşhûr "93 Harbi"dir. 

Bu savaş, ismini Rumî takvimden alıyor. Savaşın yaşandığı tarih, Rumî takvime göre 1923 senesidir. 

Harbin başlangıç tarihi, 18 Nisan 1877 olarak kayıtlara geçmiş. Harbin bitişi ise, 31 Ocak 1878'de imzalanan Edirne Mütarekesi olarak gösteriliyor. 

Bu mütarekeyi (ateşkes) 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması, onu da 13 Temmuz 1878'de Almanya'da imzalanan Berlin Antlaşması takip etti.
Osmanlı Devleti, bu savaşta tarihinin en ağır yenilgisini yaşadı.

Dolayısıyla, gerek insan kaybı ve nüfus göçü itibariyle, gerek toprak kaybı ve tazminat borcu itibariyle ve gerekse dahilî siyasetine (Kıbrıs ve Ermeni meselesi gibi...) yapılan müdahaleler itibariyle, menfî neticeleri günümüze kadar yansıyan son derece ağır bir faturayı ödemeye mahkûm olduğumuzun adıdır, 93 Harbi.

Dokuz ay müddetle birkaç cephede yaşanan ve "Küçük kıyâmet" diye nitelendirilen bu dehşetli harbin çatışma safhaları hakkında ayrıntılı bilgi sunmayı bu yazı serisinin formatına uymadığından, bu kısmı kısa geçiyoruz.

Mağlûbiyetin sebepleri

Tuna Cephesinde (özellikle Plevne'de) kahramanlık destanı yazılmasına rağmen, Osmanlı kuvvetleri, hem Rumeli ve Balkanlar'da, hem de Doğu Karadeniz ve Kafkaslarda Ruslar'a karşı ağır zayiatlar verdi ve peşpeşe mağlûbiyetler yaşadı.

Bu perişaniyetin önemli sebepleri vardı. Şöyle ki:

1) Osmanlı Devleti ihtiyarlamış, başta ordu olmak üzere bazı kurumları köhne bir vaziyete gelmiştir.

2) Siyasî cereyanlar ile ifsat komiteleri (masonlar) orduya sızarak, asker neferatı arasına nifak sokmuşlardı. Paşalar, bir birine rakip duruma gelmiş, biri diğerinin yardımına gitmez olmuştu. Rakipler ve muarızlar, yekdiğeri için "Mağlûp düşsün ki, burnu sürtülsün" diye düşünüyordu.

3) İngiltere devleti ikili oynuyordu. Bir yandan Rusya'yı kışkırtıp el altından destek veriyor, bir yandan da birtakım tâvizler karşılığında Osmanlı'ya yardım eder bir havada görünüyordu. (Rusları durdurma karşılığında Kıbrıs Adasının hakimiyetini istedi.)

4) İyi bir diplomat ve kudretli bir padişah olan Sultan II. Abdülhamid, tahta henüz yeni (1876) gelmiş durumdaydı. Gelişmeleri hakkıyla kontrol etmesi kolay görünmüyordu.

5) Avrupa'da revaç bulmuş olan milliyetçilik cereyanı Balkanlar'a sıçramış ve birçok etnik topluluktan müteşekkil olan bu coğrafyayı kasıp kavurmaya başlamıştı.

6) Avrupa'nın sömürgeci devletleri, Meşrutî idareye geçmiş olan Osmanlı devletinin bu gidişatından endişeye kapılmışlardı. En büyük korkuları, sömürdükleri İslâm ülkelerinin de Osmanlı'yı örnek alarak hürriyet ve meşrûtiyet mücadelesi içine girmesiydi. Bu sebeple, bizim açımızdan hayırlı sayılan gelişmelere mani olmaya çalışıyorlardı. (I. Meşrûtiyetten hemen sonra 93 Harbinin başlaması ve II. Meşrûtiyetten hemen sonra Balkan ve I. Dünya Harbinin patlak vermesi tesadüfî değildir.)

Bunlar gibi, işin içinde olumsuz daha başka sebepler de vardı.
Neticede, dokuz aydan fazla süren bu çok geniş cepheli savaşta, Osmanlı'nın mağlûbiyeti kaçınılmaz olmuştu.

Teklif Osmanlı'dan geldi

Yenilgiyi kabul eden Osmanlı hükümeti, bir ateşkes yapmanın çaresini aramaya koyuldu.
Bu maksatla, Rus orduları başkumandanı Grandük Nikola'ya Hariciye Nazırı Server Paşa ile Müşir Namık Paşaya teklif götürüldü.

Grandük ise, Edirne'ye gelmeden herhangi bir cevap vermedi. Rus orduları tâ Yeşilköy'e kadar geldiği için, bu taarruzu durdurmak istemediği intibaını vermek istiyordu. 

Bu arada, Sultan Abdülhamid ile İngiltere hükümeti arasında telgrafla irtibat kuruldu.
İngiltere, Kıbrıs Adasının idaresi kendilerine verilmesi şartıyla, Rus taarruzunu durdurmaya çalışacağını iletti.

İngiltere'nin bu talebi kabul edilince, Rusların ilerlemesi Yeşilköy'de durdu.
Bu esnada, Edirne'de görüşen iki devletin temsilcileri 31 Ocak 1878'de bir ateşkes antlaşmasına vardılar.

İkinci adımda ise, barış antlaşması vardı. Diplomatlar, bunun için de Yeşilköy'de biraraya geldi. Burada görüşülen ve kararlaştırılan anlaşma maddeleri, Osmanlı devleti açısından son derece ağır hükümler ihtiva ediyordu.

Sultan Abdülhamid işi ağırdan aldı ve Avrupa'nın sömürgeci devletlerinden ayrı tuttuğu Almanya'yı da yapılacak yeni bir görüşmeye dahil etmek istedi.

Alman Devlet Başkanı Bismark, hadiseye olumlu yaklaştı ve "Osmanlı'ya yardım" şeklinde anlaşılacak yeni bir barış görüşmesi için ortam hazırlamaya koyuldu.

Böylelikle, Yeşilköy Anlaşmasının hükümleri hiç uygulanmadan, Almanya'da imzalanan Berlin Antlaşması devreye girmiş oldu.


Küçük kıyâmet: 93 Harbi (2)

İngilizlerin İslâm siyaseti

Tarih boyunca Türklerin, Osmanlıların ve hemen bütün Müslüman kavimlerin İngilizlere hep yardımı olmuş ve faydası dokunmuştur.
Ancak, İngilizler bunun tam tersini yapagelmişlerdir.

Müslüman devletlerin çoğu, İngiltere'ye hep "dost ülke" nazarıyla bakmışlardır.
İngiltere (veya Birleşik Kırallık) ise, yine bunun tam tersini yaparak, İslâm âlemini hep "düşman blok" şeklinde görmüş ve öyle de göstermeye çalışmıştır.

Bu gerçeğin bir ifadesi şudur: İslâm coğrafyasını her fırsatta işgal eden ve yaklaşık 200 sene müddetle Müslüman ülkelerin çoğunu sömürgeleştiren devletlerin başında İngiltere geliyor.
Hem öyle ki, uzun müddet bu zalim ve gaddar devletin "Sömürgeler Bakanlığı" mânâsında özel bir dairesi bile olmuştur.

Bir zamanlar bu mânâdaki bakanlığı da yönetmiş olan eski Başbakanlardan William Ewart Gladstone (1809–98), İngiliz Parlamentosunda Kur'ân'ı elinde göstererek şunu söyleyebilmiştir: "Bu Kitap, Müslümanların elinde oldukça onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeliyiz, ya Kur'ân'ı ortadan kaldırmalıyız, yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

Kur'ân'ın ve Müslümanların onlara hiçbir zararı dokunmamasına rağmen, İngilizlerin İslâma olan bu kaskatı düşmanlığının sebebi nedir?

Bir yandan bu önemli suâlin cevabını düşünürken, bir yandan da bugünkü konumuz olan "Kıbrıs'ın işgali" sürecine kısa bir nazar gezdirelim.

İngiltere'nin 93 Harbindeki tutumu

1877 yılı sonlarına doğru ilerleyen Rus istilâ ve işgal hareketinin İstanbul kapılarına kadar dayanmasını fırsat bilen İngiltere, 7 adet zırhlı gemiden müteşekkil savaş filosunu Osmanlı hükümet merkezine göndermek istedi. 

Sözde, Ruslar'a karşı Osmanlı'yı korumak için yaptı bu iyiliği. Aslında kendi menfaatini düşünmekten başka bir gayesi yoktu. 

Kaldı ki, tâ on yıl kadar evvel Rusya'yı Osmanlı'ya karşı kışkırtan, yine İngilizlerdi. 
Osmanlı ve İngiliz temsilcileri arasında yapılan diplomatik görüşmeler neticesinde, savaş filolarının İstanbul limanı yerine, Mudanya'da bekletilmesi kararlaştırıldı. 

Bu tedbir, Ruslar'ın hızını bir derece kesmiş olmasına rağmen, İngiltere'nin doymak bilmez hırsına engel olamadı. 

İngiltere, Osmanlı–Rus Harbinin en kritik anında, "Kıbrıs'ı koruma" teklifinde bulundu. 
Osmanlı hükümeti de, çaresizlikten buna razı oldu. Ancak İngilizler, "adayı korumak"la sınırlı kalmadılar, hayli ileri gittiler ve burayı adım adım Rumlaştırmaya çalıştılar. 

İşte, bugün dahi sıkıntısı devam edip giden "Kıbrıs sorunu"nun kökü, tâ o zamana kadar gidip dayanıyor. 
* * * 
93 Harbinden 36 sene sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşında, Osmanlıyla harb eden Almanya dışındaki Avrupa ülkelerinin hemen tamamı, her iki hadisede de Ruslar'ın kışkırtıcısı ve destekçisi oldular.


Küçük kıyâmet: 93 Harbi (3)

Kıbrıs İngiliz hâkimiyetinde

Tarih: 1 Temmuz 1878...

Bu tarihte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyeti Osmanlılarda kalmak üzere, yönetimi–muvakkaten–Birleşik Krallığa devredildi.

İşin bu noktaya gelmesinin sebebi şudur: Tarih kayıtlarına "93 Harbi" diye de geçen Osmanlı–Rus Harbi (1877–78) esnasında, Osmanlı Devleti, tarihinin en büyük mağlûbiyetini yaşadı.

"Küçük Kıyâmet" diye de adlandırılan bu çetin savaş sebebiyle, Çarlık Rusya'sı,  gerek Kafkaslarda ve gerekse Balkanlardaki Osmanlı topraklarını işgal etti. Bu topraklardan Anadolu'ya tarihin en büyük muhacereti yaşandı.

Keza, toprak kaybının yanı sıra, sayıları yüz binleri bulan insan kaybı meydana geldi.
Balkanları aşan Rus orduları, Trakya'yı da geçerek Edirne'yi işgal etti ve ilerlemeyi sürdürerek tâ Yeşilköy'e kadar geldi.

Burada yapılan Ayastefanos Antlaşmasıyla, Rus kuvvetleri durdurulmaya çalışıldı. (3 Mart 1878)
Ne var ki, bu antlaşmanın şartları çok ağırdı. Genç Padişah Sultan Abdülhamid, yapılan antlaşmayı içine sindiremedi. Bu handikaptan kurtulmak için, Avrupa devletleri nezdinde yeni bazı girişimlerde bulundu.

Çabalar işe yaradı ve neticede Berlin'de yeni bir antlaşmanın yapılması için, Almanya ve İngiltere ikna edildi. Rusya da bu yeni durumu kabul etmeye mecbur kaldı.

13 Temmuz'da imzalanan ve Ayastefanos Antlaşmasının şartlarını kısmen hafifletip Osmanlı lehine çeviren bu antlaşma öncesinde ise, İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde birtakım girişimlerde bulundu ve bazı şartları ileri sürdü.

İşte, ileri sürülen bu şartların en ağır olanı Kıbrıs adasının istenmesiydi. İngiltere, adanın mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere, buranın yönetimine talip oldu. Talipliğin ötesinde, Osmanlı hükümetine şu dayatmada bulundu: Kıbrıs'ı vermezseniz, size değil Rusya'ya yardım ederiz. Böylelikle, Batum, Kars ve Ardahan'a ilâveten, bilhassa Ermenilerin meskûn olduğu yeni bazı vilayetleri de kaybetmek durumunda kalırsınız.

Osmanlı hükümeti, asırlarca dost elini uzattığı İngiltere'nin bu dayatmasına boyun eğmek ve isteklerini kabul etmek durumunda kaldı. Kıbrıs'ın idaresini İngiltere'ye verdi.

Adayı işgal eden İngiliz kuvvetleri, Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla birlikte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyetini de ilhak etti.


93 Harbinin Hâşiyeleri

Rumî tarihle 1293, Hicrî 1294 ve Miladî olarak da 24 Nisan 1877'de patlak veren ve 9–10 ay kadar süren tarihteki en büyük Osmanlı–Rus savaşına dair daha evvel temas ettiğimiz hususlara bugün birkaç "hâşiye" ilâve ederek, farklı bir pencereden bakmaya çalışalım. 

Tâ ki, yeni nesiller, o tarihten günümüze kadar gelen, yahut etkisi hâlâ devam eden hadiseler, gelişmeler hakkında sıhhatli bilgilere, dolayısıyla fikirlere sahip olabilsinler. 

Şimdi, bu tamamlayıcı mahiyetteki haşiyelere kısaca değinmeye çalışalım.

Ruslar–Ermeniler

Ruslarla imzalanan Yeşilköy Antlaşmasının (3 Mart 1878) şartlarına baktığımızda, Ermeni meselesinin resmî olarak ilk defa uluslar arası bir statü kazandığını görmekteyiz. Onun öncesinde böyle bir mesele yok. 

Aynı yılın Temmuz ayında Berlin'de yapılan nihaî antlaşmada da, Ermeni meselesi bir derece hafifletilerek aynı şartnameye dahil edildi. 

Dolayısıyla, dünya çapında Türkiye'nin başını ağrıtmaya hâlâ devam edip giden "Ermeni sorunu", yine o tarihe kadar gidip dayanıyor. Bu meseleyi Osmanlı'ya dayatan ülkelerin başında Rusya, İngiltere ve Fransa gelmektedir.

Halidiler ve Hz. Mehdi'nin şâkirdleri

Bediüzzaman Said Nursî'nin dünyaya geldiği zamanlarda cereyan eden "93 Harbi", Risâle–i Nur'un muhtelif bahislerinde de yer almakta ve üzerinde ciddî yorumlar yapılmakta. 

Birinci Şuâ'da "Yirmi Sekizinci Âyet" başlığıyla tefsir edilen Tevbe Sûresinin 32. âyetinden bu tarihî hadiseye dair istihraç edilen mânâlardan biri, Mevlânâ Hâlid–i Bağdâdî'nin talebelerince yapılan fedâkârane hizmetlere bakıyor. 

Söz konusu âyetin meâli şöyledir: "Allah'ın nûrunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise, nûrunu tamamlamaktan başka birşeye râzı olmaz–kâfirler isterse hoşlanmasınlar." 

Bediüzzaman Hazretleri, âyetin o zamana bakan mânâsının tahlil ve tefsirini şu şekilde yapıyor: "Eğer şeddeli 'mim' dahi şeddeli 'lâm'lar gibi bir sayılsa, o vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek, on sene sonra (Hicrî 1294) Rusları tahrik edip Rus'un '93 (Rumî 1293) muharebe–i meş'umesiyle âlem–i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat, bunda Resâili'n–Nur şakirtleri yerinde Mevlânâ Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor." 

Bu hadiseden bir asır sonrası için de cifrî/ebcedî mânâlar istihraç eden Üstad Bediüzzaman, üzerinde uzunca düşünülmesi gereken şu kısacık ifadeyle iktifa ediyor: "Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli 'lâm'lar ve 'mim' ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret–i Mehdînin şâkirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. 'Bir damla su denizin varlığına işaret eder' sırrıyla kısa kestik." (Age, s. 620)

Ağır kayıplar

93 Harbi, 624 yıllık Osmanlı tarihinin mal, can ve toprak kaybı ile yaşanan muhaceretler itibariyle, yaşanmış en büyük savaştır. (İmparatorluğu bitiren I. Dünya Harbinin mahiyeti ayrı tutulmalı.) 

Tarihte "Küçük kıyamet" diye tâbir edilen bu savaşta, Kafkaslar'da ve Balkanlar'da yaşanan mezâlim, kaybedilen topraklar ve telef olan canların haddi hesabı yoktur.

Menfi neticeler

93 Harbi sebebiyle, Osmanlı'da henüz emekleme safhasında olan Meşrûtiyet hareketi sekteye uğradı. Meclis kapatıldı. Seçimler iptal edildi. Padişah, en üst merci olarak hemen her meselede tek söz sahibi oldu. Fikir ve siyasî hareketler, istibdat yönetimiyle baskı altına alındı.
Bu tarz yönetim ile tâ 1908'lere kadar gelindi. Osmanlı Devleti, katı bir istibdat ile tam otuz yıl boyunca yönetilmeye çalışıldı. Ne var ki, bu baskıcı yönetim, içerden patlamalara yol açtı ve çok büyük zarar verdi.

Ali Suavî'nin Çırağan Baskını

Çırağan Baskını "Sarıklı İhtilâlci" diye isimlendirilen Ali Suavi'nin, Sultan II. Abdülhamid'i devirip yerine Sultan V. Murad'ı oturtmak için yaptığı çılgınca bir ihtilâl teşebbüsüdür. 

Ali Suavi, ateşli bir hürriyet ve meşrûtiyet taraftarıdır. Bu yüzden, Sultan II. Abdülhamid'in "93 Harbi"nin kötü gidişatını bahane göstererek Meclis–i Mebûsan'ı kapatmasına, hürriyetleri kısıtlamasına ve Kànun–i Esasîyi (anayasa) askıya almasına adeta isyan eder ve onu bir şekilde devirme plânını tatbik sahasına koymaya çalışır. 

Bu maksatla başına topladığı birkaç yüz Rumeli muhaciriyle karadan ve denizden hareketle Yıldız Sarayına ulaşmaya çalışan Ali Suavi, ilk adım olarak Çırağan Sarayına Boğaz tarafından bir çıkarma yapar. 

Ne var ki, sarayın arka odalarından birinde saklı tutulan Sultan Murad ile görüştüğü ve onu Yıldız Sarayına götürmeye iknaya çalıştığı esnada, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından başına sopayla vurularak öldürülür. Bu hadisede, ayrıca tahminen 23 kişi ölmüş ve 15 kişi de yaralanmıştır. 

Sultan Abdülhamid'in tam da bu tarihten başlayıp otuz yıl daha sürecek olan iktidarı boyunca, yakasını bir türlü bırakmayan "vehim ve korku" damarını tahrik eden en büyük hâdiselerden biri, işte bu kanlı "Çırağan Baskını" olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Vehmini tahrik eden bir diğer hadise ise, Amcası Sultan Abdülaziz'in gayet vahşice bir muamele ile önce tahttan indirilmesi ve hemen ardından katledilmesidir.

Bazı kayıtlarda "Sultan Abdülhamid'in haklı olduğu istibdat" şeklindeki ifade ve tâbirin altında yatan mânânın, vaktiyle yaşanılan bu gibi kanlı hadiselerle bağlantılı olduğu hatırdan çıkarılmamalı.

İstibdat devrinin insanî hizmetleri

Sultan Abdülaziz'in son yılları (1871, muhteris ve müstebid Mahmut Nedim Paşanın Sadâreti) ile Sultan II. Abdülhamid'in 30 yıllık (1878–1908) idaresini siyaseten "hafif istibdat" tâbiriyle tarif etmek mümkün.

Hemen hatırlatalım ki, bu tâbir ve târif Bediüzzaman Said Nursî'ye ait.
Onun tarifine göre;

BİR: Monarşik mutlakiyet rejiminin Temmuz 1908'e kadar olan siyasî icraat devresi "hafif istibdat" şeklinde olmuş.

İKİ: Hareket Ordusunun 24 Nisan 1909'da idareye el koymasıyla birlikte başlayan "bozuk İttihatçılar"ın on yıllık icraati "şiddetli istibdat" şeklinde tahakkuk etmiş.

ÜÇ: Kemalist Türkçülerin yönetime tam hakim olduğu 1924 yılı Mart'ından başlayarak tâ 1950 Mayıs'ına kadar devam eden 27 yıllık "tek parti" diktatöryasının hükümfermâ olduğu devrenin adı ise "mutlak istibdat"tır.

Birinci devrede, hürriyet ve meşrûtiyete muhalefet edilmiş.

İkinci devrede, hayata adâvet edilmiş.

Üçüncü devrede ise, temel insan hak, hayat ve hürriyetine olan adâvete ilâveten, ayrıca dine, imâna ve İslâmın bilumum mukaddesatına bütün kuvvetiyle hasmâne bir sûrette muhalefet edilmiş, hatta taarruzda bulunulmuş.
* * *
Sultan Abdülhamid devrinin icraati, bilhassa o döneme hükmeden siyasî mantalitenin daha iyi anlaşılması için, burada ayrıca 10 yıllık Meşrûtiyet ve 27 yıl süren Cumhuriyetin ilk dönemini bir mikyas ve mukayese sadedinde zikretme ihtiyacını duyduk.
Şimdi, sadede geçiyoruz...
Hayranlık uyandıran insanî hizmetler

Evet, Sultan II. Abdülhamid devrinin fikir ve siyaset üzerindeki "hafif istibdat" kıvamındaki uygulamalara rağmen, insanî açıdan son derece önemli hizmetlere imza atılmış.

Eğitimden ulaşıma, sağlıktan haberleşmeye, tarım, endüstri ve sanayiden her türlü imar ve inşa faaliyetlerine kadar, geniş Osmanlı mülkünün hemen her tarafında otuz yıl müddetle hummalı bir sûrette insanî hizmetler sergilenmiş.

Öyle ki, o dönemde imar ve inşâ edilen hizmet binalarının çoğu bugün de ayakta olup bugün de hizmet vermeye devam ediyor.

Bu kıymetli hizmet binaları ve üniteleri o kadar çoktur ki, tamamını sayabilmek neredeyse imkânsız.
Bir kısmı da kasten tahrip edilerek izleri silinmiş olan bu muazzam hizmet ünitelerinden ayakta kalabilenlerden bazıları şunlardır:

Dârülaceze: 6 Ekim 1892'de İstanbul Okmeydanı'nda 21 koyun kurban edilerek temeli atıldı. 31 Ocak 1896'da ise, yapılan bir merasimle açılışı gerçekleştirildi. Din, dil, ırk, mezhep farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşlara hizmet veren bu insanî müessesenin inşası için, Sultan Abdülhamid, bizzat kendi kesesinden (aynî ve nakdî) yekûn on yedi bin altın lira teberruda bulunmuş ve yapımını büyük bir ciddiyetle takip etmiştir.

Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi: Sultan II. Abdülhamid'in emriyle Türkiye'de kurulan ilk çocuk hastanesidir. Temeli 1898'de atılan ve  5 Haziran 1899'da hizmete açılan bu hastanenin asıl ismi Hamidiye Etfal Hastanesidir. İsim değişikliği 1922'de yapıldı.

Haydarpaşa Garı:  Sultan II. Abdülhamid'in öncülük etmesiyle, 30 Mayıs 1906'da yapımına başlanan ve 19 Ağustos 1908 tarihinde tamamlanarak hizmete giren Haydarpaşa Tren Garı, İstanbul'dan Anadolu'ya, oradan da Şam'a, Halep'e, Bağdat'a, Beyrut'a, Kudüs'e ve tâ Hicaz'a (Medine) kadar uzanan muazzam demiryolunun başlangıç noktasıdır.

Aynı mevkide, ayrıca büyük bir liman ve rıhtım da inşa edildi.
Gar binasının inşaatı, bir Alman şirketi tarafından yapıldı. Bağlantılı demiryollarının da önemli kısımı yine Alman şirketleri tarafından yapılması, bilhassa İngiltere'yi rahatsız etti. İngilte, Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla birlikte, bu demiryolunun bilhassa Şam–Medine hattını tahrip etmek sûretiyle, bir cihette Osmanlı'dan intikam almaya çalıştı.

Haydarpaşa Garında birkaç kez yangın çıktı. İlk yangın, 1917'de kasdî olarak çıkartıldı. Sabotajının, Alman askerleri arasına sızmış bir Fransız casusu olduğu rivâyet ediliyor.

Son yangına ise, 2010 Kasım'ında maruz kalan ve halen restorasyon çalışmaları yapılan Haydarpaşa Garının bundan sonraki statüsünün nasıl bir şekil alacağı şimdilik meçhûl.

Hamidiye Suyu: 1898'de projesi yapılan, 1900'da kaba inşaatı tamamlanan ve 26 Mayıs 1902'de su şebekesi resmen faaliyete geçen Hamidiye Suyu da, yine Sultan Abdülhamid'in destek ve teşvikleriyle hayata geçirildi. Yüz yıldan fazla bir süredir İstanbulluların su ihtiyacını karşılayan Hamidiye Suyunun havzası Kemerburgaz'ın güneydoğu tarafında (Belgrad Ormanları mıntıkasında) yer alıyor.
* * *
Bunların dışında, ayrıca herbiri ayrı bir dosya halinde tetkike değer olan Hamidiye Alayları, memleketin bir ucundan bir ucuna uzanan yüzlerce Rüştiye ve İdadiye Mektepleri, Tıb, maden ve Mühendislik Fakülteleri, ipek, çuha ve sair dokuma fabrikaları, gazhane, baruthane, mumhane ve kâğıt fabrikaları, telsiz hatları, posta merkezi ve telgrafhaneler, sayısız liman ve rıhtım inşası gibi, tek tek sıralanması halinde sayısı binleri aşacak kadar pek çok hizmet ve faaliyetlerin tamamı Sultan Abdülhamid'in Osmanlı tahtında bulunduğu devrede gerçekleştirildi.

Defalarca yangına mâruz kalmış olmasına rağmen yine de dimdik ayakta durmaya devam eden Haydarpaşa Garı binası ve buradan başlayarak Anadolu'ya, oradan da Şam'a, Halep'e, Bağdat'a, Beyrut'a, Kudüs'e ve tâ Hicaz'a (Medine) kadar uzanan muazzam demiryolunun inşası, Sultan Abdülhamid'in büyük destek ve teşvikleriyle tamamlanabildi.
......................................
NOT: Dün teknik bir hata ile tamamı çıkmayan son paragraf aşağıdaki gibidir.
Bazı kayıtlarda "Sultan Abdülhamid'in haklı olduğu istibdat" şeklindeki ifade ve tâbirin altında yatan mânânın, vaktiyle yaşanılan bu gibi kanlı hadiselerle bağlantılı olduğu hatırdan çıkarılmamalı.



Aktüel konular sebebiyle bazen ara verdiğimiz "Yakın Tarih" konseptindeki yazılara kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Daha evvel hatırlattığımız üzere "93 Harbi"nin iki cephesinde yaşanmış iki büyük destan var.
Bunlardan biri Tuna Cephesinde Gazi Osman Paşanın liderliğinde sergilenmiş olan şânlı Plevne Destanı; diğeri ise, Kafkas Cephesinde Erzurumlu Nene Hatun'un sergilemiş olduğu kahramanlık destanıdır.

93 Harbi, her ne kadar mağlûbiyetle neticelenmiş olsa bile, yine de iftihar edilecek bazı tabloların yaşandığını hatırdan çıkarmamalı.

Şimdi, sırasıyla iftihara medar bu iki hadisenin mahiyetini anlamaya çalışalım.

Şânlı Plevne Destânı

"93 Harbi" ismiyle tarihimizde yer alan hadise, Osmanlı devletinin başına açılmış en büyük sıkıntı ve gailelerden biridir.
Gerek toprak ve insan kaybı ve gerekse milyonların muhaceretine yol açan bu savaş, defalarca tekrarlanmış olan Osmanlı–Rus savaşının da en büyüğüdür.
Milâdî takvim itibariyle 1877 Nisan'ında başlayan ve 1878 Mart'ındaki Yeşilköy Antlaşmasıyla sona eren bu dehşetli harbin en önemli halkalarından biri de şüphesiz ki 1877 yılı Temmuz'unda hararetlenen ve 10 Aralık günü şiddeti son raddeye çıkan meşhûr Plevne Müdafaasıdır.
Bugünkü Bulgaristan sınırları içinde yer alan Plevne, o tarihte Osmanlı'nın Balkanlardaki stratejik öneme sahip bir kale–şehriydi.
Temmuz ayı ortalarında buraya gelen Gazi Osman Paşa, şehri müdafaaya başladı.
30 Temmuz'da, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, burada harikulâde bir başarı kazandı. Ruslar perişan edildi.
Tarih kaynaklarında yer alan mukabil kuvvetlerin durumu şöyledir:
50 bin kişilik Rus kuvvetlerinin elinde yekûn 184 adet savaş topu vardı.
Osmanlı kuvvetleri ise, 23 bin asker ve 58 toptan müteşekkildi.
Yani, karşılıklı kuvvetler arasında adeta uçurum vardı; aradaki fark, yüzde yüzden fazlaydı. Buna rağmen, Ruslar bozguna uğradı. 7300'den fazla ölü ve sayısız derecedeki yaralı ile çekildiler.
Osmanlılar ise, 100 kadar şehit vermişti, 400 kadar da yaralı gazi vardı.
Hemen hatırlatalım ki, bu yakın bir muvaffakiyetli çatışma da, 11 gün evvel, yani 19 Temmuz'da yaşanmıştı.
Bu durum da gösteriyor ki, iki defasında da mağlûbiyet içinde geri çekilen Rusların istilâdan vazgeçeceği yoktu. İki de bir toparlanıp saldırıya geçmesi, onun işgal ve yayılmacı niyetini açığa vuruyordu.
Nitekim, aynen öyle oldu. Ruslar, ikinci mağlûbiyetten sonra, yeniden toparlanıp bir kez daha saldırıya geçti.
Rus Çarı emir vermişti: "Osmanlı orduları mağlûp edilecek ve Balkanlar'daki hakimiyetine son verilecek..."
Bu emir doğrultusunda hareket eden Kazak ve Rumen takviyeli Rus ordusu, 11 Eylül'de şiddetli bir saldırı harekâtını daha başlattı. Ancak, bunda da başarılı olamayan Ruslar yine binlerce ölü (15 bin) ve yaralı ile geri çekildi.
Osmanlının da 3500 kadar şehit verdiği bu savaştan sonra, Sultan II. Abdülhamid, Osman Paşaya "Gazilik" ünvanını verdi.
Tuna'yı aşan Rusların, yüksek ateş gücüyle yaptığı bunca taarruz ve saldırıya rağmen, Osman Paşayı mağlûp edememesi ve Plevne'yi alamaması, bir dizi imkânsızlığa rağmen, orada çok şanlı bir direnişin sergilenmekte olduğunu gösteriyordu.
İşte, bu şanlı direniş hadisesi, halkın dilinde şu mısralarla destanlaşarak tarihin altın sayfalarına geçti:

Tuna Nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şânı büyük Osman Paşa
Plevne'den çıkmam diyor

Düşman Tuna'yı atladı
Karakolları yokladı
Osman Paşanın kolunda
Beş bin top birden patladı

Kılıcımı vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Şânı büyük Osman Paşa
Askerinle binler yaşa

Destana sonradan ilâve edilen bir dörtlük de şudur:

Kara kazan coştu derler
Dalga boydan aştı derler
Osman Paşanın askeri
Gece burdan geçti derler

Son direniş halkası

Kendinden kat–bekat fazla olan Rus kuvvetlerini defalarca mağlûp eden Plevne'deki Osmanlı ordusu, Ekim ayı sonlarında ise, yeni ve çok daha şiddetli bir kuşatmaya maruz kaldı.
Sürekli takviye edilen Rus ordusunun asker sayısı 100 binden fazlaydı. Osmanlılar ise, yekûnu 25 bini dahi bulamayan bir kuvvetle mukabele ediyordu.
Osmanlı ordusunda, 9 Aralık gününe kadar süren açlık, susuzluk ve hariçten hiçbir yardım alamaması yüzünden sıkıntı had safhaya varmış, kaleyi müdafaa imkânı neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı.
Son bir hamle ile, kuşatmayı yarma gayreti gösteren Gazi Osman Paşa, ne yazık ki bunda muvaffak olamayıp geri çekildi. Bu durumda, teslim olmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu. Rus komutanlarına haber gönderildi. Onlar da gelip Osman Paşa ve hayatta kalan askerlerini esir aldılar.
Ancak Ruslar, Osman Paşaya esir değil, misafir muamelesi yaptılar ve savunmalarından dolayı onu tebrik ettiler.
Ruslar, Osman Paşaya karşı esaret günlerinde de hiçbir saygısızlıkta bulunmadılar. Ancak, esir askerleri adeta ölüm yürüyüşlerine mahkûm ettiler.
Barış antlaşmasından sonra, çok az sayıdaki Osmanlı askeri hayatta kalarak ülkesine geri dönebildi.
Esaretten kurtulan ve İstanbul'a gelen Gazi Osman Paşa 1900 senesinde vefat etti. Mezarı, Fatih Camii haziresinde ve bir ziyaretgâh olarak Fatih Sultan Mehmed'in mezarına en yakın bir mevkide yer alıyor.


Terörün dahildeki pâyandaları

Edib ve şair Tevfik Fikret, 21 Temmuz 1905'te Sultan Abdülhamid'i bir sûikast sonucu öldürmek isteyen, ancak bunda başarılı olamayan Ermeni terörist için methiye düzmüş bir kişidir, aynı zamanda.

İşte, o tarihteki meşhûr "Bomba Vak'ası"ndan söz eden şu mısralar ona aittir:

Ey şanlı avcı! Dâmını beyhûde kurmadın,
Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Dursaydı bir dakikacağız devr–i bî–sükûn,
Yahut o durmasaydı, o iklil–i ser–nigün.
Kanlarla bir cinayete pek benzeyen bu iş,
Bir hayır olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
Kin ve öfke kusan bu mısralarla şu mesajı veriyordu, "bizim" şair: "Ey şânlı terörist! Tuzağını boşyere kurmadın. Attın, ama yazıklar olsun ki, vuramadın! Öfkeyle ve kızgınlıkla gürleyen sesin, hak ve kurtuluş hissini harekete geçirdi. Ama, ah o an, bir dakikalığına daha devam etseydi, misli asırlar boyu görülmemiş bir hayır, bir iyilik olurdu."
İşte, bu ifadeler bize ayrıca gösteriyor ve ispat ediyor ki, terör örgütlerinin ve terör faaliyetlerinin, ayrıca bir "iç desteği" var.
Dolayısıyla şuna inanıyoruz ki, günümüzdeki terör faaliyetlerinde de benzer bir durum söz konusudur.
Yani, kanlı terör örgütünü içerden de koruyup kollayan, gözetip destekleyen, hatta ona övgüler düzen kişi ve odaklar var.
Bu kişi ve odakların, ayrıca bir gizli koalisyon kurmuş olmaları ihtimali de yüksektir.
Meselâ: Uyuşturucu baronlarından, silâh tüccarlarından, darbe heveslisi cuntacılardan, ırkçılık zehri ile bu milletin kardeşliğini dinamitlemeye çalışanların içinde yer aldığı bir koalisyon gibi...




Hiç yorum yok: