18 Aralık 2012 Salı

Gece Köşk'e çağrılan kardiyolog -Özal'ın kulağına fısıldanan paşa -Abdülkadir SELVİ


Gece Köşk'e çağrılan kardiyolog 

Hemen baştan belirteyim. Anlatacağım olay yeni değil. Özal'ın öldüğü günün gecesiyle ilgili.

Yoksa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün sağlığı yerinde. Kulağıyla ilgili rahatsızlık ise, zamana bağlı olarak, iyi yönde ilerliyor.
8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü vefat etmişti.
O günden bu yana ölümü tartışılıyor.

Tartışmalara son vermesi ve kuşkuları gidermesi amacıyla hazırlanan Adli Tıp Kurumu raporu ise zihinleri büsbütün karıştırdı.
Özal'ın kalp krizinden öldüğü yönünde açıklamaları da geçersiz kıldı.
Tam bir kaos ortamı oluştu.
Öyle ki, Özal zehirlenerek ölmediğine göre, kalp krizinden öldüğü de söylenemeyeceğine göre, Özal yoksa ölmedi mi şeklinde ironik yorumlar yapıldı.
Bu açıdan Özal'la ilgili olarak hazırlanan Adli Tıp Kurumu raporu daha büyük önem kazandı.
Raporun ayrıntılarını haber sütunlarımızda göreceksiniz.
Rapordaki teknik ifadeleri anlamaya çalıştım. Bu yüzden birçok uzmanı rahatsız edip, bilgilerinden yararlandım. Ancak haberde tırnak içi ifadelerle, olduğu gibi vermeye çalıştım. Özal'dan alınan doku örneklerinde tespit edilen tarım zehri DDT ve kadmiyum oranlarını, radyolojik zehirlenme ihtimalinin araştırılmasından çıkan sonuçları aynen yansıttım. Tartışmalara kaynaklık etmesi açısından verileri ve ihtisas kurulunun değerlendirmelerini olduğu gibi aktarmaya özen gösterdim.
Bu arada baştaki soruya dönmek ve raporda yer alan ancak haberde yer vermediğim, bir gece öncesine ilişkin bilgileri paylaşmak istiyorum.
16 Nisan gece yarısı Çankaya Köşkü'ne bir kardiyolog çağrılıyor.
Özal'ın özel doktoru Hilmi Özkutlu'nun eşi Prof. Dr. Süheyla Özkutlu apar topar köşke geliyor.
Ancak doktor Turgut Bey için değil, Semra Hanım için geliyor.
16 Nisan gecesi yani Özal'ın ölümünden bir gece önce Semra Hanım aniden rahatsızlanıyor.
Prof. Süheyla Özkutlu, Semra Özal'ı muayene ediyor. Ekosunu çekiyor. Semra Hanım'ın EKG'si normal ama tansiyonu yüksek çıkıyor.
Semra Hanım'ın hastaneye kaldırılmasına gerek duyulmuyor. Belli ki tansiyonunun düşürülmesi sağlandıktan sonra Süheyla Hanım Köşk'ten ayrılıyor.
Peki o sırada Turgut Bey ne yapıyor?
Özal'da herhangi bir rahatsızlık hissediliyor mu?
Bu bölüm raporda ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
O sırada Özal'ın odaya girerek ilgilendiği, Semra Hanım'ın muayenesi sırasında 15 dakika yanında kaldığı belirtiliyor.
Peki Kardiyolog Profesör Süheyla Özkutlu o sırada Turgut Bey'de bir anormallik hissediyor mu?
Raporda, "Anormal bir durum hissedilmemiş" deniliyor.
Özal oradan ayrıldıktan sonra ne yapıyor? Yorucu bir geziden gelmiş. Gün boyu temasları olmuş. Başbakan Demirel'i kabul etmiş, Bulgaristan Büyükelçiliği'ndeki bir etkinliğe katılmış. Gecenin ilerleyen bir saatinde ne yapmasını beklersiniz? Duşunu aldıysa istirahate çekilmesi beklenir.
Ama Özal öyle yapmıyor. Bilgisayarın başına geçiyor. Bilgisayarın başında uzun süre çalışıyor. Bilgisayara merakı ile bilinen birisiydi Özal. Gecenin bir saatinde Özal gibi bir şahsiyet bilgisayarın başına geçerse, çok ciddi şeylerle uğraştığı düşünülür. Belki de öyle yapmıştır. Ama Türkiye'de henüz bilgisayarın pek bilinmediği dönemlerde, bilgisayardan iyi anlayanları çağırıp, bilgisayarda oyun oynadığı biliniyor. Belki o sırada bilgisayarda oyun oynuyordu merhum Cumhurbaşkanı.
Gece 03'te kola içiyor.
Bu da yeni bir bilgi. En son Bulgaristan Büyükelçiliği'ndeki bir resepsiyonda içtiği portakal suyundan zehirlendiği iddia edilmişti.
Kolayı kim veriyor, kolaya bir şey katılmış olabilir mi?
Hele hele Semra Hanım'ın koruması ve asistanının bu olaydan sonra Türkiye'yi terkettiği bilgisini de eklerseniz, müthiş bir iddia olmaz mı? Ben şimdi iddia günümde değilim. Rapordaki bulgular haberde.
Gece saat 04'te istirahate çekiliyor.
Sabah 08.30'da kalkıyor. Duş alıyor, tıraş oluyor. Eşinin arkasında kahvaltı masasına giderken düşüyor. Yani spor aletinin üzerinde değil.
O sırada tek bir sağlık görevlisi yok. O yüzden nabız ve tansiyon ölçülemiyor.
İçinde basit bir sedyenin bulunduğu, 1967 model bir araçla hastaneye yetiştirilmeye çalışıyor. GATA hazırlanıyor ama ani bir kararla Hacettepe'ye sapılıyor. Ama Hacettepe Hastanesi Çocuk Acil Servis'e gidiliyor. Rahatsız olduğu bildiriliyor. Cumhurbaşkanı ölüyor, kalp krizi geçirdi şeklinde bir şey iletilmiyor.
Rahatsız olduğu bildiriliyor!
Oradan Büyük Acil'e yönlendiriliyor.
Raporun birkaç yerinde, "Hacettepe Hastanesi'ndeki canlandırma işlemi sırasında" deniliyor. Kalp fonksiyonunun hiç dönmediği, solunum olmadığı belirtiliyor.
Bu, Hacettepe'ye getirildiğinde öldüğü anlamına mı geliyor?
Rapordan bir cümle daha:
"Hacettepe'de yeniden canlandırma sırasında
2 adet kot kırığı dışında dokuların sağlam olduğu."

Özal'ın kulağına fısıldanan paşa


Bir süredir Ankara Haber Merkezi'nde bakanları misafir ediyoruz. Adı misafirlik.

Muhabirlerimiz haberi koparmak için bakanları sıkıştırıyorlar.

İyi ki yapıyorlar, bana bıraksalar dost sohbeti olarak kalacak.

Sanayi Bakanı Nihat Ergün'le, Cemel Vakasını, Sıffin Savaşını konuşuyorduk.

Ekonomi muhabirimiz Cahit Saraçoğlu, "Haber kaçıyor" diye kıvranmaya başlayınca, tatlı sohbeti bırakıp, günceli konuşmaya geçmiştik.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ile Kerbela'yı, iktidar hırsı uğruna peygamber torunu Hazreti Hüseyin'in şehit edilişi üzerine sohbet etmiştik.

Ta ki muhabirimiz Fazlı Şahan, "Benim sorularım vardı" diyene dek.

Dün de Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay konuğumuzdu.

Darbeler ve 27 Mayıs ortak duyarlılığımız olduğu için bir araya gelince, mutlaka bir 27 Mayıs ve 12 Eylül turu yapıyoruz.

Bu kez 12 Eylül'ü bilerek açmadım.

Çünkü kendisi de 12 Eylül tutuklusu ve 5 yıllık yasak almasına rağmen, "Hesaplaşmamı ahirete bıraktım" diyenlerden.

Bense darbe mağdurlarının müdahil olup, hesap sormasını savunanlardan olduğum için, tekrar o konuyu açmadım.

Haber Müdürümüz Kazım Canlan bir yandan, genç muhabirimiz Ayfer Mallı diğer taraftan sorularıyla nefes aldırmadılar bakana…

Allah'tan ki, Tarık Bakıcı fotoğraf için deklanşöre basınca Özal raporunu sorma imkanım oldu.

Tarık olmasa oda araya kaynayıp gidecekti.

"Adli araştırma şimdiye kadar neyi tam olarak ortaya çıkardı ki, 1993 yılında ölmüş ve mezara konmuş bir insanın vücudunda herhangi bir zehirlenme olup olmadığını tespit ederek, bir suikastı ortaya çıkaracak" diye sordu.

Haklı soru.

Bu konuda yargının sicilinin parlak olduğunu söyleyemeyiz.

Mehmet Ali Ağca, "Ben önümüzdeki duruşmaya gelmeyeceğim. Beni kaçıracaklar" diyor. Randevu verdiği gibi gerçekleşiyor, Sıkıyönetim emrindeki Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçıyor.

Uğur Mumcu öldürülüyor. Soruşturmayı yürüten DGM'nin askeri savcısı Ülkü Coşkun, "Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür" diyor.

Olay çözülmüyor.

Danıştay baskınından 1 gün önce aynı saatte Alparslan Arslan baskın yapacağı dairenin olduğu kata çıkıyor, hareketlerinden şüphelenen kat görevlileri onu oradan uzaklaştırdıktan sonra, güvenlik birimlerini uyarıyor ama hiçbir önlem alınmıyor. Aksine güvenlik kameraları sökülüyor, aynı şahıs, 1 gün sonra aynı kata çıkıp cinayeti işliyor.

Bunları alt alta koyunca Ertuğrul Günay'ın, "Adli araştırma neyi ortaya çıkardı ki?" sorusu daha büyük anlam kazanıyor.

Bu yargı, Kartal Demirağ yakalandığı halde, Demirağ'la birlikte Afyon Cezaevi'nde yatan mahkumlardan, "Suikast önce bize teklif edildi" şeklinde başvurular olduğu halde, Özal suikastını aydınlatabildi mi?

Özal suikastını soruşturan savcı Uğur Tönük, bir yapılanmayı ortaya çıkarmıştı: "Afyon Dazkırı'da 1974-77 seneleri arasında Ege'de meydana gelen sol hareketleri önlemek için bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu, Kartal Demirağ'ın da bu teşkilatın yetişmiş bir elemanı olduğunu tespit ettik."

Uğur Tönük, yapılanmanın arkasındaki büyük isme de ulaşmıştı.

Tam o sırada kendisi bir yere çağrılmıştı.

"Ortaköy'de bir villaya davet edildim. MİT görevlisi olduğunu sandığım 3 kişi bana 'Tahkikatı kesin' dedi. Bir generalin adını verdiler ve 'Paşa kararınızı bekliyor' dediler. Soruşturmadan çekildim."

Bu ismin kim olduğunu Özal'a iletmişti Uğur Tönük. Hem de nasıl bir ortamda:

"Özal'ın Harbiye orduevindeki odasında diz dize oturduk. Beni tehdit edenlerin adını verdiği generali kendisine açıklayacağım sırada, Özal odadaki büyük ekran televizyonun uzaktan kumandasına uzandı ve sesi sonuna kadar açtı. Ben, paşanın ismini Özal'ın kulağına fısıldadım: Sabri Yirmibeşoğlu"

Hani şu Özel Harekatçı Kemal Yamak'ın sağ kolu olan Sabri Yirmibeşoğlu.

Özal suikastında Sabri Yirmibeşoğlu, Özal öldüğünde ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nde onun patronu Kemal Yamak paşa…

Darbelerin, askeri vesayetin kurumları var bu ülkede.

Bir de paralel devlet var.

27 Mayıs'tan önce 6-7 Eylül olaylarında gördük onu, 80'den önce 1 Mayıs 1977 Taksim'den başlayıp 12 Eylül'e kadar olan süreci yönetti. Ertuğrul Günay'ın, "Fetret dönemi" dediği, 93'te, Özal'ın ölümüyle birlikte ipleri yeniden ele geçirdi. Türkiye, 93'te girdiği tünelden 28 Şubat karanlığında uyandı.

Danıştay baskınında da onun parmak izlerini tespit ettik. Peki Uludere'de yok mu?

Devirler değişse de, olaylar ve isimler ne kadar birbirine benzer değil mi?



Hiç yorum yok: