Hasan Cemal'in son kitabı "1915: Ermeni Soykırımı" adlı eser, tam da necib matbuatımızın haber (veya skandal!) refleksine uygun bir seçimle öne çıkarıldı ve yazar İlhan Selçuk'un annesi Hikmet Kasım Hanım'ın Ermeni asıllı olduğu iddiasıyla yankı buldu.
Kitabı henüz görmedim ama başlığı, "pimi çekildikten sonra patlayıp patlamayacağı merak edilen" Alman yapımı, eski bir el bombasını andırıyor. Şimdilik bu "bomba", muhtemelen çok ağır trajediler yaşadıktan sonra içimizden biri olarak hayata vedâ eden bir hanımın kimliği üzerine tutulan ışıldağı andıran sarsıcı bir tesir yaptı. Üzerinde durulmaya lâyık bir meseledir.
Soykırım, ağır bir kavram ama 1915'te olup bitenlerin savunulacak bir hâli olmadığını da belirtelim. Görünen köy kılavuz istemez; ısrarla tarihçilere havale ederek üstünü küllemeye çalıştığımız bu mesele, birkaç yıl sonra daha büyük ve vahim boyutlarıyla uluslararası bir sûret kazanarak gündemimize gelecek ve muhtemelen yine kendimizden başka herkese kabahat atfederek o büyük trajedinin sorumluluğundan sıyrılmaya çalışacağız. Bu hususta "Yevmün cedid, rızkun cedîd" yaklaşımını benimseyerek günü savuşturabiliyoruz ama hadiselerin 100. yılında ağır bir uluslararası baskıyla karşılaşmamız mukadder görünüyor.
1915'te olup bitenlerin hakikatini bilmek ve o hakikatle yüzleşmek mecburiyetindeyiz; bu hususta resmî görüşümüz Türk'ün Türk'e propagandası mâhiyetinden ötede bir geçerlik taşımıyor. Dünya kamuoyu, bizim açıklama şeklimizi doğru bulmuyor. Anladık, sevenimiz pek yok ama bu kadar ülkenin parlamentosunda alınan kararlarla kınanmış olmanın bize hatırlatması gereken küçük bir şüphe dahi yok mudur? Resmî gerçeklerle bildiklerimiz arasındaki farklılıklar, Türk tarih yazımında nevî şahsına mahsus başlı başına bir tür teşkil ediyor; "İtirazcı tarih" başlığı altında listeleyebileceğimiz yüzlerce kitap, makale kaleme alındı ve toplumda karşılık buldu. "Yalan söyleyen tarih utansın" klişesi, yakın dönem tarih yazıcılığımızda anlamlı bir raf teşkil ediyor ve bu tür kitaplarda yazılanlardan neredeyse tamamını gerçek kabul ediyoruz; bu hükmün istisnâsı, 1915 olaylarıdır. Bu meş'um hadiselerden bahsetmek gerektiğinde ancak, "Ama onlar da en zayıf ve çaresiz anımızda bizi arkadan vurmuşlardı" bahânesine sığınmaklığımızda bile esaslı bir zaaf işareti var.
Ya, ders kitaplarında anlattığımız, müfredata koyduğumuz ve anlı-şanlı tarihçilerimize yazdırdığımız "resmî tez" doğru değilse; ya hakikatle savunduğumuz tez arasına sıkışmış binlerce trajedinin yakıcı hâtıralarından hâlâ kan damlıyorsa?
Konuya dönelim: İlhan Selçuk, annesinin gerçek kimliğini ölünceye kadar saklamış; başka ne yapmak şansı vardı ki? Selçuk kardeşler, siyasi kimlikleriyle tanınmış insanlardı ve annelerinin bir Ermeni yetimi olması, bütün kariyerlerini ciddi surette tehdit edebilir, hatta -hiç ilgisi olmamasına rağmen- savundukları politik görüşlere bile zarar verebilirdi. Ermeni, Rum, Çingene kelimelerinin -üzülerek ve utanarak yazıyorum- bugün için bile hâlâ yer yer hakaret anlamında kullanıldığını unutmayalım. Asla unutmamak gereken en önemli nokta, Hikmet Kasım Hanım'ın vaktiyle başına gelen hâdisenin tek ve talihsiz bir kaza olmadığı, bilakis belki sayısı binlere varan emsâlinin bulunduğudur. O çocuklar, o insanlar keşke rızâen İslâm kimliğini tercih etmiş olabilseydiler. Öyle olmadığını hepimiz biliyoruz, buna mecburlardı, başka şansları yoktu.
İçimizden birilerini vaktiyle din ve kimlik değiştirmeye mecbur bırakmak iftihar edilecek bir şey değildir.
Bu raddeden sonra belki de artık tartışmak gereken şey, bugüne kadar saklı kalmış kimliklerin fâş edip edilmeme konusudur; böyle bir bilgiyi kamuya açıklamak veya örtülü bırakmak, tamamen ilgili kişiyi ve ailesini ilgilendiren bir tercih olarak kalmalı ve bu tercihe herkes saygı duymalı. Hasan Cemal'in kitabında bu ayrıntıyı açıklamasını, (Eğer İlhan Selçuk'un vaktiyle böyle bir vasiyeti yok ise) doğru bulmadığımı belirtmek isterim.
...
(*) Ahçik, Ermenice'de kız demekmiş; türküleri vardır.
Soykırım, ağır bir kavram ama 1915'te olup bitenlerin savunulacak bir hâli olmadığını da belirtelim. Görünen köy kılavuz istemez; ısrarla tarihçilere havale ederek üstünü küllemeye çalıştığımız bu mesele, birkaç yıl sonra daha büyük ve vahim boyutlarıyla uluslararası bir sûret kazanarak gündemimize gelecek ve muhtemelen yine kendimizden başka herkese kabahat atfederek o büyük trajedinin sorumluluğundan sıyrılmaya çalışacağız. Bu hususta "Yevmün cedid, rızkun cedîd" yaklaşımını benimseyerek günü savuşturabiliyoruz ama hadiselerin 100. yılında ağır bir uluslararası baskıyla karşılaşmamız mukadder görünüyor.
1915'te olup bitenlerin hakikatini bilmek ve o hakikatle yüzleşmek mecburiyetindeyiz; bu hususta resmî görüşümüz Türk'ün Türk'e propagandası mâhiyetinden ötede bir geçerlik taşımıyor. Dünya kamuoyu, bizim açıklama şeklimizi doğru bulmuyor. Anladık, sevenimiz pek yok ama bu kadar ülkenin parlamentosunda alınan kararlarla kınanmış olmanın bize hatırlatması gereken küçük bir şüphe dahi yok mudur? Resmî gerçeklerle bildiklerimiz arasındaki farklılıklar, Türk tarih yazımında nevî şahsına mahsus başlı başına bir tür teşkil ediyor; "İtirazcı tarih" başlığı altında listeleyebileceğimiz yüzlerce kitap, makale kaleme alındı ve toplumda karşılık buldu. "Yalan söyleyen tarih utansın" klişesi, yakın dönem tarih yazıcılığımızda anlamlı bir raf teşkil ediyor ve bu tür kitaplarda yazılanlardan neredeyse tamamını gerçek kabul ediyoruz; bu hükmün istisnâsı, 1915 olaylarıdır. Bu meş'um hadiselerden bahsetmek gerektiğinde ancak, "Ama onlar da en zayıf ve çaresiz anımızda bizi arkadan vurmuşlardı" bahânesine sığınmaklığımızda bile esaslı bir zaaf işareti var.
Ya, ders kitaplarında anlattığımız, müfredata koyduğumuz ve anlı-şanlı tarihçilerimize yazdırdığımız "resmî tez" doğru değilse; ya hakikatle savunduğumuz tez arasına sıkışmış binlerce trajedinin yakıcı hâtıralarından hâlâ kan damlıyorsa?
Konuya dönelim: İlhan Selçuk, annesinin gerçek kimliğini ölünceye kadar saklamış; başka ne yapmak şansı vardı ki? Selçuk kardeşler, siyasi kimlikleriyle tanınmış insanlardı ve annelerinin bir Ermeni yetimi olması, bütün kariyerlerini ciddi surette tehdit edebilir, hatta -hiç ilgisi olmamasına rağmen- savundukları politik görüşlere bile zarar verebilirdi. Ermeni, Rum, Çingene kelimelerinin -üzülerek ve utanarak yazıyorum- bugün için bile hâlâ yer yer hakaret anlamında kullanıldığını unutmayalım. Asla unutmamak gereken en önemli nokta, Hikmet Kasım Hanım'ın vaktiyle başına gelen hâdisenin tek ve talihsiz bir kaza olmadığı, bilakis belki sayısı binlere varan emsâlinin bulunduğudur. O çocuklar, o insanlar keşke rızâen İslâm kimliğini tercih etmiş olabilseydiler. Öyle olmadığını hepimiz biliyoruz, buna mecburlardı, başka şansları yoktu.
İçimizden birilerini vaktiyle din ve kimlik değiştirmeye mecbur bırakmak iftihar edilecek bir şey değildir.
Bu raddeden sonra belki de artık tartışmak gereken şey, bugüne kadar saklı kalmış kimliklerin fâş edip edilmeme konusudur; böyle bir bilgiyi kamuya açıklamak veya örtülü bırakmak, tamamen ilgili kişiyi ve ailesini ilgilendiren bir tercih olarak kalmalı ve bu tercihe herkes saygı duymalı. Hasan Cemal'in kitabında bu ayrıntıyı açıklamasını, (Eğer İlhan Selçuk'un vaktiyle böyle bir vasiyeti yok ise) doğru bulmadığımı belirtmek isterim.
...
(*) Ahçik, Ermenice'de kız demekmiş; türküleri vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder