24 Haziran 2013 Pazartesi

Dilekler ve gerçekler- Doğu Ergil

Bu bayramın, ümit ettiklerinizin en azından bir bölümüne kavuşmaya vesile olmasını dilerim.

En çok neye ihtiyacımız var, diye düşündüğümde "barış" sözcüğü öne fırlıyor. Ama o bir klişe olarak tekrar edip anlamını silikleştirdiğimiz "Yurtta barış, cihanda barış" sloganındaki büyük barıştan söz etmiyorum. Günlük hayatın akışı içinde geleceğinden güven duymak, beraber yaşadığın insanlara güvenmek ve emeğinin karşılığını almanın huzuru, murat ettiğim. Bir de haksızlığa uğradığında bunun giderileceğine ilişkin adalet duygusunun olması. Huzur bunların bir toplamı...

Ama geriye şöyle bir baktığımızda ve ideolojik ezberleri bir yana koyduğumuzda ülkemizde ve dünyada barıştan ne kadar uzak olduğumuzu görürüz. Atatürk bu vecizeyi söyledikten sonra üzerinden koca bir dünya savaşı (2.) geçti. İrili ufaklı pek çok savaş gördük. Kimisi sınırımıza dayandı (Irak). Ya içeride?


Bırakın silahla yürütüleni, birkaç kültürel savaş türü sayayım size: 1- Her gün birkaç kadının öldürülmesi ve kadına karşı şiddetin hızını hiç kesmemesi. 2- Bir "canavar" yaratıp suçu ona yüklediğimiz trafik sorunu. 3- Etnik ve dinsel sorunların azdırılarak iç çatışmaların çıkarılması (Maraş, Yozgat, Çorum gibi); bunları önleyeceğiz diye darbeler yapılması ve onların toplum üzerindeki yıkımı.

Bunlara bir de 30 yıldır koca bir ordunun kendi ülkesinde sürdürdüğü bir savaş olduğuna gözümüzü ve aklımızı kapadığımız Kürt sorununu ekleyin. Kürt olgusunun, (Kürtler'in varlığını, kendi kimlikleri ile vatandaş olmak isteğinin) inkârı sonucu doğan "sorun"un bir iç savaşa dönüşmesi bakın nelere yol açtı: a) Etnik gruplar arasında gerilimler ve güvensizlik doğdu. b) Dinsel gruplar arasındaki mesafe ve güvensizlik gelişti. c) Devlet, bir "güvenlik" aygıtına dönüştü. d) Siyasal sistem militerleşti (askercileşti). e) Kalkınmaya ve sosyal hizmetlere gidecek kaynaklar güvenlik için harcandığı için göreli yoksulluk ve gelişme güdüklüğü doğdu.

Yani, ne dünyada ne de yurdumuzda gerçek bir barış yaşadık. Barış anları hep gerilimlerin ve çatışmaların arasındaki sürelerle sınırlı kaldı. Sovyet sistemi çökünce Soğuk Savaş bitti sandık. Oysa Soğuk Savaş diktatoryal ve otoriter ülkelerin içlerinde; yönetimle, halkları arasında devam etti. Renkli devrimler ile Balkanlar'da ve Kafkasya'da, Arap Baharı ile Ortadoğu'da yeni yeni sonlanıyor.

Bir toplumda barışın olmaması orada üç şeyin eksikliğini gösterir: 1- Toplumu yöneten kadro veya mekanizma halktan kopuktur. Onun iradesinden çok kendi tercihlerini topluma dayatıyordur. 2- Ülkenin kolluk güçleri (ordusu-polisi) toplumun ve onun meşru temsilcilerinin denetiminde değildir. Kendi başına buyruktur. 3- Toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında eşitlik ve adalet duygusu yitirilmiştir. Farklılıklar bağdaştırılamayınca, bastırılır. Oysa yurttaşlık yasa önünde eşitlik, siyasette katılma ve temsil olanağı, yönetimde adalet ile anlam kazanır. Makbul (veya birincil) ve ikincil yurttaşlık duygusu toplumsal huzursuzluğun mayasıdır. Yönetilemeyen, giderilemeyen huzursuzluklar "sorun" olmaya, sorunlar da çatışmaya adaydır.

Anlatması ne kolay değil mi? Sanki bu mantığı geri sararsak, çatışmadan uzlaşmaya ve barışa varırız diye düşünülebilir. Varabiliriz de. Ama bu genellikle yapılmaz çünkü siyaset genellikle bir yönetim olgusu olarak değil, egemenlik olgusu olarak algılanır ve yaşanır. Egemenliğin diğer tarafı tabiyettir (baş eğme). Siyaset böyle yaşanınca olgular sorun, sorunlar savaş olarak sonuçlanıyor.

Hiç yorum yok: