18 Ocak 2013 Cuma

İslamofobi endüstrisi-PINAR DEMİR


14 Ocak 2013 / PINAR DEMİR
Batı’da İslamofobi, ideolojik ve mali temas içindeki bir grubun gayretiyle büyütülmeye çalışılıyor. Yeni tahrik filmleri yolda. Geçen hafta New York metrosuna asılan provokasyon yüklü reklam panoları bu çevrelerin son marifeti.

merika Birleşik Devletleri (ABD) dinî özgürlüklerin ileri derecede yaşandığı bir ülke. Amerika Dinî Kimlik Anketi’nin (ARİS) verilerine göre, toplumun yüzde 80’i kendini Hıristiyan olarak tanımlıyor. Müslüman, Musevi, Budist ve Hindular toplumun yüzde 4’ünü oluşturuyor. Her dinden ve mezhepten milyonlarca insan Amerika’nın her yerine dağılmış ibadethanelerde dinî pratiklerini yerine getirebiliyor. Kamusal alanda da dinî sembolleri taşıma konusunda bir engelle karşılaşmıyorlar. Fakat dinî özgürlüklerin anayasal güvence altında olduğu Amerika’da, 11 Eylül saldırısıyla görünür hâle gelen İslamofobinin yükselişi bu özgürlük ortamına gölge düşürme potansiyeli taşıyor. Bazı araştırmacılar bu olguyu ekonomik krizin tetiklediği problemler sebebiyle ortaya çıkan kimlik krizi ve yabancı düşmanlığının bir parçası olarak açıklıyor. Ama sonuç değişmiyor: Batılı ülkelerin genelinde İslamofobi yükselişte.
Söz konusu yükseliş, bir süre önce Hz. Muhammed’i (sas) hedef alan ‘Müslümanların Masumiyeti’ isimli film ve ona karşı İslam dünyasında ortaya çıkan manzara ile farklı bir boyutu gündeme getirdi. Filmin yapımcı ve finansörleri, karanlık ilişkileri olan insanlardı ve film 11 Eylül’ün yıl dönümünde, dahası ABD başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde dolaşıma sokulmuştu. İslamofobinin kullanışlı bir siyasi araç olarak üretilmesi ve uygun zamanda sahneye sürülmesi, dikkatleri paranoyayı üreten ilişkiler ağına çevirdi. Filmle ilgili tartışmalar etkisini kaybetse de İslamofobi olgusu Batılı sosyal bilimcileri ve politikacıları endişeye sevk ediyor. Çünkü, tabii süreçler içinde gelişen bir sosyal gerçeklik değil İslamofobi. Bilakis, milyonlarca doların döndüğü ‘İslamofobi Endüstrisi’ diyebileceğimiz bir pazardan ve bunu iş edinmiş aktörlerden bahsediyoruz. Mücadele etmek için önce bu endüstrinin aktörlerini tanımak gerekiyor.

 2001’deki İkiz Kuleler ve Pentagon saldırısı İslamofobi endüstrisinin en kullanışlı malzemesi oldu. 1995’teki Oklahoma City bombalaması da (sağ üstte) gerçek fail yakalanıncaya kadar bu amaçla kullanıldı.
Washington merkezli Center For American Progress (CAP) adlı düşünce kuruluşunun “Korku şirketi: Amerika’da İslamofobi ağının kaynakları” raporu, bu endüstrinin nasıl bir ilişki ağı içinde çalıştığı ve finanse edildiğine dair önemli veriler sunuyor. Ağustos 2011’de açıklanan araştırma sonuçlarına göre, bazı vakıflar tarafından 2001-2009 yılları arasında İslam karşıtı düşünce kuruluşlarına tam 42,6 milyon dolar aktarıldı. Bu meblağ ‘Şeriatın Amerika’daki özgürlükler için ölümcül bir tehdit olduğu’ yönündeki dezenformasyonu bilimsel gerçekmiş gibi takdim etmek üzere kullanılıyor. Daha sonra bu malzeme aktivistler, medya organları ve bazı siyasetçilerden oluşan halka tarafından propaganda aracına dönüştürülüyor. Obama’ya yakınlığı ile bilinen düşünce kuruluşu CAP, nefret zincirinin halkalarını ve toplumsal barış için nasıl bir tehlike arz ettiğini 130 sayfalık raporunda gösterdi. Norveçli ırkçı katil Anders Breivik, manifestosunda bu halkadan Robert Spencer ve onun ‘Jihad Watch’ adlı bloguna 162 kez atıf yapmıştı. Bu da tehlikenin boyutları hakkında bir fikir veriyor.
Breivik’in katliamına ilham veren İslamofobik kampanyalar, Amerikan toplumunda da etkisini gösteriyor. Geçen Ramazan’da İllinois eyaletinde silahlı bir saldırgan, namaz esnasında camiye ateş etti. California’daki bir camiye silahla giren bir başka saldırgan ibadet edenleri öldürmekle tehdit etti. Yakınlarda, New York metrosunda bir Hintli göçmeni raylara iterek öldüren kadın, cinayeti Müslümanlardan nefret ettiği için işlediğini itiraf etti. Şahsı Müslüman’a benzettiği için iten kadın, nefret suçu kapsamında yargılanacak. FBI raporları, Müslümanlara karşı nefret suçlarında ciddi artış olduğunu gösteriyor.
‘Korku Şirketi’ raporunu hazırlayan ekipten CAP politika analisti Mathew Duss, raporun Müslümanlar hakkında histeri oluşturmak üzere organize çalışıldığını göstermede önemli rol oynadığını belirtiyor. Duss, küçük bir azınlığı oluşturduğu için pek çok Amerikalının Müslümanlar ve İslam’la temas içinde olamadığının altını çiziyor. Sadece haberlerde gördükleri kadarıyla ve çoğunlukla şiddetle ilintili hadiseler vesilesiyle bilgi sahibi olabiliyorlar. Bu yüzden Müslümanlar hakkında olumsuz şeyler düşünmeye meyilliler. CAP’in raporunun buna işaret etmek için de hazırlandığını vurgulayan Duss, metne yapılan atıflarla ilginin devam ettiğini belirtiyor.
7 büyük vakfın milyonlarca dolar aktardığı düşünce kuruluşları ve organizasyonları aşırı sağcı yazarlar yönetiyor. Bunlar İslam hakkında yanlış ve önyargılı malzeme yığınını gerçekmiş gibi servis ediyor. Malumat yığını, oy peşindeki aşırı sağcı veya Cumhuriyetçi politikacılar tarafından siyasi retoriklerini desteklemek için kullanılıyor.
Michigan Üniversitesi Tarih bölümünden Juan Cole, Amerika’daki İslamofobik çevrelerin 4 ayrı merkezi olduğunu vurguluyor. Müslümanlarla ‘insanların ruhlarını kurtarma’ konusunda yarış içinde olan Evanjelik ve fundamentalist Hıristiyanlar önemli rol oynuyor. Komünizmin çöküşünden sonra korku siyasetlerinin merkezine İslam’ı yerleştiren bazı Cumhuriyetçi politikacılar diğer merkezi oluşturuyor. Onları destekleyen sağ görüşlü zenginlerin yanı sıra sağcı Siyonist gruplar da İslam karşıtlığı üreten odaklardan. Siyonist gruplar, İslam karşıtlığını Filistin meselesiyle ilgili kampanyaların parçası olarak görüyor. Bunlardan bazıları Pamela Geller’in Atlas Shrug’ı gibi her gün İslam’a saldıran web siteleri hazırlıyor. Juan Cole, 4 grup içindeki bazı unsurların Müslümanları provoke etmek için çekilen ‘Masumiyet’ komplosuyla bağlantılı olabileceğine işaret ediyor.
The American Muslim dergisinin kurucusu ve editörü Sheila Musaji, İslam karşıtı çevrelerin birbirleriyle irtibatını yakından takip etmesiyle tanınan bir isim. Musaji, Hz. Muhammed’e (sas) iftiralarla dolu filmi çekenler hakkında ilginç ayrıntılara dikkat çekiyor. Çekimde rol alan Media for Christ adlı kuruluşun mali kayıtlarına göre 2007’de 65 bin dolar olan geliri, 4 yıl sonra 1 milyon doların üzerine çıkmış. 2010 ve 2011’deki  ani ve sıra dışı artışın nasıl olduğu bilinmiyor.
Evanjelik Hıristiyan bir kuruluş olan Media for Christ’in sahibi Mısır asıllı Amerikalı bir Kıpti olan Joseph Nasralla Abdelmasih. Bu kuruluşun başında bulunan ve aynı firmaya ait televizyonda ‘Uyan Amerika’ adlı program yapan Steve Klein, söz konusu filmi çeken ekibin içinde adı geçen başka bir isim. Ekstremist bir Evanjelik olan Klein, İslamofobi şebekesinin medya ayağındaki çok önemli isimlerden Pamela Geller’in web sayfasına ve Robert Spencer’in Jihad Watch (Cihat İzleme) adlı bloguna düzenli olarak yazı gönderiyor. Aynı isimlerin, nefret kuruluşu SIOA’nın (Stop İslamization of America - Amerika’nın İslamlaşmasını Durdurun) New York’taki cami karşıtı gösterilerinde de ön saflarda yer aldığı biliniyor.
Steve Klein, ‘Masumiyet’ filmini Amerika’nın 50-60 sene içinde ne hâle geleceği konusunda insanları uyarmak için çektiklerini ileri sürüyor. Ona göre, nüfusun yüzde 10’una erişecek olan Müslümanların durdurulması gerekiyor. İslam’ın bir kanser olduğunu iddia eden Klein, filmle ilgili yanıltıcı bilgileri de veren şahıs. Zaten yapımcı diye lanse edilen Sam Bacile’in Yahudi olduğu, filmin de Yahudi bağışçıların parasıyla çekildiği söylenmişti. Klein sonradan bunun doğru olmadığını, Bacile’in bir takma isim olduğunu itiraf etti. Sheila Musaji, filmin Yahudilere mal edilmesinin de planın parçası olduğuna dikkat çekiyor.
Uluslararası koalisyon var
Musaji, şebekenin elemanlarını takip etmenin her zaman kolay olmadığını söylüyor. Çünkü sık sık isim değiştiriyorlar. Bazen takma isimlerle ortaya çıkıyorlar. Çok hızlı yeni kurum ve örgütlenme içine giriyorlar. Sadece Amerika’da  değil, uluslararası boyutta da yeni koalisyonlara gidiyor, organizasyonlar oluşturuyorlar. En dikkat çekici olanı geçen yıl SION adıyla kuruldu. Ocak 2012’de Stop Islamisation of America ile Stop Islamisation of Europe birleşerek Stop Islamisation of Nations (SION, Ulusların İslamlaşmasını Durdurun) adlı koalisyonu kurdular. Musaji, yönetim kurulunda adı geçen Ali Sina adlı şahsın, aynı dönemde, Hz. Muhammed hakkında film yapılmasının zamanı geldiğine dair yazılara başladığına dikkat çekiyor. Şebekenin tanınmış figürlerinden Pamela Geller da projenin öneminden bahsedip herkesi projeye destek olmaya çağırmış.
İslamofobinin Avrupa’da da önemli sorun hâline geldiğini hatırlatalım. Stop Islamisation of Europe (SIOE, Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurun) grubu ilk olarak Danimarka’daki karikatür krizi sırasında ortaya çıkmıştı. Ardından Avrupa’da çapında örgütlenmeye ve eylemlere girişen grup, amacını “İslam’ın Avrupa’da baskın bir siyasi güç olmasını engellemek” diye açıklıyor. Müslüman ülkelere boykot çağrıları yapan grup, Avrupa’daki İslam karşıtı çoğu eylemin başaktörü. Avrupa’da pek çok ülkede ‘Stop Islamisation of’ çağrısını, politikalarının merkezine koyan kişi ve kuruluşlar mevcut. İslam karşıtı ve yabancı düşmanı fikirleriyle tanınan Hollandalı aşırı sağ siyasetçi Geert Wilders bunlardan biri. Kendi İslam algısını aktardığı ‘Fitne’ filmiyle tartışmaların odağına yerleşen Wilders, İslam’dan nefret ettiğini açıkça dile getiriyor. Daniel Pipes’in yönettiği Middle East Forum üzerinden, Wilders’ın politik faaliyetlerine destek olmak üzere fon aktarıldığı da biliniyor. Bu destek, Avrupa ve Amerikalı İslamofobik çevrelerin finansal bağlantılarını da gösteren dikkat çekici bir örnek.

 Yıkılan ikiz kulelerin yakınına yapılacak kültür merkezi, içinde mescit olacağı için ‘cami’ diye lanse edildi ve protestolara maruz kaldı.
İslam’a Fransız bakışı
İslam karşıtı kampanyaların hükümetler nezdindeki etkisini gözlemek içinse Fransa iyi bir örnek. Fransa’daki peçeli kadın sayısı bini geçmezken peçe yasağına gerek görülmesi paranoyanın boyutu hakkında fikir veriyor. Geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Fransızların yüzde 43’ü cami yapımına izin verilmemesini istiyor. Yüzde 60’lık kesim İslam’ın toplum üzerindeki etkisinin çok büyük olduğuna inanıyor. 2011 verilerine göre, İslamofobik vakalarda yüzde 42’lik artış var. Sadece aşırı sağcı değil, merkez politikacıların da İslam karşıtı söylemlerden etkilenmesi ciddi probleme işaret ediyor.
Sheila Musaji’nin verdiği bilgilere göre, 2012’de  Amerika ve Avrupa’dan 6 önemli İslamofobik kuruluş küresel müttefik olduklarını ilan etti. 4 Ağustos’ta Stockholm’de ilk buluşmalarını gerçekleştiren müttefikler, kampanyalarını yönlendirmek üzere medya bağlantılı bir mekanizma geliştirme kararı aldı. İttifak mensupları, retoriğin ötesinde pratik adımlar atılması kararına vardı. Musaji, ‘pratik adımlar’dan kastın filmler olduğunu düşünüyor. Zaten aynı yılın temmuz ayında filmin tanıtım fragmanları internette dolaşıma sokuluyor. Küresel müttefikler ikinci buluşmalarını 11 Eylül 2012’de New York’ta ‘İfade özgürlüğü’ kongresinde gerçekleştirdi. 11 Eylül’den bir hafta önce de filmin yapım ekibinde adı geçen Morris Sadek fragmanları Arapçaya çevirerek Mısır’daki bir TV kanalına, aktivistlere ve gazetecilere servis etti.
Libya’daki elçilik saldırısından sonra Daniel Pipes, Robert Spencer, Pamela Geller gibi İslamofobi şebekesinin aktörleri filmle ilgileri olmadığını açıklama gereği duydu. Musaji, daha önce yazdıkları gerilim artırıcı yazıları olaydan hemen sonra sildiklerini tespit etmiş. Hatta bazıları hedef saptırmak için bunun bir Selefi komplosu olduğunu bile ileri sürmüş. Musaji, olayların kışkırtılmasında sorumluluğu olanların bulunabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Bu olaylar esnasında komplo, nefret suçu, şiddete teşvik, İslamofobi, psikolojik terörizm gibi pek çok fiil işlenmiştir.”
Daniel Pipes, yazdığı bir makalede Batılı editör ve yayın yönetmenlerini Hz. Muhammed (sas) hakkında her gün bir karikatür yayımlamaya çağırıyor. Pipes, “Biz kutsal inekleri (Hinduların kutsalını kast ediyor) hamburger yapıyoruz, Müslümanların bu gerçeğe alışması lazım.” şeklindeki müstehzi ifadesiyle, Müslümanlara kendi kutsallarının ifade özgürlüğü yanında bir değeri olmadığını hatırlatıyor. Ana akım medyanın yayın editörleri bu dâhiyane(!) fikri ne kadar ciddiye alır bilinmez ama bazı çevreler ‘İslam tehdidi’ efsanesiyle mücadele adına durumdan vazife çıkarmaya devam ediyor.
Los Angeles Times’in haberine göre, iki farklı yapımcı yeni filmler çekmek için harekete geçmiş bulunuyor. Bunlardan biri Mosab Hassan Yousef adında Filistinli bir Hıristiyan. Diğeri ise SION’un yönetim kurulu üyelerinden, Ali Sina isimli İranlı bir ateist. Daniel Pipes, kendi web sayfasında İmran Firasat adında İspanya’da yaşayan  irtidât (dinden çıkma) etmiş bir Pakistanlının da böyle bir hazırlık içinde olduğunu müjdeliyor! Filmin bu yıl 4-5 farklı dilde gösterime girmesi planlanıyor.
CAP’in raporuna göre Pipes, İslamofobi şebekesinin ikinci bir halkası olan ‘yanlış bilgilendirme uzmanları’ grubunun tanınmış bir figürü. Bu grubun yönettiği düşünce kuruluşları, vakıflardan aktarılan milyonlarca doları gerçekleri kasıtlı olarak çarpıtmak için kullanıyor. Söz konusu rapor, Amerika’nın gündemini kirleten İslam karşıtı mesajların çoğunu üreten kuruluşların başındaki Frank Gaffney, David Yerüshalmi, Daniel Pipes, Robert Spencer, Steven Emerson gibi kilit önemde beş isme dikkat çekiyor. Bu kişiler, Amerikan toplum ve siyaseti üzerinde büyük etki sahibi olmakla övünüyor. Fakat bu etki onların araştırmalarının bilimsel inandırıcılığından değil, raporda sözü edilen 7 vakıftan aktarılan paranın artmasından kaynaklanıyor. Böylece, yönettikleri organizasyonlar aracılığıyla Amerikalı Müslümanlar ve İslam hakkında  mitler üretip korku tacirliği yapabiliyorlar. Rapor, korku tacirlerinin bilgi servis ettiği diğer halkalar hakkında da ayrıntılı bilgilerle dolu. Eagle Forum adlı düşünce kuruluşunun Amerika’daki Türk okullarını hedef gösterdiği de paylaşılan bilgiler arasında.
Histeri oluşturmak ve nefret söylemleri üretmek için neler yapıldığını Park51 olarak bilinen olayda somut olarak görülüyor. Park51, asıl adı Kurtuba Projesi olan kültür merkezinin kamuoyunda bilinen adı. Projenin başında, dinî aşırılıklarla mücadelede FBI ve diğer resmî birimlerle işbirliği yapmış Faysal Abdurrauf adında Kuveyt asıllı bir âlim yer aldı. Basketbol sahası, yüzme havuzu, kütüphane gibi bölümleri olan sosyal amaçlı külliyede mescit bulunması karşı kampanyanın başlamasına sebep oldu. ‘Sıfır noktası’ olarak bilinen ikiz kulelere yakın bir noktada yapılması planlanan proje, malum çevreler tarafından İslamofobik kampanyanın nesnesi hâline getirildi. SIOA inisiyatifinin kurucularından Pamela Geller, projeyi ‘sıfır noktası camii’ olarak adlandırdı. Projenin resmî makamlarca onaylanmasının ardından NY Times’da çıkan haberin başlığı ise ‘Dünya Ticaret Merkezi Camii’ diye kışkırtıcı bir ifade içeriyordu. Bir süre sonra SIOA ekibi, “9/11 Camii’ni durdurun” sloganlı bir kampanya düzenledi. Geller, 11 Eylül’ün yıl dönümünde söz konusu projeye karşı bir gösteri organize etti. Şubat 2011’de yine SIOA tarafından yayımlanan film “Sıfır Noktası Camii: 9/11 Saldırılarının İkinci Dalgası” adını taşıyordu. Kamuoyunun bu tarz bir kışkırtmaya karşı hassas olduğu dönemde yürütülen kampanyanın seyri, İslamofobik çevrelerin çalışma şekli hakkında fikir veriyor. Her şeye rağmen Kültür Merkezi’nin 2011’de hizmete açıldığını hatırlatalım.
İslamofobik şebekenin akıl almaz paranoyalarından biri de şeriat yasalarının Amerikan yargı sistemine sızdığı iddiası. Bu iddia ‘Society of Americans for National Existence’ adlı düşünce kuruluşunun kurucusu David Yerushalmi’ye ait. Yerushalmi, yabancı bir hukuk sisteminin Amerika’ya sızmasını engellemek amacıyla hazırladığı yasa taslağını eyalet senatoları için model göstermesiyle tanınıyor. 10’dan fazla eyalet senatosuna sunulan yasa taslağı bazı eyaletler tarafından dikkate alınmış. CAP raporu Texas, South Carolina ve Alaska senatolarındaki ilgili maddelerin Yerushalmi’nin taslağıyla benzerlik taşıdığını tespit ediyor. Yerushalmi’nin Amerika’da hangi camide hangi şeriatın uygulandığını gösteren bir harita çıkardığı da raporda yer alıyor.
CAP analisti Mathew Duss, Amerikan tarihini hatırlatarak ümitsiz olmadığını söylüyor: “Bu tarihimizde bir ilk değil. Geçmişte de bazı dinî ve etnik azınlıkların husumetle karşılaştıkları dönemler oldu. Mesela John F. Kennedy’nin Katolikliği 1960 başkanlık seçimi kampanyalarında konu edilmişti. Fakat biz her zaman bunları daha güçlenerek ve hoşgörü ve kapsayıcılık gibi Amerikan değerlerine daha bağlı kalarak atlattık.”

 İslam karşıtı AFDI, İkiz Kuleler’in yanan görüntüsü üzerine tahrif edilmiş Kur’an ayeti monte ettiği yeni bir afişi geçen hafta dolaşıma soktu.
Dindarlardan ‘sosyal’ tavır
Müslüman olsun olmasın sivil toplum örgütlerinin kışkırtıcı bilgileri çürütmek ve Amerikalıları eğitmek için birlikte çalıştığını ifade eden Duss, Amerika’da ifade özgürlüğünün, ifade saldırgan bile olsa çok ciddiye alındığını, hükümetin işinin bunu sınırlamak olmadığını söylüyor: “Bu tarz ifadelerin hem hakikaten yanlış, hem de dinî hoşgörü gibi başka Amerikan değerlerini ihlal ettiğini göstermek CAP gibi sivil örgütlerin yapacağı bir iştir.”
Amerika’nın gücü ve etki alanı düşünüldüğünde, milyonlarca doların akıtıldığı bu endüstri elbette dünya barışını tehdit etme potansiyeli taşıyor. Endişelenmek için yeterince sebep yanında, Amerika’da ifade özgürlüğünün genişliği ve sivil toplumun gücü mücadelede önemli imkânlar sunuyor. Gerek Müslümanlar,  gerekse bir arada yaşama idealini gerçekleştirmeye çalışan her dinden Amerikalı, sosyal medyanın imkânlarını da kullanarak nefret söylemiyle başa çıkmanın yollarını arıyor.
‘Americans Agains İslamophobia (İslamofobiye karşı Amerikalılar)’ bu amaçla bir araya gelmiş. Grubun Facebook sayfasının, yüzde 90’ı Amerikalı olmak üzere her dinden 100 bine yakın üyesi var. Grup, günlük gazete işlevi gören İslamophobiaToday.com adında eğitim amaçlı bir web sitesi hazırlıyor. Sitenin yöneticilerinden Jacob M. Hausner, küçük bir azınlığın eylemlerine odaklanan ve büyük Müslüman çoğunluğun bütün olumlu varlığını yok sayan İslam karşıtı propagandacılara eğitim ile karşı durmaya çalıştıklarını söylüyor. Hausner, İslamofobinin dünya barışı ve Amerikan toplumu için büyük tehdit olduğu görüşünde. Bunun sonuçları Amerika’da New York’taki Park51 Camii fiyaskosunda, Hz. Muhammed’e (sas) dair filmde olduğu gibi küresel ölçekte görüldü. Her ikisi de nefret ajanlarının bölücülüğü kışkırtan lüzumsuz provokasyonlarıydı. Hausner’a göre, İslamofobinin toplum açısından en yaygın tehdidi, kanunlara saygılı Müslüman vatandaşları marjinalize etme, ayrımcılığa ve bağnazlığa maruz bırakma noktasında kendini gösteriyor.
İslam ile ilgili kavramlara ve Hz. Peygamber’in kişiliğine yönelik dezenformasyon kampanyasına karşı insanları bilgilendirmek için sosyal meyda imkânlarını kullanan başka organizasyonlar da var. Bunlardan biri İslamofobik çevreler tarafından şiddet çağrışımlarıyla özdeşleştirilen ‘cihat’ kavramını doğru anlatabilmek için oluşturulmuş ‘MyJihad (Benim Cihadım)’ kampanyası. Amerika İslam İlişkileri Konseyi CAIR’in organize ettiği kampanya ile Müslümanların kişisel hayatlarında cihat kelimesine yüklediği anlamlar paylaşılıyor. CAIR’in otobüs reklamlarıyla devam ettiği kampanyanın etkisi İslamofobik çevreleri çok rahatsız etmiş olmalı ki, karşı kampanya gecikmedi. İslam karşıtı faaliyetleriyle bilinen AFDI’nin (Amerika Özgürlüğü Müdafaa Girişimi) yöneticisi Pamela Geller ve Robert Spencer’in mucidi olduğu yeni bir reklam kampanyası New York reklam panolarında yerini aldı. CAIR’in teşebbüsünü etkisizleştirmeyi, cihat kavramıyla ilgili negatif mesajı kitlelere ulaştırmayı hedefliyorlar. Reklam afişinde Bin Ladin’in resmiyle birlikte onun daha önce Amerika’ya ithafen yazdığı mektuptan bir cümle kullanılmış. “Sizi öncelikle İslam’a davet ediyoruz. Bu benim cihadım, seninki ne?” cümleleriyle diğer kampanyaya gönderme yapılıyor.

 Müslümanların cihadı doğru anlatan reklamına malum çevreler Bin Ladin’le karşılık verdi.

Yeni plan, Kur’an üzerinden
Cihat kavramının zihinlerdeki olumsuz çağrışımlarının değişmesini istemeyen AFDI, geçen yaz New York metrosundaki büyük tepki toplayan ve Müslümanları ‘medeniyetsiz vahşiler’ diye yaftalayan reklam panolarını da finanse eden grup. AFDI ikiz kulelerin yanan görüntüsü üzerine, tahrif edilmiş Kur’an ayeti monte ettikleri yeni bir reklam afişini de geçen hafta dolaşıma soktu. Afişte Ali İmran suresinin 151. ayeti, bağlamından koparılıp ‘terör’ kelimesi zikredilerek kullanılıyor. Bu provokasyon, söz konusu ekibin niyeti hakkında düşündürücü bir örnek sunuyor.
  Görüldüğü üzere, İslamofobik gruplar bulabildikleri her imkânı nefret mesajlarını kitlelere ulaştırmak için kullanıyor. Arkalarındaki devasa finansal güç, işlerini kolaylaştırsa da yalan ve çarpıtma üzerine kurdukları söylemlerini çürütmek zor değil. İslamofobi Endüstrisi kitabının yazarı Nathan Lean, sivil toplum örgütlerinin kampanyaları yanında kişisel olarak yapılabileceklerin önemine işaret ediyor. Müslüman karşıtı söylemlerin dillendirildiği ortamlarda bunun yanlış olduğunu yüksek sesle ifade etmenin barış içinde yaşamak isteyen herkesin sorumluluğu olduğunu hatırlatıyor. Lean, yapılabilecekleri şöyle özetliyor: “İslamofobik hisler güden liderleri oylarımızla tasfiye etmeli, onları fonlayan ve arkalayan gruplara  baskı uygulamalıyız. Bu da, sivil haklarla ilgili çalışmaları olan gruplarla, barışı destekleyen ve nefreti önlemeye çalışan inançlar arası diyalog gruplarıyla iş birliği yaparak, yerel gazetelerde yorum sayfalarında makaleler yazarak, Müslüman arkadaşlar ve komşular edinerek, bilgi için doğru kaynaklara başvurarak, toplumun uzman olarak gördüğü, saygı duyduğu, eğitimli insanlardan daha fazla şeyler öğrenerek mümkündür.”
İslamofobik kampanyalar, Batılı toplumlarda telafisi zaman alacak sonuçlar üretmeden adım atılması gerekiyor. Henüz geri dönülemez bir noktada değiliz. Politikacıların, akil adamların ve kanaat önderlerinin, durumu ciddiye alıp uzun vadeli planlar üzerinde çalışması şart. Milyonlarca doların döndüğü İslamofobi pazarı nefret üretirken Müslümanların da dikkatli olması elzem. Malum çevrelerin sıradan Müslümanları bile ‘gizli cihadist’ olarak yaftaladığı bir ortamda İslam karşıtı kampanyalara bahane vermekten kaçınılmalı. İslami temsili olan kişi ve kuruluşların bu hayati sorumluluğu dikkate alması icap ediyor. Pek tabii bu ağın Amerika dışında, özellikle İslam ülkelerinde hangi organizasyonlarla işbirliği yaptığı, muhayyel bir şeriat tehdidine karşı ne tür bağlantılar kurduğu ayrıca merak konusu. Umarız işin bu tarafını da ortaya çıkaran güvenilir araştırmalar yapılır.

İslamofobi şebekesini besleyen fonlar
“Korku şirketi: Amerika’da İslamofobi ağının kaynakları” adlı raporda İslamofobi üreten söz konusu şebeke beş başlık altında incelenmiş. Bunlar, söz konusu ağa bağış yapan kuruluşlar, yanlış bilgi üreten uzmanlar, taban organizasyonları ve dinci sağ, İslam karşıtı propagandanın sağcı medya seçkinleri ve politik oyunculardan oluşuyor. İlk grupta şebekeyi besleyen ana damar olarak en çok bağış yapan 7 vakıftan bahsediliyor. 2001-2009 yılları arasında İslam karşıtı faaliyetler için toplam 42,6 milyon dolar aktaran bu vakıfların isimleri ve bağış portföyleri şöyle:
 Donors Capital Fund:Vakfın bağışçı portföyü geniş ve isimleri açıklanmıyor. O yüzden mali olarak izini sürmek kolay değil. Vakıf, 2007-2009 arasında İslamofobi üreten düşünce kuruluşlarına tam 21 milyon 318 bin 600 dolar katkıda bulunmuş. Başta Clarion Fund olmak üzere Daniel Pipes’in yönettiği Middle East Forum adlı düşünce kuruluşu ve Davit Horowitz Freedom Center, söz konusu vakfın mali olarak desteklediği kuruluşlar olarak öne çıkıyor. Donors Capital Fund (DCF), İslamofobik olmayan fakat muhafazakâr olarak bilinen kuruluşlara da 2009 yılında 60 milyon dolar bağış yapmış. Bunlar arasında Amerika’yı saldırgan bir dış politikaya teşvik ettiği bilinen Washington merkezli Amerikan Enterprise Institute (AEI) de var. AEI’in kıdemli üyelerinden Christopher DeMuth, aynı zamanda Donors Capital Fund’un yönetim kurulu üyesi. DCF’nin yönetim kurulunda Amerika’nın önde gelen muhafazakâr düşünce kuruluşlarından başka isimler de bulunuyor.
 Richard Mellon Scaife Foundations:Bağış zincirinin bir diğer finansörü olan kuruluş, ‘sağın fonlama babası’ olarak bilinen ve bankacılık, petrol ve alüminyum sektörlerindeki servetiyle Forbes dergisinin ‘en zenginler’ listesinde 993. sırada yer alan bir milyarder, Richard M.Scaife tarafından yönetiliyor. Vakıf, 2001-2009 arasında büyük kısmı Davit Horowitz Freedom Center’a olmak üzere İslamofobik gruplara 7 milyon 875 bin dolarlık yardımda bulunmuş.
 The Lynde and Harry Bradley Foundation:Otomasyon ekipmanı sektöründe milyarca dolarlık yatırımı olan iki kardeşin kurduğu bir vakıf. Ana akım muhafazakâr kuruluş ve gruplara milyon dolarlık bağışlar yapıyor. The Bradley Foundation’ın  2001-2009 arasında İslamofobik düşünce kuruluşlarına yaptığı yardım miktarı 5 milyon 370 bin dolar. Bu vakfın bağışlarından aslan payını 4 milyon 250 bin dolar ile David Horowitz Freedom Center alıyor. The Bradley vakfı, aynı zamanda İslami düşünce ve değerleri açıklamaya çalışan organizasyonlara da destek oluyor. Mesela  ‘toleransı geliştirmek ve Müslümanların kendi içinde ve diğer insanlarla arasındaki fikir alışverişine katkıda bulunmak’ amacıyla kurulan ‘American İslamic Conference’, vakfın desteklediği bir organizasyon.
 The Newton D. & Rochelle F. Becker Foundation:Vakıf kendi misyonunu “İsrail’e ve Yahudilere karşı taraflı davranan medya ile mücadele eden Yahudi kurum ve programlarına yardım faaliyetinde bulunmak” şeklinde ifade ediyor. Vakfın, 2001-2009 arasında İslamofobik kuruluşlara yaptığı bağış miktarı 1 milyon 136 bin dolar.
 Russel Berrie Foundation:Vakıf amacını “Yahudi toplumsal hayatının zenginliği ve devamlılığını geliştirmek, dinî anlayış ve çoğulculuk ruhunu beslemek ve terörizme karşı farkındalık oluşturmak” şeklinde açıklıyor. Bu vakfın aynı dönemdeki bağış miktarı 3 milyon 109 bin dolar.
 Anchorage Charitable Fund and William Rosenwald Family Fund:Aralarında Hudson Institute ve American Enterprise Institute gibi düşünce kuruluşlarının bulunduğu pek çok ana akım muhafazakâr kuruluşa fon aktarıyor. The Anchorable Fund 2001-2009 arasında büyük bölümü Daniel Pipes’in Middle East Forum’una olmak üzere İslamofobik organizasyonlara 2 milyon 818 bin 229 dolarlık yardımda bulunmuş.
 Fairbrook Foundation: Merkezi Califor-nia’da.  Hudson Institute gibi ana akım muhafazakâr kuruluşlara binlerce dolar yardımda bulunan vakfın İslamofobik organizasyonlara 2004-2009 arasında yaptığı yardım miktarı 1 milyon 498 bin 450 dolar.

Psikolojik harekât uzmanları ve ilişkileri:
 Frank Gaffney:1988 yılında kurduğu Center for Security Policy’nin (Güvenlik Politikası Merkezi) başkanlığını yürütüyor. Merkezin 2009 yılındaki geliri 4 milyon dolardı. Gaffney bu düşünce kuruluşundan yıllık 300 bin dolar maaş alıyor. Kuruluşun üyeleri arasında Richard Perle gibi neo-con politikacılar da var. Raporda (CAP) Gaffney’in temel iddiaları üzerinden ürettiği paranoyalarla 1950’lerin senatör Mc Carthy’si türünden taktikleri tekrar etmeye çalıştığına dikkat çekiliyor. 2010 yılında hazırladığı raporda şeriatın Amerika için bir tehdit olduğunu iddia eden Gaffney, camileri ‘fitne üretilen yerler’ olarak ‘Truva atı’na benzetiyor. Gaffney, New York’taki Park51 projesine militan muhalefetinin yanı sıra Amerika’nın pek çok yerinde cami karşıtı kampanyalarda ön saflarda görülüyor. Norveçli katil Breivik, manifestosunda Gaffney ve Center for Security Policy’den 7 yerde bahsetmiş.
 David Yerushalmi:Society of Americans for National Existence (Ulusal Varoluş için Amerikalılar Topluluğu) adlı düşünce kuruluşunun başındaki isim. Sadece Müslümanlara karşı değil, göçmenlere ve siyahilere karşı da ırkçı fikirleriyle biliniyor. 2006’da yazdığı bir makalede siyahiler için ‘insanlar içinde en canileri’ tabirini kullanmış. Robert Spencer tarafından yönetilen Stop İslamisation of America grubuyla ve onun medya ayağını temsil eden Pamela Geller ile yakın ilişki içinde. İslam medeniyeti ile Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin savaş içinde olduğunu iddia eden Yerushalmi, dinlerine bağlı Müslümanları da düşman ilan ediyor. Kendisinin en büyük marifeti Amerika’nın şeriat haritasını oluşturmak ve eyalet senatolarında hayalî bir şeriat tehdidine karşı yasalar çıkarmak için çalışmalar yürütmek. Yerushalmi, İslam’ın bütün Müslümanlara Amerikan anayasal düzeninin yerine  şeriat temelinde yeni bir politik sistemi getirmeyi emrettiğini iddia ederek bu tehdide karşı yasal düzenlemeler yapılması gerektiği konusunda propaganda faaliyetleri yürütüyor. Amerikan değerleri ve özgürlüklerine en büyük tehdidin şeriattan geldiği yönündeki temelsiz paranoyayı yaymaya devam ediyor.
 Daniel Pipes (Middle East Forum):Pipes, 3 yılı Mısır’da olmak üzere 6 yıl Amerika’nın dışında (Türkiye dâhil) araştırmalar yapmış, Harvard tarih doktoralı bir akademisyen. Daha sonra pek çok resmî makamda görev alan Pipes, 1990’da Middle East Forum adlı düşünce kuruluşunu ‘Amerikan menfaatlerine  katkı sağlamak’ misyonuyla kurmuş. MEF’in 2009 yılı geliri 3 milyon dolar olarak beyan edilmiş. Kuruluşun artan fonlarıyla birlikte Pipes’in Amerikan Müslüman realitesiyle bağının koptuğu, gittikçe daha aşırı ve temelsiz gözlemler yapmaya başladığı ifade ediliyor. Breivik’in manifestosunda kendisine ve MEF’e 18 yerde atıf yaptığı tespit edilmiş. Kendi web sayfasından Barack Obama’nın Müslüman olduğuna yönelik tezvîrâtına devam ederken İslamofobi şebekesinin tedirginlik verici ‘şeriat tehdidi’ retoriğini tekrar ediyor. Arapça eğitiminin kaçınılmaz bir şekilde Pan-Arabist ve İslamcı bir dil ile yüklü olduğunu iddia ederek New York’taki laik bir Arap okuluna karşı başlatılan kampanyaya destek vermiş. Periyodik yayınlar, web sayfaları, projeler, kampanyalarla birlikte Pipes’in İslam karşıtı eylemler konusunda sicili hayli kabarık. Pipes, geçen hafta AKŞAM gazetesinde yer alan röportajında AK Parti hükümetinin uzun vadede şeriatı getirmeyi hedeflediğini iddia etti.
 Robert Spencer:Şebekenin başka bir önemli figürü. North Carolina Üniversitesi’nde dinî araştırmalar masteri yapan Spencer, 1980’den beri İslam ilahiyatı, hukuk ve tarihi çalıştığını söylüyor. Amerikan ordusunun değişik birimlerinde İslam ve cihat konusunda seminerler vermiş. Bazı kitapları FBI’ın ‘İslam hakkında okunması tavsiye edilen eserler’ listesinde yer almış. Fakat söz konusu kitaplar artık o listede yok. Spencer, David Horowitz Freedom Center adlı kuruluşun bir alt programı olan Jihad Watch (Cihat İzleme) adlı web sitesinin yöneticiliğini yapıyor. Kendi yazdığı Stealth Jihad (Gizli Cihat) kitabının alt başlığı  ‘Radikal İslam, silahlar ve bombalar olmadan Amerika’yı nasıl altüst ediyor’ adını taşıyor. Spencer’in yazdığı İslam karşıtı kitaplar Amerika’da çok satanlar listesine girmiş. Spencer aynı zamanda İslam karşıtı aktivist Pamela Geller ile birlikte  American Freedom Defense İnitiatıve (Amerika Özgürlüğü Müdafaa Girişimi) ve Stop İslamisation of America (Amerika’nın İslamlaşmasını Durdurun) adlı grupların kuruculuğunu yapmış. Breivik’in manifestosunda  Spencer ve blogunun ismi tam 162 yerde zikrediliyor.
 Steve Emerson: İslam tehdidi paranoyası üreten ağın medya ayağından önemli bir isim. Investigative Project on Terrorism (Terörizmi Tahkik Girişimi) adlı düşünce kuruluşu ve web sayfası aracılığıyla ‘İslamcı nüfuz’ tehlikesini ortaya koymak adına gazetecilik yapıyor. CNN’de araştırmacı gazeteci olarak çalışan Emerson, terörizm konusuna odaklanan yazılar yazdı. CNN’den ayrıldıktan sonra ‘Amerika’da Cihat’ adlı bir belgesele imza attı. Ödüllü belgeseli ‘Amerika’da Araplara karşı kitle histerisi’ oluşturduğu gerekçesiyle pek çok eleştiriye maruz kaldı. 1995’te gazeteciliği bıraktıktan sonra İslamcı ve Ortadoğu kaynaklı terörist gruplar hakkında dünyanın en geniş çaplı veri ve istihbarat kaynağı olduğunu iddia ettiği IPT’yi kurdu. Emerson’un ABD hükümetinin değişik birimlerine, kongre üyelerine ve bazı komitelere özel brifingler verdiği biliniyor. IPT’nin fon kaynakları karışık ilişkiler içerisinden takip edilebiliyor. CAP raporunun bahsettiği vakıflar Emerson’a kaynak aktarıyor. İsmi Breivik’in manifestosunda 2 kez geçiyor.

Karikatür krizinin gerçek ajanı

2005’te Danimarka’daki karikatür krizinde Müslümanlar tepkisini ilk günlerde barışçıl yollarla gösterdi. Ancak tepkiler sonradan şiddete dönüştü, Hz. Peygamber’i (sas) ‘terörist’ gibi gösteren karikatürün çizeri Kurt Westergaard’a yönelik ‘ölüm fermanı’ ilanları  bile yayınlandı. Başta Ortadoğu, dünyanın farklı ülkelerindeki Danimarka elçiliklerine yönelik saldırılar arttı. Küresel çapta bir infiale sebep olan krizinin perde arkası, Danimarka İstihbarat Teşkilatı’nda (PET) çalışan Morten Storm isimli bir ajanın itiraflarıyla gün yüzüne çıktı. Aksiyon, 935. sayısında bu itiraflara geniş yer verdi. Storm, Müslümanları sokağa dökmek ve şiddet eylemlerine karıştırmak için ne denli kirli bir planın hayata geçirildiğini son derece açık şekilde gözler önüne seriyordu.



Associated Press’ten tuhaf uygulama: İslamofobi kavramını kullanmak yasak
Eylül 2012’de yayımladığı ‘İslamofobi Endüstrisi’ kitabıyla dikkat çeken araştırmacı Nathan Lean, İslamofobinin sadece Batılı toplumlar için değil, bütün toplumlar için vahim bir tehdit olduğunu vurguluyor. Lean, ırkçılık ve antisemitizm ile aynı öncüller üzerinden iş gören bu olgunun aynı çerçevede anlaşılması gerektiği görüşünde. Georgetown Üniversitesi’nde akademik çalışmalarına devam eden Lean, Amerika ve Avrupa’da İslam karşıtı hissiyatın görülmemiş düzeyde olduğunu belirterek bazı gelişmelerden duyduğu tedirginliği ifade ediyor. Associated Press ajansı geçen günlerde muhabirlerine ‘İslamofobi’ kelimesini kullanmayı yasaklamış. Lean bu durumun tehlikelerine dikkat çekiyor. Çünkü İslamofobi, hâlihazırda mevcut durumu ifade eden tek kelime. Bir atasözünün işaret ettiği gibi ‘bir şeyin adı yoksa kendi de yoktur’. Lean, bunun hayra alamet olmadığını, bu olguyla yüzleşmek için varlığının kabul edilmesi gerektiğini kaydediyor.  
Amerika’da 1950’ler ve 1960’larda yani sivil haklar dönemi esnasında, Afro-Amerikalılara önyargıyla yaklaşanlara karşı ‘ırkçılık’ kelimesinin kullanılmaya başlanmasının dönüm noktası olduğunu hatırlatan Lean, aynı şeyin yapılmasını istiyor: “Bugünkü mücadelede dönüm noktası, insanların bütün Müslümanları adaletsiz bir şekilde aynı klişelerin içine sokan, onlara karşı ayrımcılık uygulayan, şiddet yanlısı birkaç kişi yüzünden bütün bir inancı ve onun müntesiplerini bir çırpıda yok sayan materyallere ‘İslamofobik’ etiketini yapıştırdığı zaman olacaktır.”

İslamofobinin kökleri Avrupa tarihine kadar uzanır

PINAR DEMİR
İslamofobi, 2001’de İkiz Kuleler’e saldırıyla dünya gündemine girdi. Fakat SETA dış politika uzmanı Levent Baştürk, kavramın tarihi ve anlamı hakkında önemli bilgiler veriyor.  
İslamofobinin Amerika’da milyonlarca doların döndüğü bir çarkı beslemek için özel olarak üretildiğini biliyoruz. Fakat bu çark kökleri 11 Eylül’den çok önceye uzanan bir zeminde hareket imkânı buluyor. Akademik çalışmalar için uzun yıllar Amerika’da yaşayan SETA dış politika araştırmacısı Levent Baştürk bu olgunun 11 Eylül’e indirgenemeyecek kadar derin kökleri olduğunu söylüyor. İslamofobi ile ilgili çalışmalarını kitaplaştırmaya hazırlanan Baştürk ile Batı’da gündemdeki tazeliğini koruyan meselenin dinamiklerini konuştuk.
-Amerika’da İslamofobinin kökleri hakkında neler söylenebilir?
Önce İslamofobinin ‘İslam korkusu’ olarak anlaşılması ve algılanmasının yanlış olduğunu belirtmek lazım. Söz konusu olan İslam korkusu değil, aslında İslam’a karşı önyargılı olma ve hatta İslam’dan nefret etme hâlidir. Müslümanlara karşı hissedilen de büyük ölçüde bunun bir uzantısıdır. O yüzden ‘11 Eylül sonrasında Müslümanlara karşı bir paranoya oluştu’ iddiası sadece kamusal imaj olgusu açısından meseleye bakmak gibi bir hatanın ürünü. Ancak bu kamusal imajın sebebi sadece bir etkiye verilen tepki ile ilgili değil.
-Peki ne ile ilgili?
Her şeyden önce, her toplum gibi, Amerikan toplumunun da tekdüze olmadığını ve farklı İslam ve Müslüman algılamaları olduğunu teslim edelim. 11 Eylül hadisesi bazı olumlu yargı sahibi insanları ya da hiçbir yargı sahibi olmayanların kanaatlerini olumsuz etkilemiş olabilir. Ama gerçek sebeplere inen bir açıklama yapabilmek için biraz daha geriye gitmemiz gerekiyor. Avrupa toplumlarındaki kadar güçlü olmasa da İslam karşıtlığı, Amerikan toplumunun tarih hafızasında, aynı Batılı tarihî mirasın bir parçasıdır. Bir başka deyişle Avrupa merkezli dünyaya bakış açısını devralmış olan Amerikan toplumu Avrupa’nın ‘ötekileştirilmiş Müslüman’ bakış açısından hiçbir zaman kurtulamadı. Ayrıca ABD’nin bugün hâlâ öncülüğünü ettiği dünya sistemi, temelleri 1492’den sonra atılmış bir düzenin uzantısıdır.
-Yani bir süreklilik söz konusu…
Evet, ABD ile Avrupa arasında farklılıklardan çok benzerlik ve süreklilik öğeleri öne çıkar. O yüzden de ABD’de hâkim olan İslam/Müslüman algısı öyle bir dönem ve olaya (mesela 9/11 ve sonrası gibi) indirgenerek anlaşılabilecek bir husus değildir. Bunu edebiyata, sosyal bilimlere ve Hollywood’un ürettiği filmlere bakınca rahatlıkla görürüz. Edward Said’in öncülüğünü ettiği Oryantalizm gerçekliğine işaret eden çalışmalar ve kitle iletişimi sahasında uzman Prof. Jack Shahin’in Hollywood üzerine çalışmaları ABD’de İslamofobinin 11 Eylül’e indirgenemeyecek kadar derin bir olgu olduğunu ortaya koyuyor.  Amerika’da Soğuk Savaş döneminin  öncesine giden İslamofobi olgusunu o dönemde besleyen ve körükleyen 3 husus vardır: Filistin-İsrail çatışması, 1973 Arap petrol ambargosu ve 1979 İran Devrimi.
-Amerika’da İslamofobinin belirli bazı çevreler, kuruluşlar aracılığıyla pompalandığını, kışkırtıldığını biliyoruz. Bu çevrenin genel profili hakkında neler söylersiniz?
İslamofobinin ırkçı bir ideoloji olarak Amerika’da pompalanmasında şu kesimlerin aynı safta oldukları görülüyor: Pro-İsrail neo-konservatifler; katı, uzlaşmaz ve şahin Siyonist çevreler; eski Müslüman, şimdilerde ise ya başka dini benimsemiş ya da ‘yeni ateizm’ akımına mensup kişiler ve Hıristiyan Siyonistler olarak bilinen aşırı sağcı Evanjelist kesimler. Evanjelizm kendi içinde farklılık gösteren bir akımdır ve bütün Evanjelistler Hıristiyan Siyonist değildir. Eski Müslümanlarla ilgili olarak da şunu eklemek isterim: Bunların bir kısmının hakikaten yeni bir dine inandığı için mi yoksa ekonomik rant için mi benimsemiş oldukları sorusu, bunları yakından ve kritik olarak takip eden herkesin kafasında beliriyor. ‘Yeni ateist’ vurgusunu  bütün ateistlerin böyle bir çaba içinde olduğu kanaati oluşturmamak için yapıyorum. Daha çok Harris-Dawkins çizgisindeki ateistler.
Ancak Amerika’da İslamofobi sadece ırkçı bir ideolojinin dışa vurumu şeklinde tezahür etmiyor. Ana akım medyada, devlet adamları ve siyasetçilerin söylemlerinde, politikalarında ve güvenlik güçlerinin uygulamalarında görülen daha rafine İslamofobi örneklerine de tanık olmaktayız. Bazen bunlar yukarıda sözünü ettiğimiz grupların etkisiyle, bazen Batı kültürünün özünü oluşturan Avrupa-merkezci zihniyetin yansıması olarak ve bazen de devletin bilinçli denetim ve sindirme siyasetinin bir parçası olarak da kendini dışa vurur.

 Provokatif amaçlı ‘Masumiyet’ filmi üzerine Libya’daki ABD Büyükelçiliği saldırıya uğradı. 
-İslamofobik figürlerin, şeriatın Amerika’daki anayasal düzeni tehdit eden bir tehlike olduğuna gerçekten inandığını düşünebilir miyiz? Yoksa sadece bu korku üzerinden üretebildikleri siyasi rantın mı peşindeler?
Buna belki sokaktaki bazı insanların inanacağını düşünebiliriz. Obama’nın (ABD Başkanı) Müslüman olduğuna inanan kişilerin oranının yüzde 20’ye ulaştığı bir toplumda bu akıl almaz iddiaya da inananlar çıkacaktır. Ancak şeriatın yasaklanması akımının öncülüğünü yapan kişilerden -bir ara Batı Şeria’da da yaşamış- David Yerushalmi’nin böyle bir tehdide inanmadığını, kendi sözlerinden yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Yerushalmi’ye göre, şeriatı yasaklayan kanun her eyalette hiçbir sorun çıkmadan kabul edilse, bu yasaklama kampanyası hiçbir şey ifade etmez. Asıl amaç insanların ‘Şeriat nedir?’ diye soru sormaya yönlendirilmesidir. Bir başka deyişle asıl amaç Müslümanların ve dinlerinin toplumun çoğunluğu tarafından tehdit edici olarak algılanmasını sağlayacak bir tartışmanın başlamasıdır. Tabii ki, bunun ucunda da siyasi ve mali bir rant var.
-Amerika’da toplum tabanında bu paranoyanın karşılık bulması hangi ölçüde ve neye bağlı olarak mümkün olabiliyor?
Bazıları, bu olgunun bir kısım Müslümanların olumsuz davranışlarının toplum tarafından kötü algılanması ve  İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep olması yüzünden oluştuğunu iddia etme eğiliminde. Ancak olumsuz örnekler köklü ırkçı ideolojik tavır alışların değil daha çok önyargıların oluşmasına sebep olur. Bazı Müslümanların şiddete başvurmaları ve 11 Eylül gibi olayların varlığı ‘asıl mesele’yi açıklamaktan uzaktır. Jack Shahin’in ‘Reel Bad Arab’ adli klasik sayılabilecek eserinde Hollywood’un Arap ve Müslümanları takdimine dair tespitleri 11 Eylül’den önce çevrilmiş 300’den fazla filmin incelenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Amerikalının tarihî hafızasında ‘kötü Müslüman’ imajı ve İslam-Hıristiyan âlemi arasındaki rekabetin olumsuz izleri Avrupa-merkezli tarih, kültür ve medeniyet algısının derin izlerini görmek mümkündür.  
- ‘Cihadist’ söylemlerin İslamofobik çevrelerin işini kolaylaştırdığı ve bu siyasetleri beslediği iddiasına ne diyorsunuz?
Müslümanların en başta ‘cihadist’ kavramına itiraz etmesi gerekiyor. Çünkü her ne kadar bazı Müslümanlar bu kavramı kendilerine mal etmiş olsa bile, bugün daha çok İslamofobik çevrelerin terminolojisinin kavramıdır. Müslümanlar arasındaki aşırı unsurların varlığı ve söylemlerinin İslam cahili bazı kesimlerde İslamofobiyi körükleyici etkisi olduğunu inkâr etmek gayet tabii zor. Ancak bunu İslamofobiyi  besleyen ana  faktör olarak görmek bana göre özür dilemeci bir tavırdır. Cehalet sonucu oluşmuş yargıları anlayışla karşılamak zorunda değiliz. Dahası Amerikan Müslümanlarının yaklaşık yüzde 60’a yakın kısmı orta sınıf ve üst orta sınıflara mensup eğitimli profesyoneller ve iş adamlarıdır. Hâliyle Amerikan toplumunda Müslümanlar arasında kötü emsal oluşturanlardan çok, olumlu emsal oluşturanlar vardır. Bu kadar çok olumlu insan örneği varken olumsuzları öne çıkarmak  bir iyi niyet işareti olmasa gerektir.
-Burada Hillary Clinton’un yardımcısı Huma Abidin aklıma geldi…
Evet, oldukça Batılılaşmış bir imaj sunan Huma Abidin gibi insanların bile İslamofobik çevrelerin hedefi olduğunu hesaba katarsak bu çevrelerin aşırı uç örneklerden yola çıkarak mevcut fikirlerine ulaşmadıklarını görürüz. Hatta profesyonel ve iyi eğitimli kanaat önderleri olan Müslümanların ve kendilerine ‘ilerici Müslüman’ diyen Omid Safi gibi bazı akademisyen Müslümanların bile ‘çaktırmayan cihadist’ veya ‘gizli cihadist’ olarak görüldüğünü ve Usame bin Ladin’den daha tehlikeli addedildiğini gözlemliyoruz. Onu da bırakın, Obama’nın çocukluğu üzerinden ne teoriler üretiliyor...

 Hz. Peygamber’e (sas) hakaret içeren ‘Masumiyet’ filminden sonra Washington’daki Lafayette Parkı’nda toplanan bazı Yahudiler, filmi ve İslamofobik hareketleri protesto etti.
-Bu algının kökleri ne kadar derinlere gidiyor o zaman?
Bugün İslamofobik argümanların temel kavramları olan ‘Müslüman öfke’ ve ‘medeniyetler çatışması’nı  Bernard Lewis daha 1990 yılında basılan ‘Müslüman Öfkenin Kökleri’ adlı makalesinde dile getirdi. Hatta ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramı Müslümanlara atıfta bulunularak ilk 1926 yılında telaffuz edilmişti. Huntington, Lewis’in tekrar gündeme getirdiği ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramını yine 1990’lı yıllarda teorik bir çerçeveye kavuşturmaya çalıştı. 1950’lerde Bernard Lewis’in İslam ve komünizmi ‘totaliter ideolojiler’ olarak aynı kefeye koyduğu çalışmalarına tanık oluyoruz. Eski CIA başkanlarından James Wooley’in 1994’te, İslam’ı komünizmden sonra Batı’nın başına musallat olan yeni tehlike olduğunu söylediğini görüyoruz. Burada Jack Shahin’in Hollywood’un ortaya koyduğu imajlarla ilgili çalışmasını tekrar hatırlatalım. Kısaca, sorun hiç de bazılarının dile getirdiği gibi İslamcı cihadistlerin varlığından kaynaklanan bir sorun değildir.
-Peki Amerika’daki İslam karşıtlarının İslam dünyasındaki, özellikle Türkiye’deki İslam karşıtlarıyla ne tür benzerlikleri var?
Hiç şüphe yok ki Türkiye’nin de kendine özgü bir İslamofobi sorunu  var. Amerika’daki İslamofobi sorununun iki önemli boyutu olduğunu görüyoruz. Birincisi, sizin mercek altına aldığınız kesimlerin ırkçı bir ideoloji olarak yansıttıkları ve İsrail’e endeksli İslamofobi. Bir de devlet gücünü temsil eden kurum ve kuruluşların siyaset ve uygulamalarında veya devletin yetkili ağızlarının söylemlerinde kendini ifade eden İslamofobi söz konusu. Birinci kategoriye giren çevrelerin İslam karşıtlığı bile homojen bir yapı içermiyor. Bu sebeple Amerika’daki İslamofobik unsurların tümünün Türkiye’de bire bir karşılığını bulmak zor; fakat bazı ortak yönleri olduğunu söyleyebiliriz ki bunlar bu söyleşinin çerçevesini aşar. Ama şu hususun altını çizmemiz gerekiyor. Bugün dünyanın her tarafında her türden İslamofobik çevreleri en fazla rahatsız eden durum İslam’ın kamusal alan üzerinde biçimlendirici nitelikte olan görünürlüğüdür. Buradan yola çıkarak, Türkiye’de ‘irtica’ eksenli politikalar ve kampanyaların İslamofobinin bir tezahürü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
-Bir de işin mali kısmına bakalım. Amerika’da İslamofobik faaliyetlere ciddi miktarda fon aktaran vakıfların olduğunu biliyoruz. Bu vakıflar İslam dünyasındaki İslam karşıtlarıyla da mali irtibat içinde olabilir mi?
Bu konuda bir çalışma yapmadım. Ama siyasi iş birliği ve dayanışmanın olduğuna hiçbir şüphem yok. Mesela önde gelen İslamofoblardan Daniel Pipes’in 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerini ‘ılımlı Müslümanların şeriatçı iktidara karşı başkaldırısı’ olarak sunduğunu hatırlayalım. Yine Pipes’in Middle East Forum adlı düşünce kuruluşunun web sayfasında -ki bu kuruluş Center for American Progress’in raporunda ismi geçen vakıflardan yüklü miktarda yardım alıyor-  aralarında namlı antisemitik Ergenekon sanıklarının bulunduğu kişileri destekleyen yazılar yer aldı. Söz konusu raporda bağışçı vakıflar olarak isimleri geçen Becker Foundations ile Anchorage Foundation/W. Rosenwald Family Fund,  28 Şubat’ın önde gelen ismi Çevik Bir’in yakın ilişkiler içinde olduğu JINSA’ya (Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü)  önemli miktarlarda bağışta bulunmuşlardır. Bu derece yakın siyasi işbirliğinin olduğu ortamda mali işbirliğinin de olması bana göre fevkalade mümkündür. 

Hiç yorum yok: