13 Ocak 2013 Pazar

AKIL-SAF AKIL- SİYASÎ AKL’IN ELEŞTİRİ ve MUVAZENESİ-İhramcızâde İsmail Hakkı

Günümüz müslümanı artık, hayatı, toplumu, ekonomiyi, “akıl”ı“saf aklı” ve “siyasî aklı” vb. eleştir­mekle yükümlüdür… Ancak bu eleştirileri ilmî bir ruhla yap­malıdır. Yoksa Müslümanlar için bir  “Uyanış”“ilerleme” ve“İslâm Dünyasının Birliği”n­den söz etmek, yalnızca hayal ve kuruntudan ibaret ka­lacaktır diye düşünüyoruz. Bahsettiğimiz mevzu içinde akılların da eleştirisini ve muvâzenesini sağlarsak Allah Teâlâ’nın emri olan ilâ-i kelimetullâh ve neticede İslâm’ın dünya üzerindeki hâkimiyetinin önü açılmış olur. Eleştiri ve muvazene hususu üzerinde çok sözler söylenebilir. Ancak basiret sahibi olmanın gerekliliği ve yanlış alınan kararların nasıl bir zarar verici olduğunu görmek için şu hatırayı tekrarlayalım.
Hz. Osman radiyallâhü anh döneminde ortaya çıkan yeni durum, gö­rev süresinin “insanları usandıracak ölçüde”uzamasıydı.
Yetmiş yaşında bey’at edilen, yaşlı bir adamdı. – Şûra sırasında- onu genç Hz. Ali bin Ebî Talib kerremallâhü vecheye yeğ tutan­lar arasında, yalnızca ömrünün yakında biteceğini bek­ledikleri için yeğlediklerini düşünenler vardı.Ama, durum ta­mamen tersi olup, ömrü uzun oldu. Sorunlar katmer­leşti, anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Bir şekilde “kabile”, “ganimet” ve “akîde” de bunalım için “zorunlu buluş­ma” ortaya çıkmadı.  Bunun yanı sıra anayasa bunalımı da doğdu. Halife, hem yaşı açısından, hem de karar alan ve kötü davranan çevresindeki yakın grup ve çı­kar sahipleri açısından eleştiriliyordu. Durumu düzelt­mek için yapılan nasihatlarda fayda etmiyordu. Çünkü halifenin etrafındaki “baskı grubu” ve “karar vericiler”, vaadlerinden ve düzeltme sözlerinden onu nasıl döndüreceklerini çok iyi biliyorlardı. (Emeviler) Öyleyse, halifeyi indirmek isteyenler ve isyancıların önündeki tek seçenek kalmıştı, istifasıydı.
Ama nasıl?
Ondan sonra görevi kim üstlene­cekti?
Sahabenin tereddüdü işte buradan doğdu. So­nunda isyancılar halifeyi kuşatmaya aldılar ve ayrılmasını istediler. Kabul etmeye yanaşmadı: Hangi “kanun”a göre istifası isteniyordu, belli değildi? (Çünkü onu yetkili kılanlar, görevi verirken sadece her şey için biat etmişlerdi.)  Çözüm ancak kan  dökülerek çözülebilen bir anayasa bunalımına dönüşmüştü.
KANUN OLMAYINCA, SÖZ KILICINDIR.
Hz. Osman’dan sonra da müslümanlar yönetimde bu boşluklarla karşılaşmaya devam ettiler. Çünkü iktidar,“zamanın sahibi” nden sonra veliahdlerinden veya başkalarından halef olacak kişiye ancak ölümü durumunda geçiyordu. Tabiî ölüm gecikince, çö­züm zehirleme ya da başka bir yolla hazırlanan ölümle sağlanacaktı.
Hata o zaman nerede idi?
Önceden olduğu gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve hem de Hz. Osman’a bey’at sırasında (sınırsız yetki) tekrarlanmış olan bu yanlış hareket ve anlayış tarzı yani “halife” nin görevlerinin belirlenmeyişianayasa boşluğu“iş”(iktidar, otorite ve hilâfet), bu görevlerin anlam ve içeriğini çeşitli yorumlara açık bırkınca tabii ki sorunların çıkmasımecburî olmuştu. (Hızır kıssasında Allah Teâlâ hataların üçüncüsünde ayrılığı tahakkuk ettirmiştir.)
Haksızlık vardı, ama, kimde?
Bunu belirlemek vicdanlara kalıyordu. Bu minvalden Hz. Osman’a görevini bırakmalarını isteyenlerin halifeliği verirken neyi teslim ettiklerini belirlemediklerinden ondaki itirazın oluşmasına tahammül etmeleri gerekirdi. Ancak bu şekilde olmamıştı. Hz. Osman radiyallâhü anhın anlayışında
“Hz Osman’ın görevi ve yönetme görevlerini “kayıtsızlık gören anlayış” da olunca isyancıların cevabı aynen şöyle oldu:
“Dediler ki: Yemin olsun ki, ya yaparsın, ya azledilirsin, ya da öldürülürsün. Seçimi sen yap.”,
Hz. Osman ise;
 ”Allah Teâlâ’nın giydirdiği bir gömleği asla çıkarma­yacağım.” diyerek, isteklerini yapmayı kabul etmeyip ve iktidarda kalmakta ısrar edince, kendisi kırk gece kuşatma altında kaldı. Sonunda olay, Muhammed bin Ebî Bekir’in önderlik ettiği bir grubun köşkünün duvarlarına tırmanmasıyla bitti. Hz. Osman Kur’an okuduğu Mus­haf elindeyken şehid oldu.”[1]
Bu olayda bahsettiğimiz akıllar ile yetkilerin, her verilen kararda oldu bitti ile kalmadığını, içtimâi ve ferdî sorunlar çıkardığını aşikâr etmiştir. Daha sonraki zamanlarda da Müslümanlar  siyasî sorunları tamamen ortadan kaldırmak için  “genel bir düşünce “ olarak  “Kim güçlenirse, ona itaat gerekir” “İlâhî meşruluk” “kaza ve kader” “İlahî irade” “Allah’ın önceki bilgisi” “Allah’ın iradesi ve isteği” gibi tevillerle kaosa dönüşmüş siyaset bilgisi içerisinde içinden çıkılmaz bir hal içine düşmüştü.  Düşüncelerde hep, “Siyasetle ilgili her yazı yanlı bir siyâsi yazıdır.”[2] icabınca tarafgirlik içinde oluşunca zayıflamak ve sıkıntılar çekmekte mukadder olmuştu. Bu nedenle her meselede dinin akıl ile olan arkadaşlığında sorun çözücü olarak; düşünceler ve icraatlardaki, sevapları kabul etmek, hataları eleştirmek, şüphe etmek ve güvenmek üzere kafa yormamız ve objektif olmamız elzemdir.
Zorla da olsa iktidarı ele geçiren kişinin zihniyetini görülüp gereği yapılmazsa iyi ve dürüst olmanın, bu dünya nizamında zararda kalmaya sebep olduğunu görmekteyiz. Allah Teâlâ kulları için merhametli olanı sever. Ancak gelecek vadetmeyen ve sorun çıkaran iyiliklerde ısrarcı olmak özgürlükleri kaybettiriyorsa bir sorun var demektir. (Nerede?) Buna göre bir meselede yüz tane unsur varsa hepsini de ortaya koyup o şekilde hareket etmeliyiz.Mesela Muaviye’nin
“Sopamın yettiği yere kılıcımı koymam. Dilimin yettiği yere sopamı koymam…Bizim iktidarımıza uzanmadıkları sürece insanların konuşmasını engellemem” [3] düşüncesi gibi bir karar karşısında alacağımız tedbirler için daha dikkatli olmamız gerekmektedir. Unutmayalım ki, “Hatanın ancak ikisine izin verilmiş, üçüncüsünde ise kader tahakkuk etmiştir.”
“Allah Teâlâ’m her işimizde sana sığındık ve kendimizi sana emanet ediyoruz. Velimiz ve vekilimiz ancak Sen’den başkası değildir.”
İhramcızâde İsmail Hakkı

[1] Bkz: Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl; trc: Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.727
[2] Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.717
[3] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, (I-II), el-Muessesetu’1-Mısrıyyetu’l-Amme li’l- Kitab, Kahire 1963, c. I, s. 9; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, c. II, s. 132;  Cabirî, İslâm’da Siyasal Akıl, s.592; trc: Vecdi Akyüz, İslâm’da Siyasal Akıl, İstanbul, 1997, s.715

Hiç yorum yok: