28 Aralık 2012 Cuma

‘Benim sayemde’ demeye hakkımız yok- Benliğin iki yüzünü birbirine karıştırmak- Mustafa Ulusoy


Birbirlerini seviyorlar mı, yoksa ölene dek geçecek vakti mi dolduruyorlar, bilemiyorum.

İnsan, hikaye kahramanlarının her şeyini bilmek zorunda değil ya. Ama şundan eminim. Ruhları öylesine birbirinden uzak düşmüş ki, seslerini duyurmak için bağırmak zorundalar. Ses duvarını aşan çığırışlarından camlar çatlayacak sanırsınız. Evlerinin camları şimdilik sağlam ama kalplerinin sırçası çoktandır kırık dökük. Meleksiz kalmış ıssız bir odada kavga ettiklerinden bihaber, melekleri ürkütüp kaçırmışlar çoktan. Birbirlerine alaycı, yabancı, hınç dolu iki insanın arasında meleklerin ne işi olsun?

Alıp veremedikleri ne? Neyi paylaşamıyor bu iki insan? Kendi biricik haklılıklarına öylesine sarılmışlar ki, gözleri adeta kör olmuş.

 Adamın gözlerinden kızgınlık akıyor. İnsan içinde ne hissediyorsa çevresine de onu bulaştırır. “Be kadın,” diye bas bas bağırıyor adam, “Benim sayemde rahat rahat yaşıyorsun, bir elin yağda bir elin balda. Akşama kadar eşek gibi çalışmasam altındaki arabaya zor binerdin sen.”

“Sayemde” derken adamın nefsi hazla dolup taşıyor ama bu hazzı hissedemiyor çünkü öfkenin altında yok olup gidiyor bu haz. Bir zehir başka bir zehre karışıyor.

Kadın, adam konuşurken dudak büküyor, ardından histerik bir kahkaha atıp o da oyuna katılıyor. “Hadi canım sen de, gerçekten çok komiksin. Benim sayemdeymiş. Esas sen benim sayemde kazandın o paraları. Ben destek olmasaydım buralara nasıl gelirdin? Benimle evlenene kadar çulsuzun tekiydin. Sayemde giyinip kuşanmayı, yemeyi içmeyi, adab-ı muaşereti öğrendin. Ailemden bir şey öğrenemedim ben, diye itiraf eden sen değil miydin, ha söyle. Ama dürüstlük kim sen kim?’’

“Sayemde” derken kadının nefsi de hazla dolup taşıyor ama o da bunu hissedemiyor.  Onun da öfkesi bu hazzı yanardağdan fışkıran kızgın lav gibi hiç ediyor. Her gayrimeşru hazzın sonu bu değil mi?

Adamın kan beynine sıçrıyor. Kadının canını daha da acıtacak cümleyi arıyor belleğinin kıvrımlarında. Aynı oyunu sahnelemekten bıkmadılar, yılmadılar.

Bir aralık öğlesinde, pastırma yazlarından kalma bir günde yürüyorum, bir yandan da bu hikayeyi zihnimde tasarlıyorum. Aklımda gezinen sorular bir adım önde gidiyor benden. Her ikisinin de sesleri kafamda çınlıyor. Bu karı kocanın derdi ne? Aralarında baş gösteren sadece bir evlilik sorunu mu hakikaten? Karı koca arasındaki sorunlar aslında başka bir meselenin, başka bir sorunun, başkaca bir kördüğümün semptomu olamaz mı, en azından bazıları? Benim sayemde, yok hayır benim sayemde, diye kör dövüşüne dönen çekişmelerinde aslında neyin kavgasını veriyorlar?

Benlik ve enaniyet çatışması

Bedenim kadar zihnim de ağırlaşmıştı. Bir kafeye girip boş bir masaya çöktüm. Bulutların arasından sıyrılan güneşle cadde baştan başa ışıkla yıkandı. Yan masada bir kadın çantasından çıkardığı makyaj aynasıyla makyajını tazeliyordu ki, bir an aynadan yansıyan güneş ışığı yüzüme çarpıp gözümü almış, zihnim aynaya takılı kalmıştı. Adamın ve kadının asıl derdinin ne olduğuna dair bir düşünce uyandı kalbimde o an.

Kadının elindeki ayna, “Benim sayemde ısınıyor ve aydınlanıyorsunuz.” diyebilir mi? Bunu iddia edecek bir ayna narsisizmden mustariptir, kendini yüceltmekte ve işin aslına bakılırsa komik duruma düşmektedir. “Benim sayemde” diyen adamın ve kadının esas sorunu işte bu haddini bilmeme sorunu olduğunu idrak etmiştim o an. Aralarındaki meselenin evlilik sorunu olduğuna aldanmamalı. Bu bir benlik ve enaniyet çatışması.

 Adam ve kadın, güneşi unutup aynaya minnettarlık talep etmekteler. Benlikleri, yaratılmış gerçekliğini unutmuş, hiçlikten müteşekkil varoluşsal gerçekliğinden uzaklaşıp övülme derdine düşmüştür. Hak ettiklerini iddia ettikleri övgüyü ve minnettarlığı karşıdakinde bulamadıklarında da hırçınlaşmaktadır.

Peki, adam ve kadının birbirlerine katkılarını yok mu saymalarını bekleyelim? Elbette hayır. Zamanın Bedii’nin ifadesiyle “Âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır.” Ayna, evet ısı ve ışığın kaynağı değildir ama bir işlevi de vardır, onları yansıtmaktadır. Karı koca da birbirlerinin hayatına katkıda bulunmuşlardır ama bu katkının kaynağı değillerdir, Mutlak Varlığın onların hayatlarına katkılarına ‘mazhar ve mak’es’ olmuşlardır. Birbirlerinin hayatlarına katkıları Mutlak Varlığın ikramı ve ihsanıdır, onlar bu ihsana vesile olmuşlardır.

“Benim sayemde” ya da “Senin sayende” iddiaları elbette sadece karı koca arasındaki ilişkiye özel bir durum değil. Karı-koca, ebeveyn-çocuk, öğretmen-öğrenci, yönetici-yönetilen, doktor-hasta, gibi her türlü ilişkide karşımıza çıkar. Hatta, “Bahçem sayesinde bu kadar ürünü aldım” ya da “Sayemde bahçe bu hale geldi” şeklinde insan kainat ilişkisinde bile söz konusu olabilir.

Ne başkasına “Sayemde” diyerek tahakküm kurmaya hakkımız var, ne de başkasının “sayemde” diyerek bizim üzerimizde tahakküm kurmasına. Ne kimsenin kölesiyiz, ne kimse bizim kölemiz. Her türlü güzel şeyi bize bahşeden Mutlak Varlığa sonsuz minnettarlık duymak gibi varoluşsal bir vazifemiz var sadece. Vesile olan aynalara da teşekkür etmeye.


Benliğin iki yüzünü birbirine karıştırmak
Zihnim gelip şu konuda takılıp kalırdı hep: Tümüyle kendi irademiz dışında ve hiçbir etkimiz olmadan geldiğimiz şu kısacık dünya hayatının ölümle son bulmasına da hiçbir şekilde mani olamadığımız halde; benliklerimiz nasıl oluyor da kendinde bir güç ve kudret vehmedebiliyor; “ben yaptım”, “benim sayemde” oldu diye trajikomik iddialarda bulunabiliyor; kendini yüceltip narsistleşebiliyor ve övülmek için çırpınıp durabiliyor?

Benlik, kendiyle kalmıyor. Kendinden yola çıkarak, kendi iradesinin taalluk etmediği olayları da sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde izah ederek, asıl cevabı vermeden paçayı kurtarmaya çalışıyor. Güneş dünyamızı ısıtıyor, gökyüzündeki ısı değişimleriyle bulutlar dünyamıza kar tanelerini yolluyor, fay hatlarının hareketiyle yer sallanıyor, vb.

Anlayabildiğim kadarıyla, benliğin (enenin) narsist bir tutum takınması, olayları izah ederken Mutlak Varlık’la ilişkiyi koparması, benliğin iki ayrı yüzüne ait hükümleri birbirine karıştırmasıyla alakalı.

Zamanın Bedii, Ene bahsinde, benliğin iki yüzü olduğundan bahseder.

“Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.”

Ademî bir şey, madum bir şeye illet olmuş

Bir domates fidesi düşünelim, bu fidenin yetişmesi için belli aralıklarla sulanması, gübrelenmesi, güneşten istifadesi ve daha birçok (hatta sonsuz) şart gerekli. Bahçenin sahibi domates fidesini sulamaktan vazgeçtiğinde fidenin kuruması kaçınılmaz bir sonuçtur. Bahçenin kurumasında (şer işlemede) bahçe sahibi faildir, etkendir. Yani, “Ademî bir şey, madum bir şeye illet” olmuştur. Bahçe sahibi bir şeyi “yapmayarak” bir şeyin “olmamasına” sebebiyet vermiştir ve “Sayemde kurudu,” çıkarımı da doğrudur. Yalnız tam burada dikkat etmemiz gereken nokta kanaatimce şu: Bu çıkarım bahçe sahibinin şerleri işlemekte fail ve fiil sahibi olmasına dair bir çıkarımdır ve sadece benliğinin şerre bakan yüzüne aittir.

Bahçe sahibi narsist bir tutum takınarak, kendini yüceltmek istediğinde bu ikinci yüze ait hükmü, birinci yüze de uygulamaya kalkar: “Bahçeyi sulamadığımda bahçe kuruyorsa, demek ki domatesler benim sayemde büyüyor. Onları büyüten benim!”

Oysa bir domatesin büyüyüp gelişmesi için, belli derecede ısı ve ışığa, belli derecede sıcaklığa, belli derecede yağışa, belli derecede rüzgara, belli derecede nem oranına, dünyanın dönüşüne, ve daha bunun gibi sonsuz derece koşulun bir araya gelmesine ihtiyaç vardır. Bu da mutlak bir ilmi ve kudreti gerektirir. Bahçedeki domateslerin kuruması içinse, zahiri  sebepler yekününden tek birinin yokluğu yeterlidir.

Bu gerçekliği görmezlikten gelen bahçe sahibi, şer işlemekte (domates fidelerini kurutmak) fail ve etken olma durumunu, benliğin hayra ve vücuda bakan, yani bahçede domateslerin büyümesi eylemine de uygular. Halbuki sebzelerin kurumasından sorumlu olan benlik iş büyümelerine gelince sadece “..vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fail değil; icaddan eli kısa” konumundadır. Sınırsız sayıda sebepten sadece bir sebeptir bahçe sahibi.

Hepimize yaptırılan bir deney

Benliğin iki yüzüne ait hükümlerin karıştırılması bize erken yaşta öğretilir. Hemen hepimize yaptırılan bir deneydir. Benden otuz küsur yıl sonra kızlarıma bile yaptırıldı bu deney. İki bitkiden birini güneş ışığına maruz bırakırız. Diğerini mesela alüminyum folyo ile kapatıp güneş ışınlarının ulaşmasına engel oluruz. Her ikisinin diğer tüm bakımlarını eksiksiz sürdürürüz. Sularız, toprağına gübre koyarız. Bir süre sonra alüminyum folyo ile kapattığımız bitkinin solmaya yüz tuttuğunu müşahede ederiz.

 Bu deneyden çıkarmamız beklenen sonuç şu oluyor: Bitkiler “güneş sayesinde” büyümektedir. Güneş bitkilerin büyümesinde “etken”dir. Güneş, adeta güç ve kudret sahibi bir konuma yerleştirilir bu bakış açısında. Halbuki, şöyle dense sorun yoktur: “Bitkiyi güneşten mahrum bırakmak onu soldurur. Solan bitki, ‘güneşten mahrum bırakılma sayesinde’ kurumuştur.” Bir şeyin olmamasını açıklama biçimini olmasına uyarlayarak, bitkileri büyüten güneştir sonucuna varmaksa tam bir akıl dışılıktır, irrasyonelliktir. Bitkinin büyümesi için sayısız sebep gerekir ki bu sayısız sebepleri sonuçlarıyla birlikte yaratan Mutlak Varlık’tır.

Şerleri işlemek için bir sebep kâfidir ki bu çoğunlukla bir şeyi yapmamaktır. Toprağı sulamazsınız olur biter. Silahla bir insanın kalbine zarar vermeniz bir insanın ölmesi için yeterlidir. Ama bir insanın bir parmağını oynatmak için sonsuz sebep gerekir. Ölümün sebebi birse hayatın sebebi sonsuzdur.

Hayırların, iyiliklerin vücut bulmasının sebepleri de sonsuzdur. Sonsuz sebepleri, sonuçlarıyla birlikte her daim yaratan da Mutlak Varlık’tır.

 İşte böyle, ey nefsim...

 Sen bir gemide dümenci neferisin yalnızca.

 Geminin dümenini elinden bırakırsın, gemi karaya oturur. Ama gemiyi hareket ettirmek için sınırsız koşula ihtiyaç vardır.

Hiç yorum yok: