23 Aralık 2012 Pazar

‘Bayezid-i Veli’ ecdadımız değil mi? -Mustafa Armağan


Nedense ondan hoşlananımız azdan azdır. Milliyetçi ve muhafazakâr kesim kendisini ‘pısırık’ bulur, Osmanlı tahtına yakıştıramaz. Sol ve liberal çevrelerin derdi ise başka: O ‘dinci’ bir padişahtı, ibadetten başını kaldıramamış, Avrupa’da sanat ve bilim alanlarındaki gelişmelere düşmanlık etmiş, Fatih’in açtığı çığırı dondurmuştur.

Osmanlı tarihi denilince birbiriyle kanlı bıçaklı olan bu iki dünya görüşünün II. Bayezid’i sevmeme noktasında uzlaşmaları şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücü de. Bakın İsmail Hami Danişmend gibi ‘muhafazakâr’ bir isim neler döktürmüş: “Şanlı babasının büyük meziyetlerine pek az vâris olabilen II. Bayezid, zayıf ruhlu ve gevşek huylu olduğu için (…) büyük Osmanlı padişahları arasında böyle bir şahsiyetin bir nisbetsizlik teşkil ettiği muhakkaktır. Babası Fatih’e ve oğlu Yavuz’a pek az benzeyen bir şahsiyettir.”

Meziyetsiz, zayıf ruhlu ve gevşek huylu… Başka? “Cevval değildi” diyen mi ararsınız, “rahatı sevdiğini” söyleyeni mi? İyi de suçu neydi bu padişahın? Suçu, yumuşaklığı (hilmi) ve dindarlığıydı. Yumuşak olması ahirlerin hoşuna gitmiyordu, dindar olması ‘asrîlerin’. Oysa halkın yanılmaz teşhisiyle “Bayezid-i Velî”ydi, Veli padişahtı.

Bir insanın dindar olması, ibadetle meşgul bulunması suçtur aydınımızın gözünde. Meşrutiyet’ten itibaren padişahlar arasında iyi-kötü ayrımı yapılmıştır. II. Osman bu dönemde “Genç” yapılmış ve ‘iyiler’ safına katılmıştı. Sultan İbrahim’in “Deli” yapılması da aynı döneme rastlar.

İşte II. Bayezid’in pısırık, pasif, babası ve oğlu gibi seferlere çıkmayan (padişahlığının daha 2. yılında çıktığı Morova seferine ne diyeceksiniz?), sarayda rahat döşeklere gömülüp dünyayı umursamayan bir ‘çöküş dönemi’ padişahı olarak resmedilmesi de yine jöntürk tarih yazıcılığının günümüz Türkiye’sine unutulmaz bir kazığıdır.
II. Bayezid avlanmayı çok severdi. Şeyhi Seyyid İbrahim’i bir ceylanın üzerine binmiş, kendisini uyarırken gösteren bu minyatür, “Veli” kimliğine yaklaşmakta anahtar işlevi görüyor. (Taşköprülüzade, Osmanlı Bilginleri, İz: 2007).



Peki tarihimize vurulan asırlık kelepçelerden nasıl kurtulacağız? II. Bayezid’in, Baki Tezcan’ın II. Osman’la ilgili çalışmasında ortaya koyduğu gibi nasıl kendi yüzüyle tarihe geçmesini sağlayacağız?

Allah’tan bir adım atıldı ve Beyoğlu Belediyesi ile Mimar Sinan Üniversitesi’nin ortak çalışmasıyla 19-20 Aralık 2012 günlerinde 500. vefat yıldönümü vesilesiyle bir sempozyum düzenlendi. Siyaset, askerlik, mimari, sanat, bilim ve tarih alanlarındaki katkıları gündeme getirildi. Yazık ki basınımızın ilgisine yeterince mazhar olamadı. Onlar eski adı Çirkince olan Şirince’deki ciddi kıyamet senaryolarıyla meşguldüler!

Sempozyumda fakir de “Veli”liği üzerinde durdu ve şunları dile getirdi:

Fatih, oğullarının eğitimine önem vermesiyle de dikkat çeker. Ortanca oğlu Mustafa için kaynaklar “âlim ve şair” der. Cem’in şair ve âlim olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde Bayezid de uzun bir süre kaldığı Amasya’da sıkı bir eğitimden geçti. Arapça ve Farsçayı, fıkıh ve heyet ilmini (astronomi) öğrendi.

Suikaste kurban gidiyordu

Manevî boyuta yatkınlığı daha şehzadelik yıllarında başlamıştı. “Babam” diye bahsettiği Seyyid İbrahim Çelebi’yi, Amasya yakınlarındaki köyünde ayağına kadar giderek ziyaret etmiş ve aralarında manevî bir bağ oluşmuştu. Seyyid İbrahim şehzadenin av tutkusundan hoşlanmıyordu. Ona lüzumsuz yere hayvan öldürmenin sakıncalarını anlatarak vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Bayezid bir gün yine ava çıktı. Adamları geyikleri ondan tarafa doğru sürdüler. Tam okunu atacakken Bayezid’in vazgeçip geriye döndüğü görüldü. Sebebi sorulunca “Babam” dediği Seyyid İbrahim’i bir geyiğin sırtında gördüğünü ve kendisini sert bir şekilde uyardığını söyledi. Bundan sonra avcılığa tövbe ettiğini yazar Taşköprülüzade.

Öte yandan Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin babası, “Yavsı Şeyh” namıyla meşhur olan Şeyh Muhyiddin İskibilî’ye bağlanmış ve tekkesinde 40 gün halvete girmişti.  

Mevleviliğe düşkünlüğü ise doğumunu babasına Konya Çelebiliğini uhdesinde bulunduran Cemaleddin Çelebi’nin müjdelemesinden ileri gelir. Çelebi’ye de, Mevlânâ’ya da büyük saygı göstermiş ve Mevlânâ türbesindeki sandukaları yenileyerek üzerlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiştir.

Kaynaklar daima ibadetle meşgul olduğunu, cemaatle namaza çok sık gittiğini, bol bol sadaka dağıttırdığını yazar. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre İstanbul Beyazıt Camii tamamlanınca “Kim ikindi namazının sünnetini hiç terk etmemişse ilk cuma namazında o imam olsun.” demiş, kimse çıkmayınca “hazerde ve seferde hiçbir sünneti terk etmediği için” namazı kendisi kıldırmıştır.

Işk adlı Şii fedai bir sefer sırasında kendisine suikast yapmak istemiş, ölümden son anda kurtulmuştu. Bu da Şiilerin Osmanlı topraklarında ne kadar pervasızca hareket edebildiklerini gösterir. Tam bir ehl-i sünnet tarikatı olan Nakşibendiliği teşviki ve Bursa’daki Emir Sultan’ın amcaoğlu olan Ahmed Buhari eliyle İstanbul’da Nakşiliği kurdurması bundandır. Şiilik tehlikesine karşı Nakşiliği manevî bir sur olarak kullandığını görüyoruz.

Bundan 500 yıl önce tahtını Yavuz’a bırakırken bir ricası olmuştu. Kendisini Rahman’ı düşünmekten alıkoyan şeylerden kurtulmak fikriyle Dimetoka’da münzevi bir hayat geçirmek istiyordu. Şunları söylemişti: “Ta ki bir köşede oturup ibadet edeyim. Tek dervişlik yoluna kanaat edeyim.”

Nakşiliğin yıldızlarından Ubeydullah Ahrar’ın torunu Muhammed Kasım anlatıyor. Babası Abdülhadi İstanbul’a gelip II. Bayezid ile görüşürken dedesinin kılık kıyafetinden bahsetmiş, Sultan da ona “Beyaz atları da var mıydı?” diye sormuş. “Evet” cevabını alınca şöyle demiş: “Babam Fatih anlatmıştı ki, filan gün öğleden sonra küffar ile savaşırken askerde bıkkınlık alametleri sezmiş ve Ahrar Hazretleri’nden yardım istemiştim. Hemen o anda beyaz bir ata binmiş ve gösterişli bir kılığa bürünmüş olarak savaş meydanında karşıma çıktı. Bana ‘Korkma’ diye kuvvet verdi, ‘filan tepeye çıkıp bir hücum daha yapın, kazanacaksınız’. Kendisi de düşman üzerine kılıç salladı ve fetih müyesser oldu.”

Hat sanatımızın, Galata Sarayı’nın, gıda standartlarının, baruthanenin kurucusu olan, Türkiye’ye 3 muhteşem külliye hediye eden, aynı zamanda Bosna ve Hersek, Kili, Akkirman, İnebahtı, Modon, Navarin ve Koron’u fetheden, 1509’da neredeyse yerle bir olan İstanbul’u 77 bin işçi ve ustayla dirilten bir devlet adamına yapılan bu asırlık haksızlık karşısında susmak bize yakışmazdı.

Unutmayalım ki, darbeler sadece siyasete yapılmadı. Kafalarımıza da yapıldı. Kafalarımıza indirilen darbelerin etkisini gidermek de kolay olmuyor.

Hiç yorum yok: