Genel olarak ilmî gelişmenin iki düşmanı vardır; biri içimizdeki ihtiraslar, diğeri dışımızdaki otoritedir. İlme en faydalı insan, saçını masa başında ağartmış ihtiyardır.
İhtiras bizi hayatın içine sürükleyince, ilmî gayretimizi elimizden alır. Dışımızdaki otorite ise neyi, nasıl düşüneceğimize, hangi sonuca varacağımıza karar verir. İlmin bu iki engelleyicisine bizde bir de ceberutluk eklenmiştir. Okullardaki ideolojik eğitimler, oralarda kalmıyor; hayata yansıyor. Son derece saygılı bir dille yakın geçmişimizi ele alan biri; "Şu nokta bana farklı görünüyor" dese "Vay hain! Susturun şunu" hücumuyla karşı karşıya geliyor.
Tarih bilimini meslek edinmişler, hocalarının verdikleri konu icabı Hunlardaki Teoman'ın dönemini ele alıp inceleyebilirler. Fakat normal olarak tarihe ilgi son dönemden başlar. Bir kimsenin babası, dedesi, amcası savaşa gitmiş, şehit veya gazi olmuşsa, onun macerası aile içinde anlatılır. Yetişen çocuklarda o dönem tarihine heves başlar. Eline aldığı kitap propaganda maksadını taşıyorsa, bırakır. Unutmayalım ki tarihin çekiciliği inandırıcılığından gelir.
Osmanlı'dan bize sadece borç kaldığını okullarda okurduk. Hatta bir öğretmenimiz Cumhuriyet'in hangi şartlarda kurulduğunu zihnimize çakmak için ilk maliye bakanının makamında boş bir demir kasa olduğunu anlatırdı. Lise yıllarında da padişahlar zevk ve safada yedikleri için Lozan'da önümüze bir yığın borç geldiğinden, savaşlarda her şeyini kaybetmiş milletimizin onların borçlarını ödediğinden yakınılırdı. Hele Dolmabahçe Sarayı'nın yapılması dillere pelesenk olmuştu. Bu sarayın maliyetinin devlet bütçesindeki değerini ve oranını düşünemiyor, "Vay be!" diyorduk. Aynı zamanda başkentin ne olduğundan, diğer devletlerde karşılığı bulunup bulunmadığından haberimiz yoktu.
İşin içine biraz girince anlatılanların, yazılanların aslı astarı olmadığı anlaşılıyor. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal eden borç tutarı, o günkü para ile 150 milyondur. Buna karşı Osmanlı'nın Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktığı nakit para ise (bozuk para hariç) 161 milyondur; yani 11 milyon fazladır. İş bu kadar ile bitmiyor. Kalan miktar nakittir; ödenecek borç ise taksitlendirilmiştir. Borcun ödemelerine 1929'da başlanacaktı. O dönemde dünyada patlak veren ekonomi krizinden dolayı biz de iflasa sürüklendik. Alacaklı devletlerle görüştükten sonra 1933 yılında düzenli ödenmeye başlandı. Bu ödemeler Demokrat Parti döneminde de devam etti; 1954 yılında sona erdi.
İlk ve ortaöğretimlerde rejimi yerleştirmek gayretini makul karşılamak gerekir, diyelim. İktisat profesörlerinin Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde bile bağımsız bir ekonomi politikasının uygulandığını ilmî(!) eserlerinde yazmalarına ne diyeceğiz? Global ekonomik krizden dolayı ülkemizde de aşırı bir daralma oldu, bu dönemde paramız dolara endekslendi. 1930-34 yıllarında liramız büyük ölçüde değer kaybetti; ihraç ürünlerimizin hemen hemen tamamı tarıma dayalı idi; bunlar elde kalınca köylünün iktisadi hayatı sınırlandı. Çaresizlikten Fransa ile bir çeşit takas ticareti denendi; başarılı olmadı. 1934-39 yılları arasında Hitler Almanya'sıyla sıkı bir ekonomik işbirliğine girildi. 1929'da dış ticaretimizin % 15'i Almanya ile yapılırken 1934'te bu miktar yüzde 39'a, 1938'de yüzde 44'e çıktı. Alman etkisini bazı devlet adamlarımızın saç ve bıyık modellerinde de görmekteyiz. 1937'lerde dünya farklı ortama gidiyor, Almanya'nın aşırı kalkınması ve silahlanması dikkatleri çekiyordu. Onun yanındaki Türkiye de başını giyotine uzatmak zorunda kalırdı. İngiltere'den 118 milyon borç temin ettik; bir maceraya sürüklenmekten kurtulduk; bir başka gücün gölgesine sığındık. Tarih akışının bize sunduğu bu şartları tam bağımsız bir politika olarak ilan etmek, son dönem tarihimizin ne kadar ideolojiye, propagandaya bulaştığını, inandırıcılığını yitirdiğini göstermektedir.
Tarih bize sadece geçmişimizi öğretmez. Bütün bilimlerin tarihinin bulunması hayatımızı anlamamızı sağlar. Tarihimiz anlamsızlaşınca, diğer bilimler de bundan payını alır; onlar da sığlaşır. Bir de etki tepkiyi doğurur; ikinci Abdülhamit gibi önemli bir şahsiyeti "Kızıl Sultan" olarak okutursak, tepkiyle karşılaşmamız normal değil mi?
Tabii bütün bunlardan tarihi bakımdan bastığımız zeminin de sağlam olmadığını anlıyoruz. Ecevit "Vahdettin hain değil" deyince Demirel "O hususları eşelemeyelim" demek zorunda kaldı. Eşelemeyelim, ama tarihten kopuyoruz. Tarihten kopmak kolay değil; milletin beka meselesidir. Evet terazinin bir kefesinde inandırıcı olmayan bir tarih, diğer kefesinde koskoca bir millet var. Hangisini tercih edeceğimize vicdanı olan karar versin.
Tarih bilimini meslek edinmişler, hocalarının verdikleri konu icabı Hunlardaki Teoman'ın dönemini ele alıp inceleyebilirler. Fakat normal olarak tarihe ilgi son dönemden başlar. Bir kimsenin babası, dedesi, amcası savaşa gitmiş, şehit veya gazi olmuşsa, onun macerası aile içinde anlatılır. Yetişen çocuklarda o dönem tarihine heves başlar. Eline aldığı kitap propaganda maksadını taşıyorsa, bırakır. Unutmayalım ki tarihin çekiciliği inandırıcılığından gelir.
Osmanlı'dan bize sadece borç kaldığını okullarda okurduk. Hatta bir öğretmenimiz Cumhuriyet'in hangi şartlarda kurulduğunu zihnimize çakmak için ilk maliye bakanının makamında boş bir demir kasa olduğunu anlatırdı. Lise yıllarında da padişahlar zevk ve safada yedikleri için Lozan'da önümüze bir yığın borç geldiğinden, savaşlarda her şeyini kaybetmiş milletimizin onların borçlarını ödediğinden yakınılırdı. Hele Dolmabahçe Sarayı'nın yapılması dillere pelesenk olmuştu. Bu sarayın maliyetinin devlet bütçesindeki değerini ve oranını düşünemiyor, "Vay be!" diyorduk. Aynı zamanda başkentin ne olduğundan, diğer devletlerde karşılığı bulunup bulunmadığından haberimiz yoktu.
İşin içine biraz girince anlatılanların, yazılanların aslı astarı olmadığı anlaşılıyor. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal eden borç tutarı, o günkü para ile 150 milyondur. Buna karşı Osmanlı'nın Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktığı nakit para ise (bozuk para hariç) 161 milyondur; yani 11 milyon fazladır. İş bu kadar ile bitmiyor. Kalan miktar nakittir; ödenecek borç ise taksitlendirilmiştir. Borcun ödemelerine 1929'da başlanacaktı. O dönemde dünyada patlak veren ekonomi krizinden dolayı biz de iflasa sürüklendik. Alacaklı devletlerle görüştükten sonra 1933 yılında düzenli ödenmeye başlandı. Bu ödemeler Demokrat Parti döneminde de devam etti; 1954 yılında sona erdi.
İlk ve ortaöğretimlerde rejimi yerleştirmek gayretini makul karşılamak gerekir, diyelim. İktisat profesörlerinin Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde bile bağımsız bir ekonomi politikasının uygulandığını ilmî(!) eserlerinde yazmalarına ne diyeceğiz? Global ekonomik krizden dolayı ülkemizde de aşırı bir daralma oldu, bu dönemde paramız dolara endekslendi. 1930-34 yıllarında liramız büyük ölçüde değer kaybetti; ihraç ürünlerimizin hemen hemen tamamı tarıma dayalı idi; bunlar elde kalınca köylünün iktisadi hayatı sınırlandı. Çaresizlikten Fransa ile bir çeşit takas ticareti denendi; başarılı olmadı. 1934-39 yılları arasında Hitler Almanya'sıyla sıkı bir ekonomik işbirliğine girildi. 1929'da dış ticaretimizin % 15'i Almanya ile yapılırken 1934'te bu miktar yüzde 39'a, 1938'de yüzde 44'e çıktı. Alman etkisini bazı devlet adamlarımızın saç ve bıyık modellerinde de görmekteyiz. 1937'lerde dünya farklı ortama gidiyor, Almanya'nın aşırı kalkınması ve silahlanması dikkatleri çekiyordu. Onun yanındaki Türkiye de başını giyotine uzatmak zorunda kalırdı. İngiltere'den 118 milyon borç temin ettik; bir maceraya sürüklenmekten kurtulduk; bir başka gücün gölgesine sığındık. Tarih akışının bize sunduğu bu şartları tam bağımsız bir politika olarak ilan etmek, son dönem tarihimizin ne kadar ideolojiye, propagandaya bulaştığını, inandırıcılığını yitirdiğini göstermektedir.
Tarih bize sadece geçmişimizi öğretmez. Bütün bilimlerin tarihinin bulunması hayatımızı anlamamızı sağlar. Tarihimiz anlamsızlaşınca, diğer bilimler de bundan payını alır; onlar da sığlaşır. Bir de etki tepkiyi doğurur; ikinci Abdülhamit gibi önemli bir şahsiyeti "Kızıl Sultan" olarak okutursak, tepkiyle karşılaşmamız normal değil mi?
Tabii bütün bunlardan tarihi bakımdan bastığımız zeminin de sağlam olmadığını anlıyoruz. Ecevit "Vahdettin hain değil" deyince Demirel "O hususları eşelemeyelim" demek zorunda kaldı. Eşelemeyelim, ama tarihten kopuyoruz. Tarihten kopmak kolay değil; milletin beka meselesidir. Evet terazinin bir kefesinde inandırıcı olmayan bir tarih, diğer kefesinde koskoca bir millet var. Hangisini tercih edeceğimize vicdanı olan karar versin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder