23 Eylül 2012 Pazar

'Beyaz Türk'ün 'Beyaz Kürt'leşmesi - Akif Emre


Avrupalıların Avrupa-dışı ile sağlıklı ve dengeli ilişki kurmaları zordur. Bu 'zordur hükmü' her ne kadar bizlerin Batılılarla sağlıklı ilişki kurmamızı zorlayan bir bakışı akla getirse de üzerinde durmaya değer. Avrupalıların zoru kendilerini 'Avrupalı' saymalarıyla başlar. Avrupalılık, Avrupa fikri; ideolojik bir kavramsallaşmaya dönüşmüş, etnik ve kültürel üstünlüğü içinde barındıran bir uygarlık projesinin adı…
Avrupa sömürgeciliğinin öteki ile teması; Doğu'nun, yani İslam aleminin, yani daha somut olarak Osmanlı'nın gücünü kaybetmesine paralel işleyen bir süreç… Bu süreç; Avrupalıdaki Doğu hayranlığı, zamanla üstünlük, kibir, aşağı görmeye evrilen bir dönüşüme uğradığı için ilginç bir insanlık sapmasıdır. Evrimci teorinin sosyal Darwinizme, antropolojik bakışla yaygınlaştırılarak ideolojik aygıta dönüştüğü; Avrupalının ötekileştirdiği ve de aynı zamanda sömürgeleştirdiği yahut potansiyel sömürge gözüyle baktığı kültürlere dair üstünlük fikrinin oluşturduğu ortak kimlik, Avrupa ve 'Avrupa fikri'dir. Her ne kadar kendi içinde ikinci sınıf Avrupalılar olsa da, sınıflı toplumun alt katmanlarında ezilmişler bulunsa da Batı dışından olan her şeye karşı üstünlük fikri merkezi yerde durur. Üstün Kuzey ırkı safsatası gibi… Oryantalizm denilen disiplin ve söylem de tam bu bakıştan neşet eder. Her ne kadar Avrupa içi ikinci sınıf Avrupalılar ve de artık Doğu'dan ve Güney'den gelen dalga eski kibrini kırsa, kimi yasal düzenlemeleri kabul etmek zorunda kalsa da kültürel kodlarında bu kibrin işaret taşları var olageldi. Renancı bakış hem siyasilerde hem aydınlarda toplum ortalamasını temsil etti.
Ne var ki, Avrupalının Doğu'ya, İslam'a mütekebbir bakışının her zaman istisnaları olmuştur. Oryantalizmin en zirvede olduğu dönemde bile Doğu'ya aşık edebiyatçılar, eleştirel düşünürler hep olmuştur. Avrupa-dışı kültürlere daha insani açıdan yaklaşanlar, görece nesnel olmaya çalışanların varlığı, bugün de olduğu gibi, hep marjinal kaldı. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren büyüyen Batı kibrine karşın Doğu'ya romantik bir bağla bağlanan yazarlar, farklı bir ayna tuttular. Bizde örnekleri görülen ve nerdeyse baş tacı edilen bu tür aydınların ortak yanı, toplumlarında marjinalleşmeleri ve de tersinden bir aşırı yüceltmeyi yansıtmaları… Aşk-nefret ilişkisini hatırlatan bu parçalı yaklaşım hala devam ediyor.
Avrupalının kendisine biçtiği istisnailik misyonu, kendi dışındakilerle sağlıklı ilişki kurmasını engelledi. Bunda, Batı'nın kazandığı maddi başarının bir şekilde devam ediyor oluşu temel etken. Batı-dışı toplumlarda Batı'nın kutsadığı 'başarı'yı gerçekleştirenler de, kafa konforunu bozmak istemeyen Batı'nın algı dünyasını alt üst edecektir/etti.
Benzer durum Türkiye özelinde de geçerli olduğu için bunca Avrupa girişi yapmak zorunda kaldım. Tatlısu Frenkliği türünden Tanzimat aydınlarının dar seçkinci çevrelerinde fısıldanan bakış, zamanla ailelere yansıyacak ve özellikle cumhuriyet seçkinlerinin temsil ettiği elitizmi oluşturacaktır.
Bürokratik özellikleri ağır basan bu seçkinci zümrenin toplumla fazla bir alışverişi olmadığı gibi, kendi mutlu ve azınlıklı dünyalarından dışarıdaki sessiz yığınları anlamak gibi bir ihtiyaçları olmadı uzun süre. Toplumla temas kurmak istediklerinde de genelde saçmaladılar. İçlerinden aykırı tipler çıkmadı değil zaman zaman... Mahallenin 'yaramaz çocuğu' olan bu yeni yetmeler de yine Batı'nın içinden karşı-ideolojik pencerelerle halkı anlamaya çalıştı. Bir tür halk adına kendini feda etme psikolojisi hakimdi. Batı'nın Doğu ile kurduğu anlama ilişkisindeki aşırılık gibi, bu 'yaramaz çocuklar' da Asya Tipi Üretim Tarzı'ndan ya da Beyaz Türk ulusalcılığına karşı ezilen halklar söyleminden karşı-ulusçuluklara savruldu.
Seçkincilerin mütekebbir tavrı ne kadar bu toprakların ruhuna yabancı idiyse keyif kaçıracak derecede 'halkın vicdanı' olmaya adanmış bir nesil de seçkinci kodları adeta 'yapıbozum'a tabi tutarak yeniden kurmayı denedi…
Mahallenin yaramaz çocuklarıydılar, siyasal olarak farklı olsalar da. Bir kısmı Filistin kamplarında, bir kısmı darbe sonrası girdikleri zindanlarda, hatta yakın zamanda askeri vesayetin açık baskılarına tepki verirken, anti-Amerikancı tutumla Bağdat'a, Afganistan'a sahip çıkarken kendi coğrafyalarını keşfettiler. Nikaragua devriminden başlayıp Cheli idollerle devam eden romantik devrimciliğiyle Ortadoğu'da yerliliği keşfetmeyi denedi…
Ne var ki, kendi coğrafyasıyla bu denli dolaylı ve hasarlı yollardan temas kurabilenler ayrıcalığı pek de kalmayan seçkinlerin yaramaz çocuğu olmaktan çoktan çıkmış, dünyadaki farklı eğilimlerin, gelişmelerin rüzgarından hayli etkilenerek kendi seslerini aramaya başlamıştır.
Kürt siyaseti bağlamında, bu toprağın ruhuna soğuk, metalik bir fidan yeşertme çabasındaki empati kurma girişimlerinin PKK ile hem-hal olmaya evrilmesi, sınıflarının geçmişinden bağımsız değil. Devraldıkları seçkinci kibre tepkinin, tersten, bu toprakların mayasına uzak öfke patlamasıyla karşı-ırkçılığa savruluşudur söz konusu olan. Nasıl Avrupalı bir türlü sağlıklı ilişki kurmayı başaramıyorsa bu topraklarla, bu toprağın mutlu azınlığının mütekebbir tavrına tepki veren mahallenin yaramaz çocukları da 'karşı-kibir yüklü' bir siyasal söyleme sarılıyor. Siyasal, uluslararası dengelerdeki yerine dair çözümlemelerden bağımsız bir anlama çabası olarak, PKK'nın özgürlük mücadelesi veren bir ordu muamelesi görmeye başlamasının arkasındaki psikolojiye biraz da buradan bakmak gerekli.

Hiç yorum yok: