28 Şubat, yahut “Doux commerce”..

“Kanunların Ruhu” kitabında Montesqieu, “Ticaret.. her gün tanık olduğumuz gibi barbarca tavırların kabasını alır ve yumuşatır” demişti.
İskoç tarihçi William Robertson da “Avrupa'da toplumsal ilerlemeye bir bakış” adlı kitabında Montesqieu'nun bakış açısını daha ileri götürmüştür:
“Ticaret ulusların arasında ayrılığın ve düşmanlığın devamına yol açan önyargıların silinmesini sağlar. İnsanların davranışını daha görgülü ve yumuşak hale getirir.”
Görgülü uluslar (Batı), görgülü olmayan ulusları (Hindistan ve Afrika ulusları gibi) vahşice sömürdükleri halde, bundan “Doux commerce”, yani “tatlı ticaret” diye söz etmeleri hiç kuşkusuz tuhaf kaçıyor.
“Tatlı ticaret”in tadına varan Batı uluslarının görgüleri Hindistan'ı, Afrika'yı güç kullanarak işgal etmelerine ve sonra da iliklerine kadar sömürmelerine engel olmamıştı.
“Das Kapital” isimli yapıtında Karl Marx, Avrupa'nın ticari açılım tarihinin vahşi dönemlerine değinirken alaylı şekilde, “İşte tatlı ticaret” demiştir.
Engels de 1869'da Marx'a yazdığı bir mektupta, ailesine ait tekstil şirketiyle bağlarını kopardığını bildirerek, “Yaşasın! Bugün doux commerce sona erdi, artık ben özgür bir insanım” diye espri yapmıştı.
Albert Otto Hirschmann'ın kapitalizmin zaferini ilan etmeden önce nasıl savunulduğunu anlatan “Tutkular ve Çıkarlar” isimli kitabında okuduğuma göre “doux commerce” sözcüğü ticaretin yanı sıra, özellikle karşı cinsler arasındaki uzun ve ateşli sohbetler anlamında da kullanılırmış.
18. yüzyılda Paris'deki bir kolejde öğrenciler kibar, tatlı, rahat ve samimi iletişim kurmayı içeren bir eğitim de alıyormuş.
İşte “28 Şubat” da, “irtica geliyor” perdesi altında gerçekleştirilen tatlı bir ticarettir.
Büyük sermayenin önemli bir kısmı, medya ve “28 Şubat”ın asker kanadı arasında kotarılmış bir girişimdir. Yargıyı, üniversiteleri, bir kısım meslek ve sivil toplum kuruluşunu da bu işe bulaştırmışlardır.
Bu girişim sonucunda Refah-Yol Hükümeti düşürülmüş, akabinde kamu kuruluşları kelepir fiyatına satılmış, bankalar peşkeş çekilip içleri boşaltılmış ve böylece devlet milyarlarca dolarlık kayba uğratılmıştır.
Medya ve büyük sermayenin bir kesimi 28 Şubat'ın motor kanadına “biz size Refah-Yol'u verelim, siz de bize istediklerimizi verin” demişlerdir.
Klasik bir “al gülüm, ver gülüm” hikayesi.
Sonra 2001'deki “Şubat krizi” geldi ve bu krizden de bir gecede milyarlarına milyarlar katanlar oldu.
“28 Şubat” budur, çok tatlı bir ticaret olduğu kesindir ama millete ödettirilen bedelin de bir bedeli var.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatanlar er ya da geç işledikleri cürümlerin hesabını verecekdir.
Böyle buyurmuş resmi tarih!
“Din eğitimi” konusunda yaşanan tartışmalara baktığımızda “laikçi” kesimde çok fazla bir şeyin değişmediği anlaşılıyor.
“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)” genel başkanı Prof. Aysel Çelikel bir panelde şöyle konuşmuş:
'ÇYDD 23 yıl önce kurulduğu zaman, bir mücadele verirsek imam hatiplerin önü kesilir, çizgiye gelir, işte devlete bağlanır ümitlerimiz vardı. Şu anda böyle bir ümit taşımıyoruz. Çok fazla imam hatip liseleri var. Nedir, ne yapmıştır, amaçları nelerdir? Bilmiyoruz zaten. İmam doktor, imam avukat, her türlü kadroları yetişti.”
“Çizgiye getirmek”, “devlete bağlamak” gibi totaliter rejimlere atfedilebilecek cümleler hem “sivil”, hem de “hukukçu” kimliği taşıyan bir hanımefendiye yakışmıyor.
Konuşmasının devamında Prof. Çelikel şunları söylemiş:
'Din önemli bir bağdır, önemli bir sosyal olaydı ama tek başına ulus kavramının, kimliğinin içine geçmeye gücü varsa da tehlikeyi de beraberinde getiren bir unsurdur. Bütün dünyada ulusal kimlik olayı, resmi tarihle birlikte oluşuyor. Biz Atatürk Cumhuriyeti olarak ulus devlet kurduk. Bu ulus devlet demokratik, insan haklarına, hukuk devletine saygılı, laik ve sosyal bir devlet olacak. Bundan asla vazgeçmeyiz. Bu bizim için ulusalcılıksa evet biz ulusalcıyız. Hiçbir ulus tarihine arka dönemez.'
Elbette hiçbir ulus tarihine arka dönemez ve Türkiye toplumunu oluşturan milletin tarihi de cumhuriyet tarihiyle kısıtlı değil.
Bin yıllık bir tarih var bu milletin arkasında.
Çeşitli yorumlarıyla İslam bin yıllık tarih içerisinde teşekkül eden milletin mayasıdır.
İçerden ve dışardan bütün kışkırtmalara rağmen bu milletin hala ayakta kalmasının sebebidir bu maya.
“Resmi tarih böyle buyurdu” diyerek bin yıllık tarihe arka dönmek millete dayatılan dar gömleği ite kaka giydirmek değildir de, nedir?
Provokasyon mu, prova mı?
Adıyaman'da alevi insanlarımızın yaşadığı bir iki mahallede evlere işaretler konulmuş..
Ne olduğu ve kimler tarafından gerçekleştirildiği belirsiz bu işaretlemeleri bazı Alevi dernekleri “Yeni bir katliamın önprovası” veya “Alevilere katliam provası” olarak niteliyorlar.
Bu tür nitelemeler Alevi camiada “Maraş”ı, “Sivas”ı, “Çorum”u hatırlatıyor tabii olarak ve bir tedirginlik meydana getiriyor.
Bazı resmi açıklamalarda işaretlemelerin çocuklar tarafından yapılmış olabileceğine dikkat çekiliyor.
Olabilir, ama yine de provokasyon kokan bu işaretlemelerin faiillerinin en kısa zamanda ortaya çıkarılması gerekiyor.
Aslında, Türkiye ve Suriye arasında artan gerginlik nedeniyle alevi kardeşlerimizin hassasiyetlerini istismar etmeye yönelik bir takım provokasyonlar beklemiyor değildim.
Herşeyden önce bu tür provokasyonlar, alevi camianın tedirginliğini arttırıyor.
Daha önce yaşanan acı olaylar nedeniyle hafızalar tazeleniyor, zihinler de bir “acaba” sorusu dolanır oluyor.
Kimlerin, neden böyle bir prova yapabilecekleri sorusu da pek sorulmuyor bu gibi durumlarda.
Dolayısıyla “Adıyaman provokasyonu” amacına ulaşmıştır.
Adıyaman'ın tarihinde şimdiye kadar aleviler ve sünniler arasında bir çatışma yaşanmamış bildiğim kadarıyla.
Bırakın Adıyaman'ı, ülkemizin hiçbir yerinde böyle bir çatışma yaşanmasını gerektirecek bir neden yok.
“Neden yoksa oluştururuz” diyenler bizleri karşılarında bulacaklarından emin olsunlar, asla bu tür provokasyonlara meydan vermeyeceğiz.
Santayana'nın “geçmişi hatırlamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdur” sözünü elbette unutmayacağız ama faillerin belli olmadığı durumlarda daha dikkatli ve sağduyulu davranmayı da ihmal etmemeliyiz.

28 Şubat bağırarak geliyordu

Bir gece ansızın gelmemişti “28 Şubat”, bağıra çağıra gelmişti.
“28 Şubat”ın borazanlığı yapan medyanın manşetlerinden anlıyorduk.
O manşetler, o köşe yazıları pervasızcaydı, sanki ortada bir yağma ve talan pazarı açılmıştı..
Pay almak isteyenler mütedeyyin kesimlerin başına üşüşüyorlardı..
Akbabalar gibi gagalayıp duruyorlardı.
Medya hiç bu kadar kirlenmemişti.
Öylesine kaptırmışlardı ki kendilerini yaşadıkları anın hiç değişmeden hep aynı kalacağı hissi içindeydiler.
Pervasızlıkları bu yüzdendi.
* * *
“Yeni Şafak”a 1996'nın son aylarında başlamıştım.
Sürece müdahale eden bir gazeteydik, “28 Şubat” ile ilgili bir dizi hazırlamıştım..
Başlıklarımdan biri “28 Şubat'ta demokrasinin boynu vuruldu” idi.
O başlık yüzünden hakkımda dava açılmıştı.
Ve daha nice davalar, gidip geldik mahkemelere.
Yolsuzluk yapan rektörlerin yolsuzluklarını yazdığım haberlerden ötürü de bir kaç davadan yargılandım.
Hepsi belgeliydi oysa.
Utanmadan sıkılmadan “İrticaya karşı mücadele ettiğimiz için bizi yolsuzluk yapmakla suçluyorlar” diyorlardı.
Böyle bir dönemden geçmiştik.
İrtica kampanyalarının arkasında saklanan “yağma masası” bir gün devrilecekti.
Her darbeden sonra olduğu gibi güneş yine doğudan doğacak ve yine batıdan batacaktı.
“Yeni Şafak”, muktedirlerin öfkesine kulak asmadan yoluna devam etti.
Basının yüz ağartan örneklerinden biri oldu.
* * *
28 Şubat süreci bir mağduriyet süreciydi.
Aralarında çok yakınlarımının da olduğu binlerce memur işlerinden edildi.
Meslekten edilmenin aşağılayıcılığına katlanmanın yanı sıra ekonomik zorluklarla da boğuşmak zorunda kaldılar.
İnsan hayatında çok önemli olan yedi sekiz yıl hayatlarından “resmen” çalındı.
Daha nice çalınan hayatlar..
Ve bütün bunları alkışlayarak, “ohh olsun” diyerek karşılayanlar..
Bunları niye anlatıyorum ki zaten hepsini biliyorsunuz, herşey, herkesin gözünün önünde yaşanmadı mı?
28 Şubat mağdurlarının çıkarması gereken en önemli ders ise, “başkalarının 28 Şubat'ı”nı yaratmamak olmalı.
Ancak o zaman kavuştuğumuz şeyler hayal ettiklerimizle alay etmeyecektir.
Adam Smith'in ekonomi felsefesine kökten karşıyım ama hoşuma giden şöyle bir cümlesi var:
“Başkalarının acılarını anlamak ama kendi çektiklerimize aldırmamak, bencilliğimizi dizginleyip şefkat duygularımızı uyandırmak insan doğasının mükemmelliğini oluşturur.”
Şefkati kalplerimize yerleştiren ve yaşadığımız her anın “kamil insan”a doğru kanat açmasını ilham eden Rabbimize hamdolsun.
Çektiğimiz acılar ise asla ve kat'a başkalarının acılarıyla taçlanmasın.

28 Şubat, Erbakan ve İsrail

Sivil hükümetlerin göze alamayacağı pek çok anlaşmanın darbe dönemlerinde kolayca yapıldığı bir gerçek.
ABD ile en mahrem askeri anlaşmalar “27 Mayıs” darbesinden sonra gerçekleştirilmişti.
İsrail ile stratejik askeri işbirliği anlaşmaları da büyük ölçüde “28 Şubat” sürecinde imzalandı.
Aslında 28 Şubat süreci 1995 seçimlerinde “Refah Partisi”nin yüzde 21 oyla birinci çıkmasıyla başladı.
İsrail ile askeri işbirliği anlaşmalarını Org. Çevik Bir'in başını çektiği askerler yürütüyordu.
Anlaşmaların İsrail tarafında ise Hükümet vardı, “Savunma Bakanlığı” vardı.
İlki Refah-Yol'dan önce, Şubat 1996'da imzalanmıştı bu anlaşmaların.
Refah-Yol Koalisyonu anlaşmaların önünde engel olarak görülüyordu.
Dolayısıyla 28 Şubat sürecinin 28 Şubat 1997deki “Milli Güvenlik Kurulu”nda askerlerin hükümete dayattığı kararlarla başladığı düşünmek yanlış.
* * *
28 Şubat sürecinin malzemesi 'irtica' idi.
“İrtica', müesses nizamın sahipleri olduklarını düşünen sivil kesimlerin eline verilmiş elma şekeriydi.
28 Şubat'çılar arasında da 'irtica' bahanesiyle kendilerine yeni bir darbe fırsatı doğduğunu düşünenler vardı.
Ufukta yeni bir “9 Mart” darbesi görünüyordu.
Oysa silahlı kuvvetlerin en üst kademesi, Refah-Yol hükümetini işbaşından uzaklaştırmakla yetinmek istiyordu.
“Post-modern bir darbe” yeterliydi.
İlk başta birlikte hareket eden cuntacılar 1971'de bölünmüş ve böylece 9 Mart'ta “Hafız Esed tipi” rejim kurmak isteyenler yenilgiye uğratılmıştı.
Demirel Hükümeti istifa etmiş ama 28 Şubat sürecinde olduğu gibi Meclis açık tutulmuştu.
9 Martçı grubun başındaki bir general de, ordudan emekli edildikten sonra açılan bir davada cunta kurmaktan yargılanmıştı.
O general daha sonra(1975'de) alevi seçmenlere hitap eden bir partinin genel sekreterliğine getirilmişti.
Bu parti 1973 seçimlerinde yüzde 1.1 , 1977 seçimlerinde ise yüzde 0.4 oy alabilmişti.
* * *
28 Şubat sürecindeki 12 Mart-9 Mart ikileminde de sonuç değişmedi.
AK Parti hükümetini devirmeyi amaçlayan kimi darbe girişimlerinde de benzer deneyimler yaşandı.
9 Mart olayının içinde yer alan bazı sivillerin, dahil olmaya çalıştıkları bu girişimlerin 1971'deki gibi fiyaskoyla sonuçlanması ihtimalinden kaygı duyduklarını içeren konuşmaları gazetelere yansımıştı.
Fiyaskoyla sonuçlanan bu girişimler de şimdi mahkemelerin konusu.
Bütün askeri darbelerin , “28 Şubat”ın ve diğerlerinin de ana malzemesi hep 'irtica' idi.
Aslında 'irtica', görmememiz, bilmememiz, duymamamız gereken pek çok şeyi örten şaldır.
O şalın altındakileri hep sonradan öğreniyoruz.
Maalesef bazı ideolojik ve mezhebi kesimler de bu ört-bas olayının aktörleri oluyorlar.
Sonra da sızlanıyorlar.
* * *
Mehmet Ali Birand'ın “Son darbe: 28 Şubat” belgeselinin bazı bölümlerini izledim.
Belki gözümden kaçmış olabilir ama herhalde Birand, “28 Şubat ve İsrail” ilişkisini de yansıtmış olmalıdır.
Aksi takdirde belgesel çok eksik kalacaktır.