Dost mu düşman mı olduğuna 1997 yılının baharında hâlâ karar verilemeyen o muhaliflerden birinin ismi, Usame Bin Ladin‘di. 1979 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrasında komşu devlet Pakistan üzerinden CIA yıllar sürecek bir operasyona girişti. Özellikle Afganistan–Pakistan sınırına gelen mülteciler arasından devşirilen bir grup Pakistan’ın ünlü istihbarat teşkilatı ISI tarafından örgütlenmeye, eğitilmeye ve sonrasında da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak üzere silahlandırılmaya başlandı. Sovyet işgaline son verecek mücahitleri silahlandırmak kolay ve ucuz bir iş değildi. Bunun finansını tanıdık bir ülkenin istihbaratı üstlendi. Suudi Arabistan belki fiili olarak hiçbir zaman savaş sahasına inmedi ancak Afganistan coğrafyasındaki silahların büyük bölümünü kendi işadamlarını kullanarak tanıdık ve güvenilir kaynaklardan finanse ettiler.
Afganistan işgalinin arka planında Suudi Arabistan, ABD ve Pakistan tüm bu organizasyonu sürdürürken savaş meydanındakiler kendilerini bir özgürlük, din hatta cihatın içinde zannediyorlardı. ABD’den kaynağı tam olarak kestirilemeyen Suudi parası ile gelen yerden havaya da ateşlenen etkili Stinger füzelerini Salang Geçidi’nin üzerindeki Rus helikopterine ‘Allahüekber’ diye bağırarak şevkle ateşlerken hiçbiri bunun farkında değildi. O kadar değillerdi ki bir süre sonra işin içine İran istihbaratı da girince Afganistan sadece Sovyet işgalinin değil farklı fraksiyonların, mezheplerin savaş arenasına döndü. Sovyetler’e karşı oluşan muhalif cephe çöktü. Bir süre sonra kimin kimle ne uğruna çarpıştığı kontrolden çıktı.
Kâbil işte böyle harabeye döndü. 1996 yılında Kâbil düşüp şehre girdiğimde ziyaret ettiğim ilk yer bu savaşın aktörlerinden Necibullah’ın bir-iki gün önce asıldığı meydan oldu. Necibullah’ın bedeni artık ipin ucunda olmasa da urganı ibret olsun diye özellikle yerinde bırakmışlardı. Kâbil sokaklarında dolaşırken sokaklarda saçı sakalı birbirine karışmış tarihin bilinmeyen bir zaman aralığından kopup gelmiş gibi görünen Taliban ise ortaya çıkalı henüz birkaç yıl bile olmamıştı. Sınırdaki kamplarda Sovyet işgaline karşı eğitilen bu dindar talebelerin kontrolden çıktığı ise gün gibi ortadaydı.
Ben, 1996’nın o kanlı ve karmaşık günlerinde Taliban’ın kuzeydeki Şah Mesud’u yenip yenemeyeceğinin izini savaş meydanında sürerken CIA ajanlarını bambaşka bir telaş sardığını yıllar sonra 2004 yılında çıkan bir kitap sayesinde öğrenecektim. Steve Coll ‘Hayalet Savaşları’ kitabında o yıllarda CIA’in tam 2300 adet Stringer füzesi dağıttığını ve bunlardan 600 tanesinin ortada olmadığını ve bunun yarattığı büyük telaşı anlatıyordu. CIA casusları bir zamanlar elleriyle muhaliflere dağıttıkları Stringer füzelerini aramaya çıktıklarında çok ilginç bir şeyle karşılaştılar. Afganistan’da dağıttıkları Stringer füzeleri Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar bütün dünyaya dağılmıştı. Afganistan’da ise bambaşka bir telaş yaşanıyordu. Zira CIA, Kâbil’i alan Taliban’ın arkasındaki bir ismin günün birinde ABD’ye karşı ABD’nin muhaliflere dağıttığı silahları kullanmasından endişe duyuyorlardı. Dost mu düşman mı olduğuna 1997 yılının baharında hâlâ karar verilemeyen muhaliflerin o liderinin ismi, Usame Bin Ladin’di. Bilmem gerisini anlatmaya gerek var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder