14 Temmuz 2013 Pazar

Tahammül, hoşgörü ve ahlak-Doğu Ergil

Tahammül nedir, hoşgörü nedir ve hiyerarşik olmayan (farklı grupların ortak kabulüne dayanan) ahlak nedir konuları tartışılıyor. Aslında aynı konular, Tanzimat'tan beri tartışma konusu. Meselenin kökeninde farklı grupları soy ve inanç, başkaca dendiğinde 'kültürel' farklılıklarına rağmen bir arada barış içinde yaşatabilecek miyiz kaygısı var.
Tanımlardan başlayalım: Tahammül: Zorlayıcı, kötü ve güç durumlara karşı koyabilmek, sabretmek; bir yükü üstüne almak, kaldırmak, dayanmak, katlanmak anlamına geliyor.
Hoşgörü: Yukarıdaki anlamları içerdiği gibi, görmezden gelme veya göz yumma, başkalarını eylem ve yargılarında serbest bırakmak; kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş ve eğilimlerine aykırı düşenlere sabırla katlanmak demektir. Hoşgörüde farklılıkların bir aradalığına izin verme, onları iyi görme de vardır. Bunlar öğrenilen kültürel kodlardır. Hoşgörünün eksik olduğu topluluklarda, yaşam sürekli çatışma ve kargaşa içindedir.
Bizim kültürel tarihimizde tasavvuf; tasavvuf felsefesinde Mevlana, hoşgörü kültürüne en güzel örneklerdir. Hoşgörülü olmak insanlar arası ilişkilerin kurulması ve sağlıklı işlemesinde en doğrudan yoldur. Hoşgörü, kendisinin ve "diğerlerinin" farkında olan insanın özelliğidir. Hoşgörülü olabilmek için bireyin kendi özgürlüğünün, kararlarının ve eylemlerinin diğerleri üzerindeki etkisinin bilincinde olması, onların sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. Bu sorumluluk olmadan hoşgörü boş laftır.

Diğer yandan hoşgörü 'diğerini' yani farklı olanı anlama ile de yakından ilintilidir. Ben ve 'diğeri' aynı anda varsak, yani aynı mekânı ve zamanı işgal ediyorsak ve var olan kaynakları birlikte tüketiyorsak, bir arada yaşayabilmemiz için asgari bir ortaklık anlayışına sahip olmamız gerekir. İşte bu zorunluluk bizi ahlak anlayışına götürür.
Ahlak, insanların toplu yaşam içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen, olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilmesini sağlayan ölçütlerdir. Bu ölçütlerin çoğu yazılı değildir; toplumsal vicdan niteliğindedirler. Yazılı olanlar, genellikle hukuk kapsamına girerler.
Toplumsal vicdana uymayan hukuk düzenlemeleri, kendilerinden beklenen toplumsal işlevi yerine getiremeyeceğinden uzun ömürlü olmaz. Ahlak, toplumsal yaşam pratikleri içinde şekillenir, değişir ve çok çeşitli kaynaklardan beslenir. Bu kaynakların başında da din gelir.
Madem değişik kültürler (yaşam alışkanlıkları ve görenekler) ve inançlar vardır, farklı ahlak anlayışlarının olması da doğaldır. İyi de aynı toplum veya 'ulus' içinde farklı ahlak anlayışları varsa, 1- Bunlar üzerinde bir meta-ahlak tesis edilmezse bir aradalık nasıl sağlanacaktır? 2- Farklı ahlaklar arasında bir hiyerarşi (eşitsiz diziliş) varsa bu nasıl sürdürülecektir? İşte tarih boyunca bu iki soru(n), siyasetin, hukukun ve ahlak öğretisinin önünde duran en büyük meydan okuma olmuştur.
Bizde Tanzimat'a kadar, diğer (bağlı) milletlerin ahlak anlayışına hoşgörü gösterilmiştir ama bu İslam ahlakının üstünlüğü gerçeğinden hareketle olmuştur. Bu durumda egemenlik-tabiiyet ilişkisi pek sorgulanmamıştır. Ama Tanzimat'la farklı kümeler arasındaki hiyerarşik ilişkiyi kaldırarak bir "vatandaşlık ahlakı" kurma süreci başlayınca, İslam'a dayanan (İhtisab Nezareti aracılığıyla sağlanan) "iyiliği emretme kötülüğü yasaklama" işlevi ile yaşatılan eski ahlak anlayışı sona erdi. O günden bugüne kadar 'ortak vatandaşlık ahlakını' oturtamadık. Çünkü rejim, vatandaşların değil, devletin (devletlilerin) tercihleriyle yönlendirildi. Bundan sonrasını oturup hep birlikte düşünmeliyiz. Yoksa kuşku, güvensizlik ve şiddet, var olan ahlaki değerleri de hızla eksiltiyor.

Hiç yorum yok: