20 Mart 2013 Çarşamba

'Sivil çağ'a uyumda güçlük-Avni Özgürel


Orta Asya'dan başlayarak Anadolu'ya kadar tarihe baktığımızda karşımıza Türk kavimlerinin aslında ordulardan ibaret olduğu gerçeği çıkar.

Orta Asya'dan başlayarak Anadolu'ya kadar tarihe baktığımızda karşımıza Türk kavimlerinin aslında ordulardan ibaret olduğu gerçeği çıkar. Askerler; yaşlı, emekli, sakat askerler; askerlerin karıları, çocukları; görevleri askerlere silah yapmak olan zanaatkârlar; askerleri eğlendiren, onların kahramanlıklarını destanlaştıran ozanlar... Türk bu!.. 
Anadolu'ya gelip yerleşene kadar, çiftçi Türk, sanatkâr Türk, tüccar Türk v.s. yok!.. Bu açıdan bakıldığında Türk için 'ordu-millet' nitelemesi, gerçeğin ifadesi sayılabilir.
Avrupa'da ve Amerika'da devlet de ordu da aristokrasiyle burjuvazinin eseri. Bizde ise tablo tersine. 'Ordu'ya yurt gerektiğinde seçmiş, almış; devlet lazım olduğunda kurmuş!
Atatürk'ün, "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan" diye tanımladığı, "kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız" söylemiyle yetişen askere şimdi, 'Çağın gereği sivil toplum, sen geri çekil' diyoruz ve o bunu söyleyenlere düşman görmüş gibi bakıyor.
İki sıkıntı kaynağı
Yaklaşık birbuçuk asırdır, modernleşmeyi 'Batılılaşma' olarak algılamış ve sunmuş, siyaseti bu ölçüyle değerlendirip tavır almış asker, anlaşılıyor ki gelinen noktada hayli sıkıntıda. Ne, onca zaman ülkeye tek hedef olarak gösterdiği Batı dünyasıyla bütünleşmeye açıktan itiraz edebiliyor; ne de buna 'Evet' demenin sonuçlarına katlanmayı göze alabiliyor. Ordunun biribirine bağlı iki sebepten endişe içinde olduğu da son derece açık: 
İlki ve en önemlisi, askerin, sivil siyasi kadrolara ülkenin geleceğini emanet edecek kadar güvenmiyor olması. 
Mevcut ortama bakıldığında, askerler bu yargılarında çok haksız sayılmayabilir. Ama, on yılda bir gerçekleştirdikleri ihtilallerle, bizzat kendilerinin siyaseti cılızlaştırdığına ve yeteneksizliği ödüllendirdiğine de hiçbir şüphe bulunmuyor. Ordu, hassas olduğu 'Atatürkçülük' konusunda yaşanan sığlığın dahi başlıca sorumlusunun kendisi olduğunun hâlâ farkında değil.
İkinci sebep, ordunun geri plana itilme ve etkisizleştirme isteklerinden duyduğu rahatsızlık. 1950'den sonra mevki kaybetmeye sessiz kalmanın sonucu olarak pek çok subayın gecekonduda yaşar duruma düşüşünün, Menderes'in kullanmadığını ifade ettiği ama ona atfedilen, "Gerekirse orduyu yedek subaylarla idare ederim" sözünün etkileri hâlâ hafızalardan silinmiş değil.
Sancılı dönem
Türkiye, imparatorluk asırlarında da, Cumhuriyet döneminde de güçler koalisyonu eliyle ve esas olarak düzeni koruma kaygısıyla yönetildi. Osmanlı'nın 'Nizam-ı Âlem' kavgasının altında yatan; Cumhuriyeti 'müesses nizamı yıkmaya yönelik fiiller'i suç kapsamına almaya iten sebep hep aynıydı. 
Şurası son derece açık ki tarihinin hiçbir döneminde hükmetme yetkisini elinden bırakmamış, yarım asır önce, şartlar öyle olmasını gerektirdiği için erki halkla paylaştığı görüntüsüne razı olmuş 'devlet çekirdeği' artık bir karar noktasına doğru ilerliyor. Kestirilemeyen husus 
'çekirdeğin' şimdiye kadar gönlünce kullanageldiği gücün sınırlanmasını kabul edip etmeyeceği...
Kabul ederse gri alandan beyaz bölgeye geçeceğiz, etmezse yerimizde kalacağız. 
Açık söylemek gerekirse, bu kararın verilmesinde ne siyasetin ne sivil toplumun fazla bir etkisi olmayacak. Yapılabilecek tek şey, göstermelik olduğunun farkında değilmişcesine, ona geçmişten bugüne dillendirdiği söylemi hatırlatıp kendisini tanık göstermek! Ve karar sürecinde sabuklamasına tahammül edip, sonuçta 'siyasetin değil onun dediğinin yapıldığı' hissini yaşayacağı bir üslup geliştirmek. Şayet aksi olur da onun 'bileğinin büküldüğü' duygusuna kapılacağı bir tablo oluşursa, daha önce hangi karar alınmış, ne mesafe kat edilmiş olursa olsun çarkların en radikal şekilde geriye döneceğine şüphe yok.
Darbeler ve sonuçları
Türk halkı kuşkusuz ordusunu seviyor. Bunun en açık göstergesi gündelik hayat. Erkek çocukları 'paşa' hitabıyla sevilip, büyütülüyor; çoğuna sünnet kıyafeti olarak üniforma giydiriliyor; asker uğurlamalarının hepsi şenlik havasında, anketlerde ordu 'en güvenilir kurumlar' sıralamasında önde.
Halk ordusunu seviyor ama onun siyasetle uğraşmasını da kesinlikle istemiyor. Hatta siyaset alanına her girişinde yanlış yaptığı ve yara aldığı kanısında. Bu kanaat şimdi ortaya çıkmış değil üstelik. İttihat Terakki'den beri böyle. Atatürk'ün, Cumhuriyet'in inşa süreci gibi kritik bir dönemde silah arkadaşlarına, "Ya askerlikten istifa edip politika yapın ya da ordudaki görevinize geri dönüp siyasete karışmayın" demesi onun bu gerçeği kavramışlığının ifadesiydi. Keza; Stalin, Hitler, Mussolini gibi sivil hayatın içinden gelen liderler kendilerine özel üniformalar diktirip giyerlerken, Mustafa Kemal'in askeri kıyafeti üzerinden çıkarması da anlamsız değil.
Öncesini bırakalım. 1960 ihtilalinden bu yana tastamam 43 yıl geçti. Neredeyse yarım asır. O günden bu yana askerlerin örtülü ya da açıktan desteklediği, o sayede güçlenmiş tek bir siyasi parti yok. Hatta bu yolla iktidar olmaya çalışanların tamamı kaybetti. 
Menderes döneminden sonrası
CHP, Hürriyet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Demokratik Parti, Güven Partisi, 1970 öncesinin partileşmemiş sivil cuntaları ve daha niceleri. Ordu desteğinde -ya da zorlamasıyla hükümet katına taşınan olmadı değil, ama hiçbiri iktidar olamadı. Halk, eline geçen ilk fırsatta hepsinin önünü kesti. 
Ancak daha önemlisi, ordunun açıktan veya üstü kapalı karşı çıktıklarının tamamı büyüdü, iktidar oldu. 27 Mayıs öncesinde DP'nin gireceği ilk seçimde kaybedeceği ayan beyan ortadaydı. 1957'de parti ülke çapında 50 bini bulmayan bir farkla iktidarını korumuştu ve partisi Adnan Menderes'e, "Allah bana bir daha böyle bir seçim gecesi yaşatmasın" dedirtecek noktaya gerilemişti. Ama ihtilal tabloyu ters-yüz edince, ordu eliyle rakipsizleştirildiği halde CHP kaybetti. Seçimi, "Ordu millet el ele" bağrışları arasında, binaları taşlanan, yöneticileri saldırılardan korkup kaçan AP kazandı. Hem de üç kez arka arkaya. 
12 Eylül 1980 sonrasında darbecilerin kuruluşunu yüreklendirip açıktan destekledikleri MDP'nin akıbeti de farklı olmadı. 
Tepkiyle büyüyenler
Emekli general Turgut Sunalp'in liderliğinde seçime sokulan ve kazanacağına
muhakkak gözüyle bakılan MDP, 'ihtilal konseyi'nden izin alıp alamayacağı bile meçhul olan ANAP karşısında yenilgiye uğradı.
Gerek NP gerekse MSP, kuruluşta AP bünyesinden kopmuş hizip olmanın ötesinde bir siyasi ağırlığa sahip değildi. 
Ama 12 Mart, ardından 12 Eylül cuntaları, hareketin lider kadrosu ve mensuplarının üzerine gidip onları ihtilal gerekçesi diye işaret edince güçlendiler. Öyle ki, ordunun açıkça karşı çıktığı, ona bakarak tavır belirleyen basının adeta savaş açtığı RP'nin neredeyse doğmasıyla iktidara gelmesi bir oldu. Seçmenler, bu partilerde liyakat, ehliyet, program, tutarlılık v.s. aramadı. 
Son örnek: 28 Şubat'tan AKP'ye
Nihayet, oldum olası kendisini 'orduya yakın' hisseden ve bunu saklamayan 12 Eylül öncesinin MHP'si, belirli yörelerde sınırlı oy alan küçük bir partiyken; ihtilal idaresi tarafından 'faşist örgüt' suçlamasıyla yargılandıktan sonra, vurgularını değiştirince ikinci büyük parti konumuna geldi. 
AKP bu tablonun son örneği ve hiç şüphe yok ki 28 Şubat'ın siyasi ürünü. RP kadroları içinde Necmettin Erbakan'dan şikâyet hep vardı. Ancak 28 Şubat yaşanmasaydı herhalde ne Tayyip Erdoğan ne Abdullah Gül sahneye çıkabilirdi. Keza 'devlet çekirdeği' Tayyip Erdoğan'a cephe almasa, AKP bu denli yüksek oranda oya ulaşamazdı.
Güvensizlik nedenleri
İç Hizmet Kanunu'na göre Türk ordusunun yurt savunması yanında bir görevi de 'Cumhuriyet'i korumak ve kollamak...' Yani rejimin bekçiliği. Bunda fazla yadırganacak bir durum yok. Batı demokrasilerinin çatısı altında görev yapan orduların da konumu - reflekslerini gözlemleme fırsatı çok sık doğmasa da pek farklı değil. 
Mustafa Kemal hayatı askeri başarılarla geçmiş devlet kurucusu bir komutan-cumhurbaşkanı olduğu için ordu onun iradesine boyun eğmekten rahatsızlık duymadı. 
Atatürk'ün ölümünden sonra aynı makama gelen İsmet İnönü'nün de gardırobunda yakın zamanda üzerinden çıkardığı general üniforması asılıydı. Dolayısıyla asker de ülke yönetiminin güvenilir ellerde bulunduğu konusunda şüpheye kapılmadı. 1950 seçimlerinden sonra ise 
'istenmeyen' bir şey oldu, Çankaya'ya bir 'sivil' oturdu: Celal Bayar.
Ordunun içten içe bu değişiklikten hayli rahatsız olduğunun kanıtı on yıllık DP iktidarının daha ilk aylarında ihtilal komitelerinin kurulmuş olması. İnönü yönetimi tarafından hapse atılıp işkence görmesinin üzerinden beş sene geçmemiş olan Türkeş'i bile içine çeken bir girdaptı 1950-60 arasında yaşanan. Celal Bayar, sıkıntının kendisinin asker olmamasından kaynakladığını hissedip milli mücadele döneminde Kuvayı Milliye milisi kıyafetiyle çektirdiği fotoğrafları orada burada dağıttırarak kendisini kabullendirmeye çalıştıysa da kâr etmedi. "Atatürk, seni sevmek ibadettir" diyen liderin siyasi hayatı Yassıada'da bitti.
Bu açıdan 1960 ihtilali bir bakıma 'öfke taşması'; askerin sivile itimatsızlığının zirveye tırmanışı sayılabilir. 
Nitekim darbeciler ellerine fırsat geçmişken 'sivil siyasetin' önünü uzun bir süre için kesmek amacıyla, her dönemde yanlarında buldukları üniversitenin desteğiyle bütün maddelerine 'emniyet supabı' konulmuş bir anayasa hazırlamaktan geri kalmadılar. 
Ancak lehinde konuşmak serbest, aleyhinde konuşmak yasak olduğu halde halkın yüzde 40'tan fazlası bu anayasaya 'Hayır' dedi. Hem de eski DP çevresi haklı bir endişeyle ve ısrarla, "Evet oyu verin ki çekilip gitsinler, yoksa gitmeyecekler" mesajları verdiği halde.

Hiç yorum yok: