20 Mart 2013 Çarşamba

'Ganimet size, abide bana'Avni Özgürel


Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs'ta, İstanbul'un düşmesinden 20 gün sonra orduyu terhis ettirdi. Şehirde güvenliği sağlamak için 1500 asker ve tamir işleriyle uğraşması için Süleyman Bey'i bıraktı ve Edirne'ye gitti.




Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs'ta, İstanbul'un düşmesinden 20 gün sonra orduyu terhis ettirdi. Şehirde güvenliği sağlamak için 1500 asker ve tamir işleriyle uğraşması için Süleyman Bey'i bıraktı ve Edirne'ye gitti. Sultan Mehmet'in kente girip mahalleleri gezdiğinde gördüğü fakirlik karşısında hayrete kapıldığını, farklı kaynaklardan okuduğu, tanıdıklarından dinlediği zenginlik ve ihtişamın zerresini görememekten dolayı hayal kırıklığına uğradığını söylediği biliniyor. Orduya verdiği ilk emri şuydu: "Ganimet sizin, abideler benim.." Askere verilen üç günlük yağma izninin birbuçuk günde sonlanmış olması, şehrin fakirleştiğinin göstergesi sayılabilir.

Kostantinopolis, Roma gibi 14 semt üzerine kurulmuştu. Biri Galata'da, diğerleri Haliç'le surlar arasında kalan bölgede yer alan semtlerde ne kadar insan yaşadığı tartışmalı. Kumkapı, Samatya ve Haliç çevresinde yoğunlaşan kent ahalisi sayısının 20 bini geçmediği sanılıyor. Şehrin yüksek yerlerinde sarayların, zenginlere ait konakların bulunduğuna şüphe yok. Kuşatma sırasında İstanbul'u koruyan Bizans askeri sayısının 5 bin olduğu düşünülürse ve bunun, şehirde eli silah tutan erkek nüfusun tamamı olduğu kabul edilirse toplam nüfus için 20 bin tahmini gerçekçi sayılabilir...
Binalar tek katlı
Bizans döneminde ve Osmanlı hâkimiyetinin tesis edildiği ilk bir asırda şehirdeki binaların çoğunun tek katlı kagir yapılar olduğu anlaşılıyor. Nitekim Fatih'in kendi vakıf senedinde kaydedilen yapıların da çoğu bu özellikte. İki ya da üç katlı binaların daha ziyade Galata tarafında yer aldığına bakarak, bunun topoğrafik yapının eğimli olmasından dolayı mümkün hale geldiği söylenebilir. 2. Bayezid'in babasının vakfına ilave ettirdiği binalar ise çoğunlukla iki katlı. Hatta Fatih'in oğlunun döneminde pek çok binaya daha fazla kat çıkma izninin verildiğini gösteren belgeler var. İmar kayıtlarında tek katlı binalar 'beyt', fazla katlılar 'menzil' olarak geçiyor ve sonradan eklemeler yapılmış yapılar 'gurfe' diye anılıyor. 2. Bayezid döneminde yaşanan büyük depremin ardından kagir binalar yerine ahşap yapılar inşasına yönelindiğine, ancak bunun da asırlarca ardı arkası kesilmeyecek yangınlar sürecini başlattığına hükmetmek mümkün. Bu devirde halkın sadece bağlı oldukları inançlar dolayısıyla değil sahip oldukları mesleklere göre de belli yerlerde yerleştikleri belli. Osmanlı yönetiminin bu bakımdan Bizans'ın kentin idare sistemini aynen devraldığını söylemek abartı olmaz. Nitekim Uzunçarşı, Bitpazarı gibi isimlerin Rumcadan Türkçeye aynen tercüme edildiği kesin.
Öte yandan kayıtlarda Okçular için Okmeydanı denilen yerde vakitlerini ibadetle geçirmeleri için tekke açıldığı, Zeyrek taraflarında pehlivanlar için kulüp binası ve güreşecekleri alan tahsis edildiği var. İlginç bir başka husus, şehrin fethedildiğini duyarak Asya yakasından gelecek 'başı bozuk bekârlar' için Şehzadebaşı'nda yıkık halde olan Aya Marya Kilisesi ve papaz odalarının onarılarak, 'Kalenderhane'ye dönüştürülmüş olması. Şehir halkına zarar verme ihtimali yüksek olan 'kalenderhane sakinleri'nin buraya giriş çıkışlarının kontrol edildiği, onlara sadece burada parasız yiyecek verilip, eğlenmeleri için ikisi çalgıcı, ikisi şarkıcı olmak üzere dört kişilik bir grubun görevlendirildiği biliniyor.
Rum'dan evliya icadı
Ömer Lütfi Barkan, 'Kolonizatör Türk Dervişleri' adlı kısa çalışmasında yeni toprakların nasıl Türkleştirildiğini anlatırken, kimi eski Hıristiyan ulularına ait mezarların onların gerçekte Müslümanlığı kabul ettikten sonra ölmüş kişiler oldukları söylentisi yayılarak evliyalaştırıldığına dikkat çeker. Bu yaklaşımın benzerini fetihten sonra İstanbul'da da görmek mümkün. Her mahalleyi kuran ve orada bir cami yaptıran ya da kendisine onarması için tahsis edilmiş kiliseyi camiye çevirten kişinin vefatı halinde oraya defnedilerek semte ruhani bir ekleme yapılmak istenmesinden öte Bizans halkının kutsallaştırdığı bir kısım mezarların 'sahiplenilmesi'nden söz ediyorum. Bunun bir örneği Bizans'ın Aya Tokli Manastırı'nın Toklu Dede adıyla Müslümanlığa mal edilip, Hıristiyan ahalinin Niyet Kuyusu olarak kullandığı kuyunun Dilek Kuyusu adıyla Müslümanlar tarafından kullanılmaya başlaması. Evliya Çelebi, Zindankapısı denilen kale burcundaki harap bir lahidi, fetihten sonra Edirne'den İstanbul'a gelmiş olan Abdürraif Hamadani adlı birinin, "Benim ceddim Baba Cafer'in mezarı bu" diyerek sahiplenip sanduka yaptırdığını ve başındaki külahı sandukanın baş kısmına geçirerek orada düzmece bir evliya mezarı vücuda getirdiğini anlatıyor.
Bu örneğe bakarak Haliç tarafında sur kapıları içinde kalan bölgede Ayadede, Cibalibaba ve Horoz Baba'nın da aynı yöntemle Müslümanlığa mal edilmiş kişiler olduklarına hükmetmek mümkün.
İskân politikası
Bütün çabalara ve teşviklere rağmen şehirde Müslüman nüfusunun yeterince artmaması üzerine Anadolu'ya fermanlar gönderilerek 'sanat sahibi kişilerin' göç ettirilmesi konusunda baskı yapıldığı, hatta bu baskıların yer yer tehdide vardığı biliniyor. Dönemi kaleme alan Kritovoyus tabloyu şöyle anlatıyor:
"Sultan Mehmet Han, İstanbul'un idari işleriyle uğraşmaya başlayıp buraya naklettirdiği Moralılardan bilgili ve sanat sahibi olanları şehrin içine yerleştirdi. Kalanları da İstanbul'un dışında boş arazilerde iskân ettirerek buralarda köyler kurdurdu. Onlara çifçilikle uğraşmaları için tohumluk ve çift hayvanları dağıttırdı. Amasra şehrine davetçiler göndererek ahalisinin çoğunu, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler içinde sanatkâr olanları, ticareti bilenleri ve özellikle zenginleri İstanbul'da topladı. Onlara şehirde çarşılar, hanlar, hamamlar, camiler, konaklar inşa etmelerini, herkesin gücü nispetinde şehri süsleyecek büyük binalar yaptırmasını istediğini söyledi.
Hammer de Fatih'in Trakya'daki Rum ahaliye ferman göndererek İstanbul'a gelip yerleşmek isteyenlerine ev verileceğini, dini adetlerini aynen sürdürmelerine müdahale edilmeyeceğini, güven içinde yaşamalarına kefil olduğunu yazıyor. Aynı kefaletin Galata'dan kaçan tüccara da verildiğine şüphe yok.
Hammer, yıkılan surları tamir ettirmek ve yeni yapılar için çok sayıda inşaat ustasına ihtiyaç duyrulduğundan Trabzon, Kastamonu, Sinop gibi vilayetlere emirler yollanıp 'gelmeyenlerin idam edileceği' tehdidinin savrulduğunu da yazmış. Sadrazam Mahmut Paşa'nın Karaman'dan, İshak Paşa'nın Aksaray'dan, Gedik Paşa'nın Kefe'den insanları göç ettirip kendi adlarını taşıyan mahallelere yerleştirdiklerini de Aşıkpaşazade'den öğreniyoruz.
Fatih'in tüm çabalarına rağmen kent nüfusunun uzun süre fazla artmadığı açık. Ölümüne yakın yapılmış bir 'bina ve insan sayımı'na göre Galata dahil 16 bin binada toplam 85 bin kişinin yerleşik olduğu anlaşılıyor. Sayımı yapanlar bunun da ancak yarısının Müslümanlardan oluştuğunu kaydetmişler. Midilli'nin fethinden sonra halkının üçte birinin İstanbul'a nakledilmesi emrinin verilmiş olması iskânın hayli ağır ilerlediğinin kanıtı...



Sultan Mehmet'in ruh dünyası
Fatih'in ruh dünyasıyla ilgili hayli şey yazılıp çizildi. Özellikle de dini inançları konusunda... Onun Bizans İmparatorluğu'nun varisi olmanın idrakinde bir hükümdar olduğuna şüphe yok. İstanbul'u bir kültür, sanat, ticaret merkezi haline getirmeyi hedeflediğine de.
Hurufi miydi?
Bir ara 'Hurufiliğe' merak sardığı biliniyor. Ancak çok çabuk, bunun sapkınlık olduğunu anlayıp o muhitten koptuğu, hatta ileri giderek Hurufiliği ortadan kaldırmak için şiddet kullandığı açık. Onun İslam'ın yobaz biçimde yorumlanmasına tepki gösterdiğine şüphe yok. 'Avni' mahlasıyla muhayyel sevgiliye yazdığı şiirlerden birinde hem Hurufilikten etkilenişini hem softalığa itirazını görmek mümkün: 
'Kâbe hakkı Avni baş eğmez namaza yüz yumaz/ Kaşların mihrabına secde kılam yeter bana..' (Kabe hakkı için yemin ederim ki, Avni ne namaz kılacağım diye baş eğer, ne abdest alacağım diye yüzünü yıkar; Kaşlarının mihrabına secde kılmak onun için en güzel ibadettir...)
Bir sevda şiiri
Fatih'in şair yanını değerlendirmek haddim değil. Ancak onun sevda şiirlerinden birini daha aktarayım istiyorum: 'Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider/ Çün irer fasl-ı hazan, bağ ü bahar elden gider/Gırre olma dilnera; hüsn ü cemale kıl vefa/ Yok bekası kimseye nakş ü nigar elden gider" (Ey sevgili, şarapla doldurduğun kadehleri dağıt ki bir gün gelir bu lalelikler solar, elde ne bahar kalır ne bağ/ Güzellikle mağrur olma, bir gün hepsi, bütün gözler, bütün güzel yüzler elden gider...

Hiç yorum yok: