John Godolphin Bennett |
John Godolphin Bennett İngiliz bilim adamı, matematikçi ve düşünür. 8 Haziran 1897′de Londra’da doğdu. Asya dilleri ve dinleri üzerine incelemelerle bilimsel araştırmaları bütünleştiren çalışmalarıyla tanındı.
1919 yılında İstanbul’da İngiliz işgal kuvvetlerinde istihbarat subayı olarak çalıştığı sırada, 16 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal’e Samsun yolculuğu için vize vermesiyle birlikte Türkiye, Türkler ve tasavvufa ilgisi başladı. Ömrü boyunca Orta Asya’dan Güney Afrika’ya kadar pek çok bölge ve ülkede gezen Bennett, bu yolculuklarında, içlerinde Türk mutasavvıfların da yer aldığı, az tanınan ama önemli manevi önderlerle tanıştı. 1920′lerde tanıştığı Gürciyev ve Uspenski, Hasan Lutfi Şuşut Bennett’in ruhsal arayışında yol gösterici kişiler oldular. Büyük ölçüde Gürciyev’in etkisiyle Dördüncü Yol adını verdiği bir manevi gelişme öğretisi geliştiren Bennett, 13 Aralık 1974′te öldü.
Bennett’in Büyük Bir Gizem, Ne için Yaşıyoruz? Yeni Çağ Toplumunun ihtiyaçları ve Kutsal Tesirlergibi birkaç kitabı Türkçeye çevrilmiştir.
————————————
Türkçe Dili Hakkında
Türkçe, tüm Avrupa dillerinden farklı sözdizimiyle beni heyecanlandırdı ve daha önce hiçbir işe olmadığı kadar büyük bir coşkuyla sarıldım. Ali Rıza Bey’den her gece özel ders alıyor, gündüzleriyse düzenli derslere devam ederken aralarda Türkçe şiirler ezberliyordum. Orta seviyede, gündelik Türkçe ile başlayan ama dilin incelikleriyle ilgilenmeyen tüm öteki öğrencileri geçip birinci olmam çok da şaşırtıcı değil.
O derslerde, tüm düşünce yapımızın dilsel formlarla nasıl belirlendiğini anlamaya başladım. Avrupalılar ile Türklerin aynı şekilde düşünmeleri mümkün değildi. Dilimizin özne-yüklem formu, özne-yüklem tipi bir mantığı kaçınılmaz kılıyor. Türkçenin gelmiş olduğu Turan kök dilinde ise bu yüklem formu yok. Bizim anladığımız anlamda cümleler bile yok; onun yerine konuşanın bir duruma karşı tavrım ya da duygularını ifade ettiği tek bir kelime kompleksi var.
Türkçede, olgu belirten cümleler ile görüş belirten ya da duyguları ifade edenler arasında doğal ve kolayca ayırt edilebilen bir ayrım var. Bizse İngilizcede bu ayrımları yapay yollarla yapmak durumundayız; çoğu zaman da bunu yapmayı ihmal ederiz. Avrupalılar ile Türkler arasında tercümanlık yaparken, Türkçede açıkça ifade edilen bir belirsizliğin bir olgu cümlesi olarak söylenmemiş olduğundan emin olmak gerekir. Türklere ve diğer Asyalılara yöneltilen kötü niyet suçlamaları, genelde bu tür yanlış tercümelerden kaynaklanıyor. Bir Türk bir Avrupa dili konuşsa bile, düşünme biçimi Türk kalır.(s.37-38)
————————————
Daşnak Zutyun’un Suikastleri
(1919) Burada belirtmeliyim ki, İngilizlerin Pera, Galata ve Boğaziçi’nin kuzey kıyıları, Fransızların İstanbul ve Marmara kıyıları ve İtalyanların Asya yakasından sorumlu olduğu düzenlemeye bakılırsa bizim, operasyonun tüm yükünü üstlenmemiz gerekiyordu; zira mebusların çoğu bizim bölgede oturuyordu.
Uyarılarım üzerine gelen tek cevap, evleri Ordu’nun yanı sıra sivil ajanlar tarafından da izleme talimatıydı. En fazla on adet güvenilir ajanım vardı ve yüz yirmi mebus bulunuyordu. Çözümü olanaksız görünen bilmece, en güvendiğim ajanım olan çok cesur ve sadık bir Ermeni beyefendisinin önerisi sayesinde çözüldü. Kendisine Bay P. diyeceğim adamım, emrime bir Ermeni gizli cemiyeti olan korkunç Daşnak Zutyun’un [Taşnaktzutyun]kaynaklarını vereceğini söyledi. 20 Mart sabahından itibaren, tüm Türk mebusları gözetleniyordu; herhalde en az üç yüz Daşnak üyesi harekete geçirilmişti.
Bütün gece, ofisimde ayaktaydım. Saat dörtten itibaren ajanlarımdan operasyonun tam bir fiyasko olduğuna dair raporlar almaya başladım. Kendisi gönüllü olarak teslim olan sekiz mebus tutulanmış, geri kalanlar kaçmış, saklanmışlardı. Hiçbir şey yapmadım.
Sabah sekizde karargâha acil bir çağrı geldi. Tutuklananları teslim alabilir miyim diye soruyorlardı; zira ne yazık ki pek çok kişi kaçmıştı. Tam olarak kaç kişinin tutuklandığını sordum. “Yaklaşık bir düzine,” cevabını aldım. Müttefik Emniyetinden resmi tutuklamaları yapmak için yardım istedim. Dostum Bernard Rickatson-Hatt’ın iyi tercümanlar da barındıran, küçük ama son derece disiplinli bir birlik eğittiğini çok iyi biliyordum.
Sonuç olarak, akşam çökerken seksen beş mebus hapsedildi ve şanımız kurtulmuş oldu. Karargâha çağırıldım ve tebrik edildim. Belki de bir nişan alabileceğim söylendi ama herkesin olayı en kısa sürede unutmak istediğine inanıyordum. Tüm bunlardan ben de hoşnut değildim. Tüm harekât trajik bir hataydı. Yakalanamayan kırktan fazla mebus dosdoğru Ankara’ya gitmiş, geçici bir Türk Meclisi kurmuş, Sultan ile hükümetini kabul etmediğini ilan etmiş ve Müttefiklerin başına ileride onları çok küçük düşürecek bir bela açmıştı.
Olaydaki rolümden dolayı tüm Türk dostlarımın bana sırt çevirmelerini bekliyordum. Ancak gerçek hikâye galiba her yerde biliniyordu, hatta benim tüm olan bitene karşı hararetli ama boşuna protestolarım çarşıda pazarda konuşuluyordu. Dahası, birkaç mebusun iyi koşullarla salıverilmelerini, Malta’ya gönderilmemelerini sağlamıştım. Sonuç, bana durumumun gerektirdiğinden fazla bir otorite vermiş gibi oldu galiba; ofisim sabahtan akşama siyasi tutukluların akrabalarının kuşatması altına girdi. Bana her tür rüşvet teklif edildi. Ofisimde masama bağlanmış bir keçiyle ya da yerlerde vaklayan bir çift kazla karşılaşmak gayet olağan bir şey olmuştu.
Fakat beni bir sürpriz bekliyordu. 20 Mart başarımı mümkün kılan Daşnak Zutyun üyelerine bir borcum vardı. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim Daşnak, Ermenistan’ın Çarlık Rusyası’ndan bağımsızlığını kazanması için Rusya’da kurulmuş gizli bir cemiyetti. Savaş sırasında Türkler karşısındaMüttefiklere çok yardımları dokunmuştu. Şimdi, Ermenilerin tehciri ve ölümlerinde rol almış herkese karşı intikamın aracı olmuşlardı. Berlin’deki Talat Paşa, Milano’daki Mahmut Paşa ve hatta belki de ta Türkmenistan’daki Enver Paşa suikastlarından [(Bennett'in "Milano'daki Mahmut Paşa suikastı" ile Enver Paşa ise bilindiği gibi suikasta kurban gitmemiş, çarpışmada ölmüştür (Ed.N.)] Daşnak’ın sorumlu olduğuna inanılıyordu. Daşnakçılar şimdi de Jön Türk hükümeti ile işbirliği yapan Türkiye’deki önde gelen Ermenileri öldürmeye başlamışlardı.
Cinayetler son derece dikkatli planlanıyor ve gerçekleştiriliyordu. Gündüz vakti, kalabalık sokaklarda işleniyordu. Bir silah sesi duyuluyordu. Bir adam yere yığılıyordu. Suikastçı o sırada kalabalıkta bulunan onlarca belki yüzlerce Ermeni’nin arasında ortadan kayboluyordu. Polis, ancak iş işten geçtikten sonra, sözünü dinletmek için bağırıp, el kol hareketleriyle kabarmış insan kalabalığının içine nüfuz edebiliyordu. Düzinelerce insan tutuklanıp sorgulansa bile, bir sonuç çıkmıyordu. Pek çoğu gerçekten de hiçbir şey bilmiyordu; olaya karışanlar bile, büyük ihtimalle sadece belirli bir saatte belirli bir yerde olmaları gerektiği dışında bir şey bilmiyordu. Her durumda da, başını zalim Daşnak ile belaya sokabilecek tek kelime bile telaffuz etmeye cesaret edebilecek bir kimse bulunamıyordu.
Türk ve Müttefik polislerini tamamen çaresizlik içinde bırakan üçüncü ya da dördüncü suikasttan sonra, sorgulama yapmak üzere talimat aldım. Bu işin arkasında Daşnak’ın olduğunu tahmin ediyordum; Bay P.’ye doğrudan örgütlü bir plan olup olmadığını sordum. İnkâr etmedi; ama kendimi onların yerine koymamı istedi. Sonra, kendi ırkından, dininden yüzlerce kişinin ölümüne neden olan Ermenilerin hıyanetiyle ilgili bir sürü hikâye anlattı. Suçlular olağan yasal yollarla adalete teslim edilemediklerine göre, işi gizli Ermeni cemiyetleri üstleniyordu – Daşnak’ın tek başına hareket ettiğini kabul etmiyordu. Hepimizin Daşnak’a borçlu olduğunu söyledim. General Townsend Kutü’l-Amare’de kuşatma altındayken, arada mesaj taşıdıklarını, Ingiliz tutukluların Türkiye’den kaçmalarına yardım ettiklerini biliyordum. 21 Mart olaylarından sonra onlara bir borcum vardı. Ancak siyasi suikastlara da göz yumamazdım.
Asıl sorun, önderlerin kim olduğu ve Daşnak Komitesi hakkında kimsenin en ufak bir fikrinin olmamasıydı. Bay P.’nin kendisi güvenilir bir İngiliz ajanıydı ve onun kişisel olarak işe karıştığına dair en ufak bir kanıt yoktu. Karargâha bir rapor yazıp tavsiye istemeye karar verdim. Tabii kimse harekete geçmek istemedi. Bunun emniyetin işi olduğu, elimi bu işten çekmem ve duyduklarımı da unutmam söylendi.
Bir sonraki suikast sansasyon yarattı, çünkü bu sefer kurban çok zengin bir Ermeniydi; Şark Ekspresi’nde öldürüldüğünde büyük bir ihtimalle ülkeden kaçıyordu. Cenazesi Türkiye’ye getirildi ve korkunç bir durum ortaya çıktı. Görünüşe göre bu adam Ermeni fonlarına büyük bir meblağ yardım yapmaya söz verip sözünde durmamıştı. Cenaze Sirkeci İstasyonu’nda zaptedildi ve ailesinden fidye istendi. Ailesi haftalarca pazarlık yaptı, ama en sonunda ödemek zorunda kaldı. Ermeni Katedralinde müthiş bir cenaze töreni yapıldı.
Konuyla ilgili olarak, Bay P.’nin başını iyi ağrıttım. Daşnak’ın kesinlikle suikastın içinde olmadığını söylüyordu, ancak başkalarının olayda parmağı olduğunu kabul ediyordu. O sıra, Cemiyet’in kimi aktif üyeleri hakkında ipuçları edinmiş durumdaydım; ona harekete geçeceğimi söyleyerek gözdağı verdim. Benden süre istedi ve ertesi gün şaşırtıcı bir öneriyle geldi. Daşnak Komitesi, gelecekteki eylemlerinde benim yargıç olmam konusunda hemfikir olmuştu; önerilerine göre Bay P. önüme tüm olguları -isim vermeden- serecek ve beni adamın ölmeyi hak ettiğine ikna edemezlerse onu bağışlayacaklardı. Buna karşılık olan bitenle ilgili olarak kimseyle, İngiliz Merkez Karargâhı ile bile, konuşmayacaktım. En iyi anlaşmanın bu olacağını düşündüm; dışarıdan yapılacak hiçbir müdahalenin işe yarama imkânının olmadığı açıktı.
Önüme sadece bir dosya geldi. İsimlerin ve yer adlarının verilmediği bir durumda ortaya anlaşılır bir tablonun çıkamayacağı belli oldu, ben de bir hüküm vermeyi reddettim. Neticede, başka bir Ermeni suikastı daha olmadı. Bugün bile, müdahalemin duruma etkisi olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bana hayat ve ölüm üzerinde karar verme yetkisi verilmiş olması benim için çok tuhaf ve keskin bir tecrübe oldu. Zihnim hayatın garipliğiyle meşgulken ölümü unutmaktaydım. (s.56-59)
—————————————-
Rahiplerin Gerçek Yüzü
İslam dini çok ilgimi çekmeye başlamıştı. Küçükken, Hıristiyan Kiliseleri arasındaki savaşlar bana ters gelirdi. Okulda iki İlahiyat hocamız vardı; biri Yüksek, diğeri Aşağı İngiliz Kilisesi’nden. Yüksek Rahip ılımlı ama toy bir din adamıydı; ötekiyse, tam bir fanatikti. Roma Katolik Kilisesi hakkında, hiçbir okul çocuğunun duymaması gereken şeyler anlatırdı. Bunların yanı sıra bir dizi misyoner hocamız vardı. Bunlar, putperestler ve zavallı durumlarıyla ilgili o kadar kendilerine güvenir bir tonla konuşurlardı ki, ben ve pek çok başka çocuk hemen oracıkta putperest olmak isterdik. Bunları annemle babama anlattığımda, ikiyüzlülükten nefret eden annem, “İngilizlerin çoğu ikiyüzlüdür, özellikle de İngiliz rahipler,” demişti. Babamsa, “Rahiplerle misyonerler olmasa din hiç de kötü bir şey değil, ama misyonerler, rahiplerden de beterdir,” demişti.Babam Lancing Koleji’nde okumuş ve orada din değiştirme tecrübesi yaşamış. Sonraları kurumsal dine tepki duymaya başlamış; biz ise çocukken daha sonra isyan edeceğimiz, herhangi sabit bir fikir edinmekten korumak için elinden geleni yapmıştır.
Hıristiyanlık gerçeğinden bihaber yetiştirilmiş olmam şaşırtıcı değil. Kiliseye kabul merasimime hazırlanırken, rahibimiz, kiliseler savaşı ve misyonların gerekçeleriyle ilgili sorularıma cevap vermekte çok zorlanmıştı. Şarap-ekmek ayininde hiçbir şey hissetmedim ve kiliseye sadece başkalarını memnun etmek için gittim. O sıralar, inancına gerçekten bağlı, rahip ya da sivil, tek bir Hıristiyan tanımamıştım.
Tanıştığım Müslümanlar için durum farklıydı.Herkes gibi onların da karakterlerinde kusurlar vardı, ancak çoğu Tanrı’ya gerçekten inanıyordu. Bir keresinde, dürüst ve cesur kişiliğiyle itibar sahibi, ancak henüz tanışmamış olduğum Adalet Bakanı’nı ziyaret etmek için İstanbul’a geçmem gerekmişti. Büyük salonuna girip, fraklar içinde altı beyefendi tarafından karşılanıp o sıralar Türkiye’de moda olan tarzda selâmlaştıktan sonra Bakan’a baktım; onu daha önce görmüş olduğuma emindim, hem de bir değil pek çok kere. Şaşkınlığımı fark edip güldü: “Geçen perşembe sizi Edirnekapı Tekkesi’nde gördüm,” dedi. O an, bir derviş olduğunu anladım; onu Mevlevi ayininde dönenler arasında görmüştüm. Dost olduk. Ondan Müslüman inancı ve Sufi mistisizmiyle ilgili pek çok şey öğrendim.
Osmanlı dönemi Türkiye’sinde mistisizm ile gündelik hayatın böylesi birlikteliği az rastlanır bir şey değildi. Sultan Abdülhamit’in eski kâtiplerinden, ihtiyar bir dostumu, Çamlıca’da ziyaret ederdim. Bana bir keresinde şöyle demişti:
“Asyalılar ile Avrupalılar arasındaki fark, bizim hiçbir şeyin çabucak değişemeyeceğine, sizinse kötü bir ağaca iyi bir meyve aşılanabileceğine inanmanız. Bizde bir deyiş vardır:Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır. Yani, ‘İyi bir şey yapmadan önce kötünün kökünü kazımak lazımdır.’ Sizse şöyle dersiniz: ‘İyi gelsin ki kötünün kökü kazınsın.’ İki görüşte de hakikat payı vardır, ancak önce ikisinin farklı olduğunu kabul etmeden, karşılıklı birbirimizi anlayamayız.” (s.68-69)
————————————
Türkler Ekmeği Çok Sever
Türk emir erim Mevlut ile beraber taşındım. Tek kusuru, ekmeğe aşırı düşkün oluşuydu. Genelkurmay İstihbarat’ta yemekte bize çok kötü bir ekmek verili yemek işlerine bakan subay da o ekmekleri masaya çıkarmıyordu. Böylece günde beş altı büyük somun artıyordu; Mevlut da bunların hepsini yiyordu. Türk askerleri çok ender et yiyordu; ancak öyle dayanıklıydılar ki, bizim açlıktan ölme sınırımızda onlar neşeyle dövüşebilirlerdi. Önlerine sınırsız ekmek konsun, onları kimse durduramazdı. (s.85)
————————————
Kemale erme niteliği
Kemale erme niteliği, pratik terimlerle ifade edilmesi neredeyse imkânsız bir şey. Bunu Yunan trajedilerinde ve en büyük şairlerin şiirlerinde bulabiliyoruz. Örneğin Shakespeare bunu King Lear‘da [Kral Lear] Edgar’ın ağzından söyletmiş:
Men must endure their going hence, even as their coming hither.
Ripeness is ali, come on.
Gloster. And that’s true too.
İnsanlar bu dünyadan göçüp gitmeye de katlanmalıdır, tıpkı bu diyara gelişlerine katlandıkları gibi. Mühim olan, ölüme hazırlıklı bulunmaktır. Gel hadi!
Gloster. Doğru, hakkın var.
(Çev. Prof, irfan Şahinbaş, MEB Yayınları, Ankara, 1959)
(s.293)
————————————
“İnsanın Dönüşümü”
Bir keresinde toplantılarında Uspenski’ye neler konuşulduğunu sordum. “İnsanın Dönüşümü,” diye cevap verdi.“Siz, tüm insanların aynı seviyede olduğunu zannediyorsunuz; aslında bir koyun lahanadan ne kadar farklıysa, bir insan da diğerinden en az o kadar farklı olabilir. İnsanlar yedi kategoriye ayrılır,” diye ekledi. Küçük bir kâğıt parçasına, aşağıdaki basit diyagramı çizdi.
Mükemmel İnsan (İnsan-ı Kâmil)
7
| |||
Bilinçli İnsan
6
| |||
Birleşik İnsan
5
| |||
Duygu insanı
1
|
İçgüdü İnsanı
3
|
Düşünce insanı
3
|
Geçişteki insan
4
|
Tanıyabildiğimiz tüm insanların, alt kısımdaki üç kategoriden birine ait olduğunu anlattı; yani içgüdülerine, duygularına ya da akıllarına göre yaşayanlar. “Eğer bir kişi dönüşümü arzu ederse,” dedi, “ilk önce içgüdüleri, duyguları ve düşünceleri arasında bir denge ve ahenk yakalamalıdır. Doğru bir dönüşüm için ilk şart budur. Dönüşmüş olan insan, sıradan insanların anlayamayacağı güçler elde eder. Beş Numara’ya ermiş bir insan bile bize göre üstün insandır.”
Bu konuşma aklıma bir fotoğrafın kesinliğiyle kazındı. Bu gün bile, kendimin pencerenin altındaki kanepede, Uspenski’nin solunda oturmuş görüntüsünü hatırlayabiliyorum. Açıklamasını nasıl bir anda bitirdiğini, kelebek gözlüklerinden nasıl miyop miyop beni süzdüğünü hatırlıyorum. Tüm sahne tıpkı o zamanki gibi şu anda da apaçık gözümün önünde; fakat diğer sahnelerden yalıtılmış bir şekilde ayrı duruyor. Sorularımı devam ettirmekte aceleci davranmak istemedim ve “dönüşüm” fikrini o zaman kendimle bağdaştırmadım.
————————————
Allah Teâlâ’nın ilk İsteği
Gıda İngiltere’de hâlâ ciddi ölçüde karneye bağlıydı ve bunca erzağın burada bulunması olağandışı bir görüntü arz ediyordu. Ancak Gürciyev hemen dikkatle baktığımı sezdi ve şöyle dedi:
“Tanrı’nın insana ilk Emri nedir, biliyor musun?” Ben cevabını düşünürken kendisi söyledi:
“El eli yıkasın!” Bu sözü sindirmem için duraksadı ve sonra şöyle dedi:
“Senin yardıma ihtiyacın var, benim de. Ben sana yardım edersem, senin de bana etmen gerekir.” Ne isterse yapmaya hazır olduğumu söyledim.
Paris’te çektiği sıkıntılardan söz etti; kendisi için çok önemli olan Cannes gezisine gitmek için para bulamadığını anlattı. Oraya zaten elimdeki tüm parayı vermeye hazır olarak gittiğimden bu isteği beni şaşırtmadı. Sonra şöyle dedi:
“Sen benden ne istiyorsun?” Şöyle cevap verdim:
“Kendi Varoluşum üzerinde nasıl çalışmam gerektiğini bana gösterir misin?” Onaylarcasına konuştu:
“Doğru. Şimdi fazlasıyla Bilgin var, ama Varoluşa gelince bir sıfırsın. İstersen sana nasıl çalışman gerektiğini gösteririm, ama bunu sana söylediğim şekilde yapmalısın.”
Bu sohbette korkunç bir şeyler vardı. Bu, Prieuré’de bana söylediklerinin tamı tamına devamı gibiydi; yirmi yedi yıl önce Prens Sabahattin ile beraber Kuruçeşme’deki ilk görüşmemizde söylediklerinin de. Ona şöyle dedim:
“Olduğum gibi devam edersem durumumun umutsuz olduğumu biliyorum. Sana geri gelmemin nedeni de bu.” Bana şöyle dedi:
“Söylediğim gibi yaparsan sana nasıl değişeceğini göstereceğim. Tek yapacağın düşünmeyi bırakmak. Sen fazla düşünüyorsun. Duyularına kulak vermeye başlamalısın. Duyularınla algılamak ile duyumsamak arasındaki farkı anlıyor musun?” Birinin fiziksel, birinin duygusal olduğunu söyledim.
“Aşağı yukarı öyle. Ama bunu aklınla biliyorsun. Tüm varlığınla anlamıyorsun. Öğrenmen gereken bu. Git ve Bayan Salzmann’dan sana ve Bayan Bennett’e duyularınla algılama ve duyumsama egzersizini göstermesini iste,” dedi. (s.333)
————————————
Çocuk Eğitimi
Gürciyev çocuklara her zaman en iyi yüzünü gösterir, onların bozulmamış malzeme olduğunu düşünür, onlara her zaman son derece hassas bir tarzda eğitim verirdi. Birisi fikirlerinin çocuklara ilk olarak en iyi nasıl anlatılacağını sordu:
“Asla doğrudan öğretmeye çalışmayın. Çocuklarla çalışmaya her zaman uzaklardan başlayın. Çocuklar bu fikirleri kendileri bulmalı; öteki türlü köle gibi büyürler.”
Çocukların tamamen başıboş bırakılması gerektiğini kastetmiyordu. Tam tersi çok sıkı disiplinden yanaydı; çocukların içinde bulundukları toplumla her zaman uyum içinde olmaya hazır olmaları konusuna dikkat edilmesi gerektiğini söylerdi. Ancak asla yapay bir şekilde değil. Gürciyev’in, ebeveynlere çocuklarını nasıl eğitecekleri konusunda söylediği sayısız şeyden çok değerli bir kitap yazılabilirdi. Karşısına bir çocuk getirildiğinde şöyle söyleme âdeti vardı:
“Anneni babanı sev, Onlar senin için Tanrı gibi olmalı. Annesini babasını sevmeyen Tanrı’yı da asla sevemez.”
Çocukların partisi bittiğinde büyüklerin bir kısmı gitti, bir kısmı da akşam yemeğini hazırlama işini üstlendi. Onunla yalnız kaldım. Uzun oturma odasının sonunda alçak bir divanda oturuyordu. Yanına diz çöktüm ve ona teşekkür ettim. Bana şöyle dedi:
“Şu âna kadar senin için yaptıklarım bir hiçti. Yakında Avrupa’ya dönüyorum. Bana gel, sana nasıl çalışacağını göstereyim. Söylediklerimi yaparsan, sana nasıl ölümsüz olunacağını göstereceğim. Şu anda hiçbir şeyin yok, ama çalışırsan yakında ruhun olur.”
(s.353)
————————————
Şerif Ali Haydar- Lawrence
Kutsal Mekke’nin Son Şerifi Ali Haydar ile tanışmıştım. Benim yaşlarımda beş oğlu vardı; bulardan Prens Abdülmecit adlı oğlu benim yakın dostumdu. Eski bir ırktan gelen bu insanların hürmeti ve alçakgönüllü iyiliği beni etkilemişti. Tüm desteğini ailenin genç kanadına veren ve meşru Şerifin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dönmesini engelleyen Arabistanlı Lawrence’ın kötü etkisine -kendimce- esef ediyordum. Arap haklarıyla ilişkilerimizin tarihi, Vahhabilerle nasıl başa çıkılacağını bilen Şerif Ali Haydar’ı destekleseydik daha iyi bir yöne doğru gidebilirdi. Ancak şimdi her şey tarihin tozlu sayfalarında kalmıştı. Ali Haydar ölmüş, oğlu da sadakatini kuzeni, Ürdün’ün Haşimî kralına vermişti. Kendisi Londra’da Ürdün temsilcisiydi. 1958 yılında Paris’e geçmişti. (s.396)
————————————
Bakma Hakkında
“Sen kendi kendine göremezsen, sana kimse gösteremez.”
P.D. Uspenski
Yaptığım hatalardan dolayı ciddi eleştiriler aldıkça, hiçbir seçkinci gizli okulun öğretemeyeceği dersleri, insanın günlük hayatta nasıl öğrenebileceğini gördüm. O günlerde şöyle yazmışım:
“Kendini, seni sevmeyenlerin gözüyle gör.”
Kendi gözlerimiz asla kendini-sevme ve kendinden-nefret duyguları arasındaki çatışmadan bağımsız olamaz ve kendimize sabırla bakmak istiyorsak başkalarının gözlerini ödünç almalıyız. (s.238)
————————————
Hasan Lutfi Şuşut’un Tesiri- Dramatik Kâinat
Hasan ilk önce Brunswick Road’da bizle kaldı, ama sonra huzursuzca oradan oraya dolaştı. Üzerimdeki iş baskısından dolayı onu görmeyi umut ettiğim kadar görememekten utanç duydum. Yine de niyetini açıkça belirtti:Alınyazım konusunda beni uyandırmak ve bunu başarabileceğim konusunda kendime güvenimi yeniden kazandırmak. Benim bir “Usta” olduğumda ısrar ediyordu; hoca olarak gördüklerimin hepsinin ötesine geçmiştim ona göre.
Bana ve diğerlerine zikr-i dâim, yani kalpten sürekli duayı öğretti; bunda kelimeler yoktur ve tüm dinleri kapsar.Bunun üzerinden beş yıl geçti ve hâlâ bu egzersizden inanılmaz şeyler kazanıyorum. Önceden bildiğim her şeyden daha etkin bir nefes kontrolü de var bu egzersizde. Başta zikri hemen benimsemedim, çünkü Gürciyev’den öğrendiğim nefes kontrolü tekniklerinden farklı çalışanlara şüpheyle yaklaşıyordum. Ancak birkaç hafta içinde son derece güvenilir ve yararlı bir şey olduğunu gördüm. Nefes kontrolü zikr edimini, fiziksel bedenden kescan yani astralbedene taşıyordu; bu da fark edilir şekilde güçleniyor ve etkinleşiyordu.
Hasan, bu kitabın 7. Bölüm’ünde anlattığım görünün -ki bunu okumuş ve kesinlikle çok iyi anlamıştı- hakiki olduğunu ve şimdi de gerçekleşmekte olduğunu söylüyordu.
“Ümit edebileceğinden”, diyordu, “çok daha ötesine gitmek yazılı alnına”. Büyük bir çağ yaşayacaktım ve zikr sadece hayatımı uzatmayacak, enerjimi de artıracaktı. Bu vaatlerin içimde bir şeyler gıcıkladığını kabul etmeliyim; zira ben de büyük bir şeye hazırlanmakta olduğumu hissediyordum. Ölüm ve yeniden diriliş önsezisi olarak yorumlamayı öğrendiğim bir tür şaşkınlık ve uğursuzluk hissi vardı içimde. Yetmişli yaşlarda hayat gerçekliğini kaybediyor. Kişi kendine ‘yolumu kaybettim mi’ diye soruyor, ya da ‘acaba gücüm artık bitiyor mu’ diye. Dış dünya artık fazla bir anlam ifade etmemeye başlıyor. Ama yine de görünüşte her şey yolunda gibi görünüyor. Bu haller, en azından benim durumumda, bir kavşağın yaklaştığına işaretti.
Hasan, ne kadar önemli olduğuma beni ikna etmek için kendini parçaladı. Bana söylediği her şeyi burada tekrar etmek çok da gerekli değil. Ancak bundan bahsetmem gerekiyor, zira hayatımda büyük bir etkisi oldu bu sözlerinin.Bu etkilerden biri ufkumu genişletmek oldu; tüm insanlığın durumunu onyıllar değil yüzyıllar ölçeğinde ciddi olarak düşünmeye sevk etti beni. İnsan bunu yaptığında, önümüzdeki yirmi yıl içinde geniş çaplı bir hareketin mümkün olmadığım bariz bir biçimde görüyor. Dünyadaki toplumsal sistemlerin ataletinin üstesinden, dört başı mamur bir kopuş olmaksızın, gelinemezdi. Uspenski’nin 1924′te söylediği önemli bir söz vardır:
“Değişimi engelleyenler, tehlikeli gerilimleri rahatlatan, supap görevi gören reformculardır.” Dünyayı değiştirmek için acele edenler, hakiki değişimi, tüm konservatiflerden daha çok engelliyorlardı.
Hakiki değişimlerin fikirlerin gücüyle geldiğine inandım her zaman; ancak gerçekten yeni olan fikirler, son derece ağır hareket eder. Tüm insan hayatlarının eşit olduğu fikri M.Ö. 6. yüzyıldan önce bilinmiyordu. Bu fikir dünya üzerinde yaşam olan her yerde Buda ve Konfüçyüs, sürgündeki İbrani peygamberler, Solon ve Pythagoras ve dünyanın tam merkezindeki Zerdüşt sayesinde yerleşti. Bu elçiler bu mesajı iletene kadar, insan ırkının küçük bir üstün varlıklar ve kişisel haklan ya da önemi olmayan karanlık bir proletarya kastına bölünmesi, evrensel kabul görmüş bir fikirdi. Kahramanlar, ya da The Dramatic Universe’te [Dramatik Kâinat] söylediğim gibi Hemiteandrik Çağ, şehir devletlerini yaratmış, ticareti, deniz ve kara ticaret yollarını kurmuş, yazı sanatını keşfetmiş, büyük teknik ilerlemeler kaydetmiştir. Fakat bu Çağ, bir fatihin bir emriyle on binlercesi katledilebilen sıradan insan için hiçbir şey yapmamıştır; bu katledişlere karşı ahlaki bir öfke yükselmemiştir, hatta rahiplerden, şairlerden bile. İnsan hayatının kutsallığı ve her insanın kendi kurtuluşunu arama hakkı şeklindeki yeni fikirler hem güçlü hem umut vaat ediciydi. Eğer insan ırkı faciadan kurtarılacaksa bu fikirler kaçınılmazdı. Yine de tarihte, bu fikrin doğurduğu yeni değerlerin kabul görmesi için yüzyıllar geçmesi gerektiğini görüyoruz.
Şimdi, saf bireyselciliğin artık yeterli olmadığı bir Yeni Çağ’a giriyoruz. Dünya o kadar karmaşık bir hale geldi, insan çıkarları birbirine o kadar bağımlı oldu ki başkasını düşünmek kendini düşünmenin önüne geçmek zorunda artık. Hıristiyan öğretisinin kalbinde yatan temalardan biri şudur: “Birbirinizin yükünü taşıyın, böylece Mesih’in Yasası’nı yerine getirirsiniz.” (Pavlus’tan Galatyalılar’a Mektup: 6:2).
İki bin yıllık Hıristiyan kültürü, bu bariz ve gerekli hakikatin kabul görmesi konusunda neredeyse tamamen başarısız oldu. Egoizm, başkaları için olduğu kadar bizim için de korkunç sonuçları olan bir şeydir. Bu güne kadar“başkalarını sevmeye” yönelten şeyin işe yaramadığını ve yaramayacağını kabul etmeliyiz. Akıldan önce hayal gücünü yakalayacak yeni bir şeye ihtiyaç var ve bu “yeni şey” küçük ölçekte, fazla dikkat çekmeden gelip, daha geniş kapsamlı kabul arayışına girmeden kendini ispatlamak zorunda. Sanayi devrimi, tarım toplumlarının modasını geçirmişti; onlar da göçebe hayata aynı şeyi yapmıştı. Komünizm, derin bir dinsel inanç ve disiplin olmaksızın işlemez. Tarih, sadece Rusya’da değil, pek çok başka örnekte de göstermiştir ki ateist komünizm, acımasız bir baskı olmaksızın işleyemez.
Peki insan ırkına hayat konusunda yeni bir bakış getirecek yeni fikir nereden gelecek? The Dramatic Universe’te [Dramatik Kâinat] Yüksek Güçlerle beraber çalışma -Sinerjizm- fikri gelecek çağın anahtar fikri olacaktır, demiştim. Bunu yazarken bile, gücünü tam olarak görememişim. “Yüksek Güçler”i hâlâ insanlığın dışında bir şey olarak düşünüyordum. Nesnel aklı başarmış, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcı Güçleri ile iletişim kurabilen insanlardan oluşan bir“gizli liste” hipotezi atmıştım ortaya.
Şimdi Hasan Şuşut ile yaptığımız konuşmaların akışında, hatta daha da çok zikir yapmamın bir sonucu olarak, “Yüksek Güçler’in insanın dışında İşleyemeyeceğini görmeye başladım, insani araçlar olmaksızın bu güçler hiçbir şey yapamaz. Sinerji, Kâinatın Yaratıcı Özü ile işbirliği değil, kişinin kendisinin kâinat yaratıcı bir zekâya ermesi demektir. Bunu çok önceden görebilmeliydim, zira daha 1960′ların başında, The Dramatic Universe’ün [Dramatik Kâinat] ikinci cildinde, Kâinatın Yaratıcı Özüyle insanın “yüce doğasını” eşleştirmiştim. Teoride kabul ettiğim şeyi gerçekte yaşamaya başlayana kadar, “iç çemberin” nasıl işlediğini anlayamamıştım. Bu “işlemenin” içimde olabileceğine hâlâ inanmıyordum. Hasan, bunun aslında mümkün olduğuna inandırdı beni, her ne kadar bunu kendi Itlak Sufizmiyle ifade etse de. Her şey bir yana bu, Gürciyev’in ta en baştan beri öğrettiği şeydi. Bu, kendimle ilgili olduğunu düşünmeden kabul ettiğim bir dogmaydı, ki dogmalara bağlanma genelde bu şekilde olur. Ancak şimdi kırk yıl sonra, Uspenski gruplarında girdiğim şekillenmeden başımı kaldırıyordum; bu gruplarda sürekli telkin edilen şey, varoluşun üst düzeylerinin çok uzaklarda olduğu ve nesnel bilincin bizim işimiz olmadığıydı.
İç âlemimdeki değişimleri göz ardı etmem imkânsızdı. On beş yıl önce yazdığımda doğruyu söylemiş olduğumu şimdi kendim görebiliyordum: “İrade yoktur,” ve “Salt İrade olarak Tanrı yoktur.” Bu önermenin doğal sonucu şudur: Kendi gerçek varlığım söz konusu olduğunda, Ben de yokum. Kişinin var olmadığını, “varolan” şeyin sadece hakiki bilincin yerini düş âlemindeki bir bilincin aldığı maddi bir nesne, bir mekanizma olduğunu, oldukça açık ve nesnel bir biçimde görmesi, kulağa geldiği kadar korkunç bir şey değildi; tam tersi bu gerçeğin mihenk taşı, tek umut kaynağıydı.
İç âlemim yeni görünüşlere açıldıkça, yaşama biçimimin bir anlam ifade edip etmediğini sormaya başladım kendime. Tüm hayatım boyunca, ağır bir yük taşımak zorunda kaldığım durumlara sokmuştum kendimi. Bunların hepsinde yeterli dış desteğin gelmesini engelleyen yapay, neredeyse kurgusal bir unsur vardı. Sırf işlerin yürümesi için aşırı bir çaba sarf etmem gerekti hep. Sanki, sahte bir inançtan gerçek bir durum yaratmaya çalışıyordum her seferinde. Bir keresinde Yapısal İletişim’in farklı olacağını düşünmüştüm. Bu oluşumda, modern hayatın gittikçe artarak bağımlı olduğu öğrenme ve iletişim süreçlerini geliştirecek büyük bir potansiyel taşıyan gerçekten orijinal ve değerli bir teknik vardı. Zeki ve kendini adamış insanların desteği vardı, yeterince paramız da vardı. Planlarımızı inceleyen müşavirlerin verdikleri tavsiyelere uymuştuk. Başarı garantiymiş gibi görünüyordu. Ve yine de aksilikler birbiri ardı sıra ortaya çıkmaya başladı. Önceden görülemez, ya da en azından bizim örneğimizde görülememiş, olan olaylar, sunduğumuz makinelerin üretilmesini geciktirdi. Örneğin, General Electric Şirketi’nin başı Sir Arnold Weinstock’un kararıyla araştırma, geliştirmeye ayrılan paranın aniden kesilmesi gibi olaylar. Böylece, ABD Donanması ile yapılacak çok önemli bir mukaveleyi kaçırdık. IBM ile çok iyi üst düzey temaslarımız vardı; hatta bize, Systemaster’ın bilgisayarlı eğitimde olası bir araç olarak kullanılmasını deneyecek bir ekip yollamışlardı. Sonra IBM üst düzey yönetimi birden, eğitim alanındaki bu heyecanlı programı iptal etmeye karar verdi; bizse bir iki cesaretlendirme ve mali destekle kaldık, öte yandan da büyük bir hamle umudundan mahrum kalmış olduk. Bay Nixon’un başkan seçilmesinden sonra, diğer binlercesi gibi, sosyal ödeneklerimiz kesildi. İşi sürdürebilmek için Birleşik Devletler’e art arda seyahatler yaptım; şirkete her geçen gün daha çok vakit ayırmaya başlamıştım. Yönetim Kurulu başkanıydım; aslında şirketi idare etmekle yükümlü olmamam gerekiyordu, fakat kaderimin izlediği yol kendini tekrar ediyor gibi görünüyordu yine.
Baştaki niyet, şirkete ayda birkaç gün, vaktimin geri kalanını da yazmaya ayırmak şeklindeydi. Yayıncılarımla mukaveleler yapmıştım. Sistematik bilimini geliştirmek ve The Dramatic Universe’ü [Dramatik Kâinat] yazdığım sıralarda yapılan araş-tırmaları izlemek istiyordum. İç âlemime ayırmak için de daha çok vakte ihtiyacım olduğunu biliyordum.
Hasan Şuşut, sağlığıma daha çok dikkat etmemi rica ederek Türkiye’ye geri döndü. Tavsiyesini göz ardı ettim. Aralık geldiğinde sadece aşırı yorgun değil, ciddi biçimde hastaydım. Ne büyük talihtir, o sıralar Ratnasuriya’nın 1948 yılında tanıştırdığı, kesintili bir ilişki sürdürdüğüm Doktor Chandra Shar- ma ile yeniden temasa geçtim. Sharma, tanıştığım en olağanüstü insanlardan biriydi. Gözlerini hayata Güney Hindistan’da bir köyde açmıştı, sonra bir tapınağa girip Sri Ramana Maharşi’ye hizmet etmişti. Maharşi onu Bombay’a “doktor olmaya” yollamıştı. Daha sonra İngiltere’de geçerli bir doktor, homeopati ve diğer doğal tıp yöntemlerinin önde gelenlerinden biri oldu. Hastalarının durumunu esrarengiz, neredeyse mucizevi şekilde teşhis etme yeteneğine sahipti. Ortodoks tıbbın yardım edemediği durumda olan yüzden fazla öğrencimi, dostumu ona yollamışımdır. Şaşırtıcı tedavileri ona, özellikle İngiltere, Kuzey Avrupa ve ABD’de o kadar büyük bir ün sağlamıştır ki şu anda ülkede en aranan doktorlardan biridir.
Konudan, Ocak 1969′da başıma gelen şeyi anlatmak için saptım. S.C.S. Ltd. daha yeni kurulmuştu ve tüm dikkatimi talep ediyordu, ancak kendimi zorla ofise sürükleyebiliyordum. Doktor Sharma, bir prostat ameliyatı olmam gerektiğini söylemişti; fakat önce gücümü artırmak istiyordu.
Sonra 28 Ocak’ta bir anda çöktüm. Eşim Sharma’yı arayıp hezeyan içine girdiğimi, büyük tehlike altında olduğumu söyledi. Derhal geldi ve ben tehlikeyi atlatana kadar on altı saat benimle kaldı. Ne onunla ne başkasıyla iletişim kurabiliyordum, zira bedenimden ayrılmıştım. Söylediğim, yaptığım hiçbir şeyin bilincimle bağlantısı yoktu. Elizabeth’in mevcudiyetinin farkındaydım ama bunu ona iletmek için hiçbir şey yapamıyordum.
Sonra hayatımın en önemli ve aydınlatıcı tecrübesini yaşadım. Kanımın tamamen zehirle dolu olduğunun bilincindeydim; eğer belli bir yoğunluğa erişirse beynimin zarar görebileceğini, bir daha asla bir iletişim kuramayacağımı biliyordum. Hemen ölmeyeceğimi, tam bir aptallık hali içinde kalacağımı da biliyordum, ta ki dış dünya ve oradaki insanlar anlayana kadar. Yine de tamamen ve doğrudan “Kendimin” tüm o dünyanın dışında olduğumun ve hep öyle olacağının bilincindeydim. “Ben kendim” özgür kalabilirdim ve hatta iletişimin de mümkün olacağı anlar olabilirdi. Sonra eşime bunları anlatmak, onu rahatlatacak bir şeyler söylemek istedim. Ama tamamen umutsuz bir durumdaydım. Konuşuyordum; ama konuşan “Ben” değildim. Doktor Sharma’nın bana bir şeyler yaptığının bilincindeydim, ama ağzımı aç dediğinde açamıyordum bile. (s.496-501)
————————————
Reenkarnasyon Avrupa’da Yanlış anlaşıldı
Gürciyev, tecrübe düzeyleri ile hipnotizma arasındaki ilişkiden söz etti. İşe çeşitli madde ya da enerjileri tanımlamakla başladı. Ona göre bunların varlığı, her ne kadar doğal bilimler henüz keşfetmemiş olsa da, gösterilebilirdi. Herhangi bir fiziksel yolla belirlenemeyecek kadar ince maddeler de vardı. Mümkün olan tüm hareketler bu maddelere bağlıydı. Örneğin düşüneceksek, düşünce maddesini kullanmamız gerekirdi. Herhangi bir normalüstü tecrübemiz olacaksa, bu ancak uygun madde varsa mümkün olabilirdi.
Bu ince maddeleri ayırmanın ve kontrol etmenin yolları vardı. Bu yollardan biri, bizim hipnotizma dediğimiz şeydi. Harekete geçirilen madde türüne göre çeşit çeşit hipnotizmalar vardı. Gürciyev hafızanın geri çekilmesini, tüm canlılarda var olan ve “fiziksel beden içinde bir tür ince beden olarak kristalleşme” yeteneğine sahip belirli bir maddenin bir özelliği olarak açıkladı. Prens bu ince bedenin, dünya üzerinde başka insan ya da hayvan biçimlerinde yeniden hayata gelip gelemeyeceğini sordu. Gürciyev buna itiraz etti, ancak Prens’in reenkarnasyonun gösterilebileceği iddiasını ne kabul ne de reddetti. Sadece şunu söyledi:
“Reenkarnasyon Batı’da o kadar yanlış anlaşıldı, o kadar yanlış yorumlandı ki, ondan bahsetmenin bir anlamı yok.”
Hassasiyetin açığa çıkarılması ve hipnotize edilen deneklerin farklı metallere verdiği farklı tepkiler üzerine yaptığım deneyler hakkında yorumlar yaptı. Her metale karşılık gelen özel bir madde vardı. Bu maddeler, gerçek insan maddesine oranla düşük miktarlarda olmak üzere, insanın içinde de mevcuttu. Her maddenin belirli bir psişik özelliği vardı. Bir denek derin bir hipnoza girdiğinde, farklı maddeler, tıpkı bir mıknatısın etkisi altındaki demir ve pirinç tozları gibi ayrışmaya başlardı. Bu koşulda denek, normalde duyarlı olmadığı maddelere tepki verebilirdi. Dolayısıyla, bir kimse, farklı metaller kullanarak, öfke, korku, aşk, kibarlık, vs gibi farklı psişik tepkiler yaratabilirdi. (s.98-99)
Kaynak:
John Godolphin Bennett, TANIK- Bir Arayışın Hikâyesi, trc: Çiçek Öztek, YKY, Eylül-2006, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder