İstanbul, Bizans’tan alındığı vakit adı gibi ruhu da Konstantinopol idi. Fatih yeni bir şehrin sahibi olmuştu ama o şehri henüz sahiplenememişti
Genç zihnindeki olgun fikirlere göre bir şehri ele geçirmekle fetih tamamlanmış olmuyordu. Bunun için şehrin ruhunu fethetmek, Konstantinopol olan adını İstanbul diye andırmak gerekiyordu. Bunu başarmanın yolu da ancak o şehre kendi ilmini, kendi sanatını, kendi kültürünü, kendi hayat sistemini, kendi yerleşimini, kendi estetik değerlerini, kendi töresini yansıtmaktan, kısacası oraya bir kimlik vermekten geçiyordu. Fatih medreseleri bunun için kurulmuş ve bize göre asıl fetih o zaman gerçekleşmişti.
Fatih medreseleri, Osmanlı ilim ve eğitim tarihi kadar kültür ve sanat tarihinde de önemli bir aşama sayılır. Çünkü cihangir hükümdar, fethettiği şehrin ruhunu kendi kimliğiyle bütünleştirmek adına büyük bir vizyon (fesih emel) öngörmüştü. Hükmettiği devletin bir buçuk asırlık birikiminin hedeflediği bilim ve kültür hamlesine yetmeyeceğini biliyordu. Dünyanın o güne kadar yükseldiği seviyeyi, en azından Bizans’ın ihtişamlı geçmişini aşması gerekiyordu. Bunun için bir yandan kendi tarihinin biriktiregeldikleri (buna kısmen klasik anlayış diyebiliriz) üzerine ilaveler yapması gerektiğini, diğer yandan da dünyanın halihazır uygulamalarını (buna da modern anlayış diyebiliriz) alması, tatbik etmesi ve yepyeni bir hayatı harmanlaması gerekiyordu. Yaptırdığı medreseler, daha mimarisinden başlayarak bu anlayışın göstergesi oldu. Orada okutulan bilim ve sanat alanları için de aynı kural geçerliydi. Maksadı, doğunun ve batının tecrübesini birleştirerek yepyeni bir anlayışa ulaşmaktı. Bu hamle, kısa sürede bir zevkiselim ortamı yarattı ve Ortaçağa hükmedecek olan Osmanlı devleti bilimde, kültürde, sanatta, teknikte, siyasette, yönetimde vb. birdenbire diğerlerine üstünlük sağladı. Fatih bunu klasik olan ile modern olanı birleştirerek başarmıştı ve bunu biz de pekala başarabiliriz, başarmak zorundayız.
Medeniyetlerin çatıştığı veya buluştuğu yeni dünya düzeni içinde Türkiye’miz, İstanbul başta olmak üzere pek çok şehir ve bölgesiyle zengin kültür ve sanat eserlerinin sahibidir. Üstelik bunlar herkesi hayran bırakan medeniyetler yığını gibidir. Eğer Fatih örnek alınır da sahip olduğumuz medeniyet(ler)in birikimlerinden ilham alan kültür ve sanat eserleri üretebilirsek bütün dünya sanat çevrelerini kendimize hayran bırakabiliriz. Modern zamanların sanat anlayışlarını bu medeniyet birikimi ile buluşturduğumuzda gerçek başarıyı yakalamış oluruz. Bunun için klasik olanı bilmek veya taklit etmek yetmez, aynı zamanda modern olanı bilmek ve kullanmak gerekir. Klasik olandan yoksun bir modernlik kuru, modern olana itibar etmeyen bir klasik ise yalnızca taklittir. Mesele, klasik olanı bilen modern sanatçılar ve kültür adamlarını yetiştirebilmektedir. O halde ülkemizde klasik olana sahip muhafazakâr katman ile, modern olanın peşinde yol alan entel katman birbiriyle irtibatlı yaşamak mecburiyetindedir. Bu irtibat ya entellerin klasik olana burun kıvırmaktan vazgeçmeleri veya muhafazakârların kabuklarını kırıp modern ile barışmaları sayesinde olabilir. Böylece Alparslan’ı anlatan bir opera, Mevlânâ’dan ilham alan bir müzikal, ebrudan yola çıkarak üretilmiş bir modern resim, Ebussuud Efendi’yi yorumlayan bir libretto, Pir Sultan’ı yeniden söyleyecek bir şiir ve tasavvuf dili, Dede Efendi perdelerini piyano veya çello tınılarında arayacak bir müzik yaklaşımı mümkün olabilecektir.
Dört nesne
İstanbul’un fethedildiği yıl yazılmış Tariku’l-Edeb (Terbiye Yolu) adlı bir kitap vardır. Amasyalı Hüseyin oğlu Ali tarafından kaleme alınan bu kitap Prof. Dr. Mehmet Şeker tarafından Diyanet yayınları arasında çeviriyazı usulüyle yayınlanmıştır (Ankara, 2002). Şu nasihatler o kitaptadır. Yalınlaştırarak alıyoruz:
Dört nesne göz nurunu artırır: Yeşilliğe bakmak, ana ve baba yüzüne bakmak, Kur’an’a bakmak ve Kâbe’ye bakmak. Dört nesne de gözün ferini azaltır: tuzlu yemek, başına kaynar su dökmek, güneşe karşı bakmak, düşman yüzüne bakmak.
Dört nesne vücudu şişmanlatır: yumuşak elbise giymek, güzel kokular sürünmek, kedersiz yaşamak, çalışmamak. Dört nesne de zayıflatır: Kuru et yemek, çok terlemek, akşam vakti uyumak, çok cima etmek.
Dört nesne kalbi karartır: Çok konuşmak, çok gülmek, çok yemek ve haram yemek. Dört nesne gönlü nurlandırır: İhlas Sûresi’ni okumak, yemeği az yemek, ilim meclisinde bulunmak, gece namazını kılmak.
Dört nesneye inanıp güvenmek olmaz: Kış mevsiminde çıkan güneşe, padişahların güldüğüne, düşmanların iltifatına, kadınların zahidliğine.
Berceste:
Bilmezem bu hilkat-i alemde mi insaf yok
Olmadım mı yoksa ben hâlâ seza-yı merhamet
(Fatih)
Dünya yaratılırken insaf diye bir şey mi yaratılmadı, yoksa ben mi hâlâ merhamete layık olamadım, şaşırdım kaldım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder