4 Haziran 2012 / PINAR DEMİR
Avrupa’da Müslümanlar kamusal alanda bu kadar görünür değilken, özgüvenin de ifadesi olarak dillendirilen çok kültürlülük söylemi yerini tedirgin bir sorgulamaya bıraktı. Müslüman karşıtı söylemleri sadece ekonomik krize bağlamak pek açıklayıcı gelmiyor.
Fransa cumhurbaşkanlığı seçimi sosyalist lider François Hollande’ın galibiyeti ile sonuçlandı; fakat yankıları sürüyor. Avrupa’nın başka ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da aşırı sağın yükselişi ve seçim sürecinde Müslümanlar ile göçmenler üzerinden yürütülen tartışmaların rengi Avrupa’nın geleceğiyle ilgili senaryoları daha uzun süre etkileyecek gibi. Her ne kadar sol bir siyasetin temsilcisi olsa da, Hollande’ın göçmenler ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sağ siyasetçilerden farklı bir söylem üretememesi Avrupalı entelektüellere fazla iyimser olma imkânı vermiyor. Bilindiği gibi Fransız seçim kampanyasına Avrupa’da yükselen İslam karşıtlığının göstergesi olarak nitelenebilecek tartışmalar damga vurmuştu. Çarpıcı bir şekilde ‘‘Fransa’nın 11 Eylül’ü’’ olarak adlandırılan Toulouse’daki saldırı (Mart 2012) sonrasında saldırganın Müslüman kimliği bahane edilerek güvenlikçi politikalara meşruiyet aranmaya başlanmıştı. Her ne kadar saldırganın hikâyesi ‘İslami terörist’ nitelemesine uymayan detaylar içeriyor olsa da ‘bir tehdit unsuru olarak İslam’ söylemine müşteri bulmak zor olmadı. Avrupa’nın en kalabalık Müslüman nüfusunu (7,5 milyon) barındıran Fransa’da seçim kampanyasındaki göçmen ve Müslüman karşıtı söylemleri sadece Avrupa’daki ekonomik krize bağlamak pek açıklayıcı bulunmuyor. Aslına bakılırsa son 30 yılda tedricî olarak artan İslami görünürlük pek çok tartışmanın fitilini ateşleyen fenomen olarak karşımızda. Müslümanlar kamusal alanda bu kadar görünür değilken, özgüvenin de ifadesi olarak dillendirilen çok kültürlülük söylemi yerini tedirgin bir sorgulamaya bırakmış durumda. Fransa’da çok az kadını ilgilendiren ‘burka yasağı’nın böylesine bir gündem oluşturması sıkıntının Fransız kimliğine duyulan güvenle alakalı olduğu hissini uyandırıyor. Seçim kampanyası esnasında aşırı sağcı Le Pen tarafından ortaya atılan iddialarla tırmanan ‘helal et’ polemiği Fransa’da dinî görünürlüğe karşı duyulan rahatsızlığın başka bir örneğini oluşturuyor. Bir belgeselde yer alan Paris’in bütün mezbahalarının Müslümanların kontrolünde olduğuna yönelik iddia pek çok kişiyi etkilemiş görünüyor. Le Pen, Fransa’nın azınlıkların kurallarına teslim olduğu paranoyasını yayarken Başbakan Fillon, Müslümanların bu gelenekleri gözden geçirmesi gerektiğini söyleyecek kadar ileri gidebiliyor. Aşırı sağ söylemlerin kamuoyunu bu kadar etkilemesi bütün siyasetçilerin kimyasını bozmuş durumda. ‘Avrupalı Müslüman’ kimliği ve Müslümanların yaşadıkları toplumlara entegrasyonu konusunda liberal görüşleriyle tanıdığımız Tarık Ramazan bile bu abartılı paranoyadan payını almış görünüyor. İsviçre doğumlu Müslüman bir entelektüel olan Ramazan’ın toplantı vesilesiyle Fransa’ya gelişi hükümet nezdinde rahatsızlığa sebep olabiliyor. Fransız hükümetinin dışişleri ve içişleri bakanları yaptıkları ortak açıklamayla Ramazan’ın davetinden duydukları rahatsızlığı ifade etmekte sakınca görmedi. Bu olay, durumun vahametini göstermesi bakımından kayda değer. Fransız kimliğini oluşturduğu iddia edilen evrensel değerler yeni sağın ürettiği dışlayıcı-ayrımcı dile feda ediliyor. Siyasi gözlemciler, yeni sağ söylemlere siyasi yelpazenin geniş kesimince kucak açıldığı görüşünde. “Bir ideal olarak Avrupa’nın” her gün yeniden şekillendirildiği bir süreçte Fransa özelinden hareketle bütün bu gelişmeleri nasıl okumalıyız? Çok kültürlülük ve bir arada yaşama tartışmaları hangi süreçte yerini ırkçılığın bile tabu olmaktan çıktığı siyasi atmosfere devretti? Avrupa Birliği’nin kapısındaki Müslüman nüfuslu bir ülke olarak Türkiye bu tartışmanın neresinde?
‘Avrupa ve İslam’ konusunda TÜBİTAK ile Avrupa Birliği destekli bir araştırmayı bir süredir yürüten Prof. Dr. Nilüfer Göle’ye göre, İslam’ın kenarda kalmış haricî referans olmaktan çıkıp Avrupa’nın kendisini yeniden şekillendirmesine etki eden yerli ve merkezî faktör hâline geldiği bir süreci yaşıyoruz. Çalışmalarını Paris’te sürdüren Göle, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün davetiyle geldiği İstanbul Şehir Üniversitesi’nde bu sürecin dinamiklerini anlattı. Göle, son 30 yıldır Avrupa’da artan İslami görünürlükle birlikte Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinin ‘Avrupa’yı bir fikirden ziyade, kimlik meselesine dönüştürdüğünü söylüyor. Türkiye ile karşılaşmak Avrupa’nın kimliğine dair tartışmaların katalizörü oldu. Post-kolonyal dönemin aktörlerinden biri olarak İslam, Avrupa’yla aynı zaman ve mekânı paylaşan onun ‘çağdaşı’ bir gerçek olarak merkezi dönüştürmeye başladı. Göle, ‘asimetrik semantiğe’ sahip iki farklı hayat biçiminin ortak mekânlarda karşılaşmasının Avrupalıların kendi önceliği ve üstünlüğüyle ilgili tasavvurlarını tehdit eden bir etkiye sahip olduğunu söylüyor. İslam’ın başka bir zaman ve coğrafyaya ait olduğu ön kabulüne dayanan paradigmalar yeni durumla ilgili manzaraları açıklamakta yeterli değil. Artık dinî farklılık, azınlık hakları, göçmenlik tanımlamaları üzerinden girişilen analizlerin de aşılması gerekiyor. Nilüfer Göle, Avrupalı solcu, laik ya da hümanist entelektüellerin azınlıkların ve göçmenlerin uğradığı ayrımcılığı eleştirdiklerini; ama İslami farklılığın Avrupa’daki kamusal alanı nasıl yeniden şekillendirdiğini tartışmaya isteksiz olduklarını söylüyor. Çünkü İslam kendisi için biçilen anlam çerçevelerinin dışında Avrupalıların kendini epeydir uzak tutmaya çalıştığı monolitik bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Dünyevi hayatın içindeki İslami varlık ‘değişmeyeni’, kutsalı hatırlatıyor. Göle, geç modernitenin göçmen Müslümanlarının global şehirlerin seküler alanlarında dinî normları yeniden yorumlayarak yeni ve yerli formlar ürettiğine dikkat çekerken, İslam’ın teolojiden sosyal bir fenomene, yabancılıktan yerelliğe evrildiğini söylüyor. Bu yerellik vurgusu İslam’ın Avrupa’nın merkezine yerleştiğini ve onu dönüştürdüğünü de ima ediyor. Avrupalı bilinç, onun kültürel kodlarıyla anakronizm içinde hemen yanı başında duran, onun çağdaşı olan bir İslam aynasından kendisine bakıyor. Bu karşılaşmanın sancısını Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylık müzakerelerinde yaşanan tartışmalarda da fark ediyoruz. Göle, Türkiye’nin adaylığıyla Avrupa ve onun Hıristiyan kökleriyle arasındaki adı pek telaffuz edilmeyen ilişkinin daha görünür olduğu bir süreç yaşandığını ve sadece dinî figürlerin değil, geniş bir yelpazeden entelektüellerin bile dinlerine karşı daha anlayışlı ve anlamaya açık hâle geldiğini vurguluyor. Göle’ye göre adaylık süreci, Avrupa kimliğinin Hıristiyan kökleriyle seküler tanımları arasındaki karmaşık ilişkiyi ve müphemliği artırdı.
Netice olarak gerek Avrupa’da İslami görünürlüğün artışıyla ortaya çıkan tartışmalar gerekse Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin karşılaştığı direnç yaşlı kıtada daha derin bir sorgulamanın alametleri olarak okunmalı. Modernite anlatısı, İslam’ın da diğer dinler gibi seküler alana girince kurucu gücünü kaybedeceği ve zaman içinde yok olacağını öngörüyordu. Fakat nötr olduğu varsayılan kamusal alanda sekülerliğin bütün disipline edici baskısına rağmen İslami görünürlüğün ve canlılığın artıyor oluşu paradigmaları sarsıyor. Geçmişte kaldığı düşünülen bir hayalet olarak din, İslami ‘çağdaş’ formlar içinde yeniden Avrupa’nın gündelik hayatına dâhil oluyor. Bu durumu anlamlandırmakta zorlanan Avrupalılar milliyetçi-sağ kulvarlara savruluyor. Yasaklar, indirgemeci yaklaşımlar, tehdit tanımları ‘Endişeli Modernliğin’ Avrupa’da da yükselişte olduğunun bir göstergesi. Fakat bu yaşlı kıtadan yeni ve barışçı bir Avrupa inşa edebilmek için endişeli politikalara değil, soğukkanlı yüzleşmelere ihtiyaç var. Önümüzdeki dönem bu yüzleşmelerin ürettiği verimli tartışmalara sahne olacak gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder