26 Mart 2013 Salı

Millî Marş’ımız-Mehmed Niyazi

Savaşta askerimizi şevklendirmek, barış zamanında da gençlerimizi moral bakımından hazırlamak için müziğe, marşa tarihimizin ilk dönemlerinde rastlıyoruz. Gerek Kutadgu Bilig’de gerekse Dede Korkut Kitabı’nda gaza sırasında gümbür gümbür davulların çalındığını okuyoruz.


Mohaç Savaşı’ndan söz eden ünlü tarihçimiz Peçevi şöyle demektedir: “İki canipten kösler çalınıp çeng-i harbiler çalındı ve iki asker birbirine tokuştular ve karıştılar.” Peçevi’nin bu sözlerinden de savaşlarda marşların, müziğin askeri galeyana getirmek maksadıyla bir unsur olarak kullanıldığını anlıyoruz.
       1670 yılında Evliya Çelebi, Osmanlı ordusunun bir savaşına şahit olmuş; mehterle Devlet-i Aliyye’nin askerinin nasıl coştuğunu ballandırarak anlatmaktadır. Kaldırılan Yeniçeriliğin, bir daha dirilmesini önlemek gayesiyle onu hatırlatan her şey silinip atıldı; dolayısıyla Macar ovasını inleten, serhat boylarındaki cengaverlerimizin damarlarına alev pompalayan o marşlara bugün sahip değiliz. Şimdilerde dinlediğimiz mehter marşları I. Dünya Savaşı’ndan önce İsmail Hakkı Bey gibi zevat tarafından bestelenmişlerdir. Bu marşların en meşhuru “Gafil ne bilir neşve-i pür şevk-i vegayı” mısraıyla başlayandır. Tabii mehterin yanı sıra “Ey gaziler”, “Sivastopol” gibi ordumuzun söylediği pek çok marş vardı. Ordunun dışındakileri ilgilendiren marş denince herhalde ilk akla gelen Donizetti Paşa’nın II. Mahmud için yazdığı “Mahmudiye Marşı” olmalıdır. Ondan sonra her padişah için bir marş bestelenmeye başlanmıştır. İkinci Meşrutiyet’te Namık Kemal’in “Amalimiz efkarımız ikbal-i vatandır/Serhattimize kal’a bizim hak-i bedendir.” diye başlayan şiiri marş olarak bestelenmiştir. Sultan Reşat tahta çıktığında Beethoven’in “Türk Marşı”nın devletçe kabul edilmesini Muzika-i Hümayun Miralayı Saffet Bey ileri sürmüştü.
    Milli Mücadele’nin başlarında Ankara’ya gelen yabancı heyetler karşılanırken, milli marşları çalınıyordu; bizim o anlamda bestelenen marşımız olmadığı için müşkül duruma düşüyorduk. 1920 yılının sonlarına doğru Miralay İsmet Bey, bu eksikliğimizin giderilmesi için Milli Eğitim Bakanı (Maarif Bakanı) Rıza Bey’i makamında ziyaret etti. Bu arada Milli Eğitim Bakanı değişti; Hamdullah Suphi oldu. O günün şartlarında ciddi bir meblağ olan 500 liralık ödül konularak milli marş için yarışma açıldı. Ünlü şairler, Kazım Karabekir gibi kumandanlar da katıldılar. Toplanan 724 şiirin arasında gönüllere heyecan verecek bir şiir bulunamadı. Ödül konulduğu için Mehmed Akif katılmamıştı; Hamdullah Suphi, Milli Eğitim Bakanı olarak, ünlü şairimize, ödülü almanın mecburi olmadığını belirten bir mektup yazdı. Tacettin Dergahı’nda kısa sürede ruhlara coşkunluk veren o marşı kaleme aldı.
    Müsabaka heyeti Mehmed Akif’in şiirini milli marş olarak seçtiğini Milli Eğitim Bakanlığı’nın tezkeresiyle Meclis’e intikal ettirdi. 1 Mart 1921’de Meclis’te Hamdullah Suphi tarafından defaatle okundu. M. Akif’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Ben biraz güzel yazdım mı bilmem; fakat sen çok güzel okudun, onu bilirim.” 12 Mart 1921’de Meclis tarafından milli marş olarak ilan edildi. Ödül olarak konulan 500 lirayı da M. Akif, Müslüman kadın ve çocuklara, şehit ailelerine iş öğreterek, yoksulluklarına son vermek gayesiyle kurulan Darulmesai’ye armağan etti.
    Zaman zaman İstiklâl Marşı’mız ideolojik maksatlarla eleştirilmektedir. Bir defa şunu kafamıza koyalım ki İstiklâl marşlarının değerleri mükemmelliklerinde değil, tarihselliklerindedir. Mesela Fransız milli marşı, bir Fransız subayı tarafından irticalen söylenmiş, pek de güzel olmayan bir şiirdir. Fakat o günlerin atmosferini yansıttığı için, değiştirilmesi kimsenin aklına gelmez. Bizim İstiklâl Marşı’mız güfte olarak belki de dünyada birinci gelir; çünkü o karanlık günleri yaşamış, büyük bir şair tarafından kaleme alınmıştır. M. Akif, halkın duygularını yansıtan bir şairdir; bu, milletçe benimsenmesi için önemli bir etkendir.
    Kimileri de marşın “Korkma” diye başlamasını yadırgadıklarını ifade ederler. Unutmayalım ki Milli Mücadele bir savunma savaşıydı. Adeta binlerce yıllık bir çınar kökünden sökülüyordu. “Türklerin dünya yüzünden kötülüklerini kaldırmanın bir yolu var; o da vücutlarını dünya yüzünden kaldırmaktır” diyen sadece İngiliz devlet adamı Gladstone değildi; şanlı tarihimizin ürküttüğü daha pek çok insan vardı. Köyler, kasabalar işgal ediliyor; evler yakılıyor, karşı koyanlar öldürülüyordu; “Korkma!” haykırışıyla milletin üzerinde bir güven rüzgârı estirilmek isteniyordu. O günlerin karanlıklarını idrak edemeyenler İstiklâl Marşı’nın getirdiği güveni ve aydınlığı kavrayamazlar.

Hiç yorum yok: