26 Mart 2013 Salı

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'-Mehmed Niyazi

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'

1916’nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ve oğullarının İngilizlerle dirsek temasında bulunduklarını haber alır.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı Eşref Bey Müslümanların isyanını silahla değil, nasihatle bastırmanın yolunu seçer. Bunlara sözünün geçeceğini tahmin ettiği bir heyet oluşturmak ister. Teklifini, Şeyh Şerif Salih El Tunusi ve Başbakanlık Müsteşarı Mümtaz Bey kabul eder. “Hani milletin İslam idi? Kavmiyet ne!/ Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine/ “Arnavutluk” ne demek var mı şeriatte yeri?/ Küfür olur, başka değil, kavmini sürmek ileri” mısralarının sahibi Mehmed Akif’in de bu heyette yer almasının çok faydalı olacağına Eşref Bey inanır. İsteğini belirtince Mehmed Akif yürekten evet der. Aralarında Zenci Musa’nın da bulunduğu yirmi beş kaptan Necid çöllerinde onların muhafızlığını yapacaktı. Sultan Reşat’ın Şerif Hüseyin’e gönderdiği hediyeleri alıp Medine’ye gelirler. Birkaç gün sonra, yatsı vakti sıralarında tarihi Uhud’un güneyinde Al-i Ureyt denen Boğaz’dan silah sesleri yükselir. Bu silah seslerinin, iki yüz adım kadar uzaktaki şeriflerin karargahında herhangi bir harekata sebep olmaması Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanı’nı süphelendirir. Her ihtimale karşı Eşref Bey emrindeki kaptanlara “Hazır ol” emrini verir. Medine Muhafızı Basri Paşa, Eşref Bey’in maiyetindekilerle, Şerif’in kuvvetleri arasında çatışma çıktığını zanneder. Eşref Bey’in emrindekilerin henüz silaha davranmadığını, fakat hazır vaziyette beklediklerini görünce hemen ricada bulunur; “Aman ne olur bir olaya sebebiyet vermeyiniz.” Eşref Bey onu odasına davet eder; “Merak buyurmayınız Paşam; bu silah sesleri benim için muamma değildir. Bunları kimlerin, neden yaptıklarını biliyorum. Bizim tarafımızdan hiçbir mukabele olmayacaktır; çünkü bu silah seslerinin sahipleri hiçbir zaman meydana çıkmayacaklardır.”
    Hazırlanmış muhafızların arasında Mehmed Akif’i görünce Eşref Bey şaşırır; ünlü şair mavzerini eline almış, fişekliğini beline takmıştı. “Hayrola Üstad! Telaşlanmayınız. Emin olunuz ki bu blöftür. Biz gerekeni yaparız. Siz rahatsız olmayınız. “Akif gayet sakin olarak şu cevabı verir: “Eşref Beyciğim, ben değil zat-ı aliniz telaşlandınız. Siz mücadeleye mecbur kalınız, ben burada oturayım. Öyle şey olur mu? Anca beraber, kanca beraber. Rica ederim, beni arkadaşlığın hiçbir vazifesinden uzak bırakmayınız.” Çöllerde yol almaya başlarlar. Şeyh Şerif Salih el Tunusi kalp hastasıydı. Mümtaz Bey, bir kum fırtınasında hastalanmış, sağ gözünü açamıyordu. Bir tek Mehmed Akif çöl iklimine adeta meydan okuyordu. Eşref Bey’in emireri, iki metre on santim boyundaki Zenci Musa ile ok atıyor; onunla güreşiyordu. Bu arada “Safahat”ın unutulmaz bölümü olan “Necid Çölleri”nin ruhi hazırlığını yapıyordu.
    Teyme köyüne geldiler; burada bir su kuyusu vardı. Mümtaz Bey’in bir gözü haraptı; Şeyh Şerif Salih el Tunusi ihtiyardı; buradan öteye gidecek takati yoktu; Eşref Bey günlerden beri merkezden kopuk olduğu için tedirgindi; yanına Reşid el-Huteymi’yi alarak yola devam etti; arkadaşlarını El-Muazzam istasyonunda bekleyecekti. Durumu oradan Medine’deki Fahrettin Paşa’ya bildiren Eşref Bey sedire uzandı. Biraz sonra İzzet Efendi kapıya vurdu; “Beyefendi, lütfen hemen geliniz. İstanbul’dan Harbiye Nezareti’nden bekliyorlar.” Eşref Bey reseptörün başına geçti; karşısında Enver Paşa vardı; Çanakkale Savaşı’nı anlatarak zaferi müjdeledi. Eşref Bey aylardan beri M. Akif’in merakını biliyordu. Her fırsatta; “Eşref Bey, bu müttefikler boğazı aşabilir mi?” diye soruyor, aynı endişeyi Eşref Bey de duyuyordu; fakat Akif’e moral vermek için; “Geçemezler üstadım” diyordu. Akif de onu doğrulardı; “İstanbul’un fethi, bir İlahi tebşirin neticesi idi. İstanbul Türk’ün kalacaktır.”
    Bu haberden yarım saat önce Reşit el-Huteymi, Akif’leri almaya gitmiş, Eşref Bey sevincini gökteki yıldızlarla paylaşmak zorunda kalmıştı. Nihayet kafile öğleye doğru ufukta görünür. Eşref Bey, Akif’i kucaklar; müjdeyi verir: “Üstad… Aziz Üstad. Hayatımın en büyük müjdesini vereyim, bana bu saadeti bahşeden Cenab-ı Hakk’a nasıl şükredeceğimi bilmiyorum. Çanakkale’de zaferi kazandık.” Akif bir süre sükut kesilir, donup kalmıştır. Eşref Bey inandırmak ihtiyacını duyarak; “Müjdeyi bizzat Enver Paşa’dan aldım.” der. Akif, dostunun boynuna sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. El Muazzam istasyonu bayram yerine dönmüştü. Akif, o müjdeli günde yazmaya başladığı abidevi eserini şu mısralarla bitirecekti: “Ey şehidoğlu şehit, isteme benden makber/ Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”

Hiç yorum yok: