1 Mart 2013 Cuma

Ahmet Tezcan:Köşe yazarları okunmak değil alıntılanmak istiyor!-Zeynep Tuba Kesimli


Prof. Dr. Nabi Avcı “Enformatik Cehalet” isimli kitabında gazeteciliği “İnsanlara ne tek tek, ne toplu olarak, ne bugün, ne yarın, ne evde, ne sokakta hiç işlerine yaramayacak haberleri satabilme sanatı” olarak tanımlar. Habercilik ve gazetecilik kavramlarının geçmiş zamana kıyasla değişim gösterdiği şu dönemde gazeteciliği, gazeteleri, internet medyasını, Türkiye’de köşe yazarı olmayı gazeteci – yazar Ahmet Tezcan ile konuştuk.

Gazeteciler iş gereği pek çok konudan haberdardırlar ve bu durum onları biraz da “söz sahibi yapar. Gazeteci kimliğiyle her kesimden insana ulaşabilirler. Bu gibi sebeplerle, gazeteciler “kendini önemli sayma” duygusuna daha çabuk mu kapılırlar?
Doğrudan insan karakteriyle ilgili bir soru bu. Gazetecinin yetişme, eğitim, terbiye geçmişi yani asıl karakteri önemlidir. Bu karakter sağlam ise gazeteci kendisini değil, işini önemli sayma yoluna gider. Değilse elbette işi egosunu şişirmek için iyi bir hava gazı aracı olacaktır. Temel sorun bu aslında. Benim birkaç yıldır “yeni gazetecilik anlayışı” çerçevesinde düşünüp bu anlayışı 6 temel üzerine oturtma düşüncemin de ilk ayağı.
Nedir bu?
Kişisel, mesleki ve kurumsal karakter-kimlik oluşumu bu 6 temelin ilki. Şimdi sorudaki bazı unsurlara bakalım. Gazeteciler gerçekten pek çok konudan haberdar mı? Hakikat böyle mi? Zannetmiyorum. Öyle olması gerekir ama ne yazık ki bizi saran fast-food kültürü, gazetecilik alanında da geçerli. Kitabı, ansiklopedileri bir kenara bırakın Google’a bakmaya bile üşenen gazeteciler bilmedikleri konularda ahkâm kesiyorlar.
Genç gazeteciler mi?
Gençler de değil sadece. Ağabey dediğimiz duayen kabul ettiklerimiz de artık mesleki açıdan dört başı mamur sofralar yerine hamburgeri tercih ediyorlar. Bir gazete yahut dergi yapmıştı galiba. Bir psikolojik hastalık adı uydurup bununla ilgili görüş istemişlerdi duayenlerden.
Ne cevap vermişler?
Hiçbiri de bunun uydurma olabileceğini düşünmeden abuk subuk cevaplar vermişlerdi. Demek ki hakikat öyle değil. Öyle olmamasının temel sebebi soruda gizli. Karakter/kimlik bozukluğu. İstisnası da yok bunun. Sezen Aksu’nun “Herkes yaralı” şarkısındaki gibi, hepimiz bozuk bir sistemin ters işleyen çarklarında üretilmiş defolu mamulleriz. Yetişme, eğitim ve terbiye geçmişimiz de uygunsuz ise, gazetecilik defomuzu gizleyerek artıran bir şey. Said Nursi’nin Volkan’da esip yağıp gürleyen Derviş Vahdetî’ye uyarısının yarısı bugün hepimiz için geçerli ve yeterli bir nasihattir: “Edipler edepli olmalıdır” Edebi olmayan sadece gazeteci olduğu için değil, nefes alıp verdiği için her alanda ve her noktada kendini önemli sayacaktır. Dolayısıyla mesleğin kabahati yok. Kabahat meslekte değil haslette.
Peki basın yayın kuruluşları varlıklarını neye borçlular? Söylediklerine mi söylemediklerine mi?
Söylediklerimiz gizlediklerimizin onda biri bile etmez. Kişisel olarak da bu böyledir gazetecilikte, kurumsal olarak da. Daha vahimi, gizlediklerimizin onda biri bile etmeyen söylediklerimizin kaçta kaçının gerçek olduğunu bilememektir. Onda dokuz gizliyoruz da söylediğimiz onda birde hakikat payı ne kadar? Herkes aynaya bakıp kendisine sorsun bunu, cevabı aynada gizli kalacaktır hep. İstersen biraz daha kafa karıştırayım. Basın-Yayın kuruluşu dediklerimiz gerçekten basın-yayın kuruluşu mu? Hadi bakalım, döndük mü en başa? Birinci sorunun cevabını burada da aramak zorundayız. Gazeteler görünüşte gazete, televizyonlar televizyon, gazeteciler de gazeteci ama suret farklı siret farklı. Gündüz insan gece hırt gibi bir şey. Adamın gazetesi var ama gazetesinde gazetecilik ruhunun zerresi yok. Mustafa Sandal şarkısı gibi. “Onun arabası var ama ruhu yok.” Aynen öyle… Gazetesi var ama vicdanı yok, hakkaniyeti yok, ilkesi yok, yani ruhu yok. Hep sen mi soracaksın, biraz da ben sorayım. Bu söylediğimin istisnası var mı? Düşün, cevap ver bakalım!
Gazetelerin yayın politikalarıyla devam edelim. AnadoluÜniversitesi’nde gazetelerin yazılı yayın politikaları üzerine bir çalışma yapılmaya çalışıyor; ancak yayın politikaları derlenemiyor. Çünkü gazeteler sahipleriyle birlikte yayın politikalarını da değiştiriyor. Bu durumu artık kanıksadık ama bunu gerçekten doğal mı karşılamamız gerekiyor?
İşte cevabı içinde bir soru daha. Gazete sahiplerinin değişmesiyle değil, gazete sahiplerinin gazetecilik faaliyeti dışındaki işlerinin durumundaki değişme de yayın politikasını değiştirir. Mesela Aydın Doğan, Erol Simavi’den bugüne Hürriyet’in patronu. Yayın politikası hep aynı mı? Günlük hatta anlık değişen yayın politikaları var. Bu politika da tamamen patronun ticari çıkarlarına endeksli. Ticari çıkara yahut siyasi çıkara endeksli olsun değişmiyor. Misyon adına yola çıkan da sonunda misyonundan komisyon aldığı için bütün yollar Roma’ya çıkıyor. Birbirimizden farkımız kalmıyor. Böylece kimsenin kimseye diyecek lafı olamıyor. Bir fark iddiası ile ortaya çıkan ve öyle de görünen Zaman gazetesinin 28 Şubat Post-modern Darbesi’nin eleştirisi meselesinde bile Doğan Grubu’nun yanında yer aldığını görmek size bir şey ifade ediyor mu? Kanıksamamız istenen bu mu? Görünene aldanmak mı bizden istenen? Bunu mu kanıksayacağız? İsteyen önden buyursun.
Bizim 10-15 yıldır haber algımız da değişti. Bir dönemin manşetlik haberleri şimdi iç sayfalarda bile yer bulamıyor kendine. Türkiye’de artık -amiyane tabirle soracak olursak- ne iş yapıyor? Hangi haberler ilgi görüyor?
Gazeteciler haber peşinde koşmak yerine, haber olmaya koştukları için bu böyle. Egosantrik hedonist bir medya hakim oldu sektöre. Bu yüzden pespayeleştik. Elbette haber algımız da pespaye olana doğru (d)evrildi. Şimdi içinde “insan” olmayan haberler ilgi görüyor desem herkes bana kızacak, ama öyle. Haberin içinde her şey var ama “insan” yok. İnsan yok, çünkü “vicdan” yok! Ego var. Egonun daha eski tabirle nefsin bütün negatif halleri var. Şehvet ve gadap başta olmak üzere ne ararsanız var ama “hakkaniyet” yok, “vicdan” yok, dolayısıyla “insan” yok. Karaktersiz bir medyamız var. Bu nedenle “medya” adını hak ediyor gerçekten. Medya “araçlar” demek malum. Kimin eline geçerse onun kullandığı araçlardan ibaret bugün basın-yayın dediğimiz şey. Gazetecinin karakter bozukluğu, okurun da karakterini bozar. Bozdu da zaten. Okur da artık, okur değil “bakar” oldu. Kelimenin hem Türkçe hem Arapça anlamını bir arada düşünerek kullanıyorum. Anlayan anlasın artık.
Artık bir haber henüz pek çok haber sitesine düşmemişken sosyal medyada yayılmış oluyor. Gazetelerde gördüğümüz çoğu haberi önceki gün eskitmiş oluyoruz. İnternet medyası gazeteleri nasıl etkiledi?
Etkileşim karşılıklı. İnternet medyası, konvansiyonel dediğimiz medyanın bütün sakatlıklarını taşıyarak başladı. Genler sakat olunca, sağlıklı bir bebek doğmasını bekleyemezsiniz. Merdiven altı gazeteciliği internet haberciliği dediğimiz şey. Siz bunu merdiven altından bel altına kadar indirebilirsiniz. Dünyada, demokrasinin az biraz geliştiği ülkelerde konvansiyonel medya ile internet medyası arasındaki problem teknik. İnternet medyası her alanda hız avantajını kullanarak konvansiyonel medyayı atlatıyor. Onlar da yeni arayışlar içerisine giriyorlar. Belki bu durum konvansiyonel gazeteciliği McDonalds’dan çıkartıp o eski dört başı mamur sofralara taşıyacak ve kendilerini ancak böyle ayakta tutabilecekler. Az ama kimlik sahibi müşterisi olan özel lokantalar gibi olacak gazeteler belki.
Matbu gazetenin yerini internet gazetelerinin alacağı da uzun süredir konuşuluyor zaten…
Aldı bile. Bazı gazeteler ABD’de sadece internet üzerinde yayıncılık yapma kararı aldılar. Tablet PC’lerin çok hızlı gelişmesi ve çeşitlenmesi dokunmatik gazete sayısını artıracak gibi görünüyor. Az önce de dediğim gibi; müşterisi az ve özel olan lokantalara benzeyecek gazeteler.
Bazen öyle köşe yazıları okuyoruz ki bu yazıların “konuşulmak, görünür olmak” için yazıldığını düşünüyoruz. Siz neler söylersiniz bu konuda?
Artık köşe yazıları “okunsun” diye değil “alıntılansın” diye yazılıyor. Köşe yazısını internet sitelerinde alıntı olarak yayınlatmak için kırk takla atıyor yazarlarımız. Hatta oturup kendi köşe yazılarının haberlerini kendileri yapıp gönderiyorlar internet sitelerine. Geçenlerde duydum, hiç de şaşırmadım, internet sitelerinin “en çok okunan yazarlar” listesine girmek için para ödeyen yazarlar bile varmış. “Aman bana bulaşmasınlar” diye internet sitelerine aylık nakdi “yardımlar” yapan yazarları biliyordum da “Aman bana da bulaşsınlar” aşamasına gelip bunun için düzenli para ödemeye başlayanlar olduğunu bilmiyordum. Onu da öğrendim. Ama dediğim gibi hiç şaşırmadım.
Twitter’ı da aktif olarak kullanıyorsunuz. Her gün pek çok konuyu yaymak için sizden tweetleri RT etmeniz isteniyor. Zaman zaman yorulduğunuz oluyor mu?  
Olmaz mı? “Evim Evindir Van” kampanyasından bu yana neredeyse her kampanyanın destek istediği bir “kampanyacı dede”ye dönüştüm Twitter’da. Yorucu ama hoş. Tabii vaktiniz de boş ise…
Gerçek Hayat – 597 

Hiç yorum yok: