6 Ekim 2012 Cumartesi

“Milliyetçilik” Batının bize kurduğu büyük oyunun bir parçası mıdır? -Tarihte milliyetçilik oyununu bize karşı ilk kez İngilizler kullanmıştır-İngiltere’nin yıkmak için kullandığı milliyetçilik kurtuluşumuz oldu mu? -Yıkılışımımıza neden olan milliyetçilik, kurtuluşumuz oldu mu?-Milliyetçiliğimizin öyküsü, Modern Türk kimliğini kimler oluşturdu?-Milliyetçiliğimizin öyküsü, Türk ırkı farazi midir?-Milliyetçilik insanlığı onbeş asır geriye mi götürmüştür-canmehmet.com


Kalabalık bir halk pazarında insanlarımızın yüzşekillerine, göz, burun ve ağız yapılarına baktığımızda aralarında fazlaca bir benzerlik olmadığı görülecektir. ‘Orta Asya’dan geldik’ tezine; konu ile ilgili yapılan genetik araştırmalar; “TC’nin nüfusu içinde, damarlarında gerçekten “Orta Asya’dan” denebilecek genleri taşıyanların oranı yüzde üç gibi çok küçük bir oran” var demektedir. (1)
İlk yazıda konu ile ilgili başlıklar verilecek devam eden yazılarda başlıklar detaylandırılacaktır.
-Yakın tarihimiz sırlarla dolu. “Bilmemizi istediklerinden” daha fazlasını bilmiyoruz çünkü…
-“Anadolu’yu biz anayurt olarak görürüz. Ama buraya geleli daha bin yıl bile olmadı. Biz buraya geldiğimizde Anadolu’da kimler vardı?
Bizans İmparatorluğu Anadolu’da o sırada kimleri yönetiyorsa, onlar vardı. Yüksek sayıda Rum ve Ermeni vardı. Kürtler vardı. Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Yahudiler vardı…
Mesela Karaim denen Yahudiler Bizans zamanında İstanbul’da yaşıyorlardı. Rumlar, Ermeniler, Kürtler her taraftaydılar. Rumlar özellikle İstanbul, Karadeniz ve Ege sahillerinde, Ermeniler de daha çok Doğu Anadolu’daydılar. Bunların hepsi iç içe geçmiş nüfuslardı.
-Türkler Anadolu’da yaşayan diğer kavimleri nasıl yönetimleri ve etkileri altına aldılar?
Orta Asya’dan gelen insanlar, Anadolu’da buldukları nüfusla karışmışlar. Anadolu’daki yerli nüfus zamanla Müslümanlaşmış. Yani anlayacağınız şimdiki Anadolu ahalisi, çok uzun bir süreçte oluşmuş.
Özellikle 19. yüzyılda yoğun göç alma ve göç verme olaylarıyla birlikte Anadolu’nun nüfusu çok ciddi bir değişim gösteriyor. Osmanlı’nın toprak kaybının giderek hızlanması sonucunda, 1870’lerden itibaren Anadolu’ya çok yoğun bir nüfus akışı oluyor. Balkanlar kademe kademe elden gidiyor ve sınır sonunda Edirne’nin biraz ilerisine dayanıyor.
-Türkler Anadolu’ya geldiklerinde kaç kişiydiler?
Onu bilen kimse yok. Sayılar o kadar belirsiz ki. Bu konuda rakam söylemeye cüret edecek kişinin doğrusu ben tarihçiliğinden şüphe ederim…
-Anadolu’da Türkleştirme hareketleri ne zaman yoğunlaştı peki?
Buna, Anadolu’yu “gayrımüslimsizleştirme” diyelim… İnsanları Türk yapmak Cumhuriyet’le oldu. İnsanlar önce isimlerini değiştirdiler sonra daha fazla direnemeyip Müslüman oldular.
-Bizim bugün Türk dediğimiz toplumun köklerinde kimler var?
Ben kendimden örnek veriyim.
Benim baba tarafımın bir bölümü bilmem kaç nesil Rumelili. Selanik’te Yahudilik çok yoğun olduğuna göre, baba tarafımdan Yahudilik pekâlâ olabilir. Babaannem sarışın, yeşil gözlü. Slavlık mutlaka var. Babamın babası, Bulgar Müslüman’ı. Pomaklık olabilir. Anne tarafım derseniz, olduğu gibi Kafkas, Çerkez, Dağıstan, Gürcü ve saraylı…Anadolu bir kokteyl. Ne mutlu ki öyle. (2)
-Ermeni ve Rumlar kokteyl değiller mi?
Ki öyle. Kendisine Rum diyen ve Rumca konuşmayan bir sürü insan var. Mesela Karamanlılar var. Hıristiyan Türkler bunlar. Kısacası, Rumlar da Rum değil, Ermeniler de Ermeni değil.
Mesela 19. yüzyıldaki araştırmalarda ortaya çıktı ki, kendisine Rum veya Yunan diyen insanların büyük çoğunluğu Arnavut. Yunanistan’da Yunanlaşmış, Helenleşmiş çok Arnavut ve Rumen var. Bütün Balkanlar ve Anadolu böyle. Anadolu’da da hiç Ermenice bilmeyen Ermeniler var. Zazaca konuşan Ermeniler var.
-Anadolu böylesine bir karışımsa… Neden hâlâ ırk çatışmaları yaşıyor Anadolu?
Bu ulus-devlet çok başarılı olmadı açıkçası. İşin acıklı tarafı bu.
Türkiye’de birtakım taşlar zamanında doğru oturtulmamış.
-Hangi taşlar bunlar?
Bu devlet kimin?
Bu toplum kim?
Kimlerden müteşekkil?
Burada kimin en son kertede sözü geçer? Karar verme sürecine kimler katılır?
Bu temel sorulara TC doğru dürüst cevap bulamamış.
Cevap olarak “Türkler” demiş.
Türklerin kim olduğu da kendinden menkul bu arada.
TC projesi, Anadolu’yu Türkleştirmeye çalışmış,
Kürtleri yok saymış, gayrımüslimleri göç ettirmiş falan.
Cumhuriyet’in sentezi buydu. TC projesi, 1980’lere kadar oldukça başarılı gibi görünüyordu.
-Ama sonra ne odu?
Kemalistlerin sentezi buraya kadar tuttu.
-Burası dediğiniz neresi?
Bütün toplumlarda, devlet ve toplum arasında bir pazarlık vardır. En ceberut devlet bile herkesin kafasına sopa indiremez.
Ne o kadar askeri vardır ne de o kadar parası.
Dolayısıyla devletin bir şekilde toplumla pazarlık etmesi gerekir.
-Bizde pazarlık yapılıyor mu?
Bizde de bu pazarlık nesillerdir sürüyor. Kemalizm toplumun karşısına belli bir proje getirip koydu.
Her nesil farklı insanlar bu projeyle pazarlığa oturdular.
1946’da bu proje, San Francisco Konferansı’yla tek partili sistemden çok partili sisteme geçmek zorunda bırakıldı.
Toplumun pazarlık gücü arttı.
Çünkü işin içine demokrasi denen şeytan girdi.
Ve sandıktan Demokrat Parti çıktı.
Sonra başka bir pazarlık derken 27 Mayıs oldu.
Askerler defalarca, doğal olarak oluşmakta olan senteze müdahale ettiler.
Bizim ömrümüzde üç tane darbe oldu. Sonra Refah sandıktan çıktı.
Bu bir geçiş dönemiydi. Ve AKP geldi. Beğenin beğenmeyin,
AKP, TC projesinin açık ve net ürünüdür.
Kemalist devletin projesiyle toplum arasında 80 yıldır süregelen pazarlığın vardığı en son noktadır AKP.
-Pazarlığı kim kazandı?
Valla çok şükür ki galiba toplum kazandı.
-Bugün yaşadıklarımız, geçmişin bize bir mirası mı?
Her zaman öyle ve bu, her toplumda böyle.
Bir politikacı gaf yapıncaya kadar bu ülkede insanlar Dersim katliamından habersizdiler.
-Dersim konusunda tarihçilerimiz bugüne dek niye sessiz kaldılar?
Tarihçilerin günahları o kadar büyük ki…
Dersim bu günahlardan sadece biri…
-Son bir soru… Tarihçiler şu konuda ne diyorlar? Osmanlı’nın Türkleri küçümsediği, kaba saba bulduğu hatta aşağıladığı anlatılır hep. Osmanlı Türkleri neden beğenmiyor?
Osmanlı’nın Türkleri aşağıladığı hiç doğru değil.
Cumhuriyet’in, Osmanlı’yı olumsuzlamak için sonradan uydurduğu bir şey bu.
Kocaman bir palavra bu… (4)
Devam edecek…
-Milliyetçilik cici… Ulusalcılık öcü!
-“Dindar Milliyetçi!” Olur mu?
-Milliyetçilik tutkal mı?
(1-2-3-4) Neşe Tüzel -Selim Deringil, 29 ve 30 Mart 2010 Tarihli söyleşiden alıntılar.
(Korkusuz Tarih, Neşe Tüzel, sahife 109)

Tarihte milliyetçilik oyununu bize karşı ilk kez İngilizler kullanmıştır


Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında siyasi oyunların, “Kesinlik” derecesinde aynı stratejilerle tekrar ettiği görülmektedir. İlginç olanın, tekrar eden bu oyunlar esnasında, siyasetçi, tarihçi ve medyamızın her seferinde, mağdur yerine “Cambaza bakmasıdır!” 121 yıl ara ile aynı gerekçelerle oynanan Mısır ve Irak işgalinin çarpıcı hikâyesi
Yıl 1882, Mısır sömürgeleştirilmek amacı ile İngilizler tarafından işgal edilir.
Yıl 2003, İngilizlerin aynı gerekçeleri ile bu kez Irak ABD tarafından işgal edilir.
Her iki işgalin arasında yaklaşık, 121 yıl vardır.
Ancak çok ilginçtir iki işgalin gerekçesi birbirinin kopyasıdır.
1882 yılında İngilizlerin Mısır’ın işgal gerekçeleri;
-“Mısır, Tiran Albay Arabi’den (Diktatörlerden) kurtarılacak”
-“Mısır özgürleştirilecek!”
-“Mısır’ın elinde, bize karşı (İngilizlere karşı) kullanılmak üzere ABD’den alınmış güçlü silahlar var!” (1)
2003 Yılında Irak’ın ABD ve İngilizler tarafından yapılan işgalin gerekçeleri;
-“Irak halkı Diktatör Saddam’dan kurtarılacaktır.”
-“Bu bir Irak’ı özgürleştirme operasyonudur.
-“Irak’ın elinde (Batıya karşı kullanılmak üzer alınmış) kitle imha silahları vardır.”
Bu örnek nelerin anlaşılmasına anahtar olacaktır?
-Batının, “Milliyetçilik, Hürriyet, Eşitlik, Adalet, İnsan hakları” ve benzer yalanlarla gelişememiş, geri kalmış milletleri nasıl sömürdüklerinin anlaşılmasına,
-Batının yaklaşık ikiyüz yıldır benzer oyunlarla diğer imparatorlukları, milliyetçilik fikirleri ile nasıl parçaladıklarını, kendi ülkelerinde bu çeşit fikirlere ve oluşumlara asla izin vermedikleri ve bu özgürlük konularında hiç samimi olmadıklarına;
-Fransız devrim hareketinin dünyaya, “Hürriyet, Eşitlik ve Adalet getireceği yalanlarının arka planında sömürgeleştirilmenin yattığına;
-İngilizlerin, sırası ile Yunanlılar ve Bulgarları milliyetçilik söylemleri ile Osmanlıya karşı doldurmaları, arkasından para ve silah destekleri ile Osmanlıyı parçalamalarının anlaşılmasına;
-Günümüzde de bu ve benzer oyunları, tekelleşmiş medya ve büyük sermayenin desteği ile daha rahat oynadıklarının görülmesine anahtar olacaktır.
Meraklıları için İngilizlerin Mısır’ı işgal etmelerinin arka planını
(İng. Başbakanı)“Gladstone, Meclis’te (Mısırlı Albay) Arabi’yi “tiran” olarak suçlamış ve Süveyş Kanalı’nın olduğu gibi Mısır halkının da onun elinden kurtarılması gerektiğini ifade etmiştir…
Gladstone 21 Haziranda Süveyş’e askerî bir sefer düzenlenmesi konusundaki isteğini dile getirmiş ve aynı gün çıkarma kuvvetlerine sahip bir donanmanın kanala hareketi için emir vermişti.
Gladstone, İstanbul Konferansı’na katılan Avrupa devletlerini Süveyş’in “barış ve istikrara” kavuşturulması gereken sorunlu bölgenin bir parçası olduğuna inandırmıştı.
İşgalden önce kamuoyunu etkilemek için (Mısırlı) Arabi’nin çok etkili silahları olduğu propagandası yapılmıştı. Fakat gerçekte Arabi’nin elinde etkili hiçbir silah olmamıştı.
Propaganda da Arabi’nin Amerika yapımı bir torpidoya sahip olduğu ve İngiliz donanmasına bu şekilde saldıracağı tamamen hayal ürünü bir hikayeydi.
(Mısır) Hidiv’in ordusunda görev yapan General Stone’un ifadesine göre; “Amiral Seymour bir bahanesi olsa da olmasa da İskenderiye’yi bombalamak için mutlakabir tane uyduracaktı”.
Kaldı ki, Lord Northbrook 1 Temmuz’da Lord Granville’e gönderdiği yazıda: “İskenderiye’de gerçek anlamda tehlike olabilecek herhangi bir silah göremiyorum. Fakat herhangi bir savaş istiyorsak. Amiral Seymour silahların teslimini isteyebilir” diyor, bu şekilde Arabi’yi ajite ederek tahkimatın daha fazla yapılmasınısağlıyordu.
(İng. Başbakanı) William Ewart Gladstone’un Mısır’ı işgal ederken kullandığı en önemli sloganı “Mısır halkının tiranının elinden kurtarılması ve özgürleştirilmesi” idi. Halbuki Arabi Paşa ve ekibi Mısır’da yapılan yenileşme hareketlerinin ve anayasal devlet modelinin taraftarlarıydılar. İlk isyan hareketlerinden itibaren istekleri ve hükümette iken uyguladıkları reform; Mısır anayasasının ilanı ve Meclis’in açılması idi.
Arabi’nin tiran-diktatör- olarak dünya kamuoyuna sunulmasının hemen akabinde başlayan Mısır’ın işgaliyle ilan edilmiş olan anayasa, bir daha uygirulanmamak üzere ortadan kaldırıldı. Bu açıdan işgal, Mısır’ı özgürleştirmek yerine, anayasal devlet modelinin gelişmesini engelleyenlere, işgali meşrulaştırmak ve Mısır’dan vakti geldiğinde ayrılacağını gösterebilmek için işgalin resmî olarak yapıldığına dair herhangi bir açıklamada bulunmadı.
Mısır, Osmanlı hakimiyetinde, fakat İngiltere tarafından “örtülü işgale” uğramış bir konuma getirildi
Mısır’ın işgaliyle ilgili diğer bir konu da, 1882 yılı Haziran ayına kadar İngilizlerin Mısır’daki milliyetçilere hoşgörüyle yaklaşmış olmalarıdır.
Milliyetçilerin güçlenmeleri ve karışıklık çıkaran bir unsur haline gelmeleri, İngiltere’nin Mısır’ı işgalinde en fazla yararlandığı durum oldu. (2)
Bugün Irak işgali için ABD tarafından ifade edilen bahaneler, açıkça görülmektedir ki, 121 yıl evvel İngiltere tarafından Mısır işgali için ifade edilenlerdir.
Bunları ve batının ikiyüzlülüğünü düşünen insanlara hatırlatalım dedik…
Devam edecek….
-Milliyetçilik cici… Ulusalcılık öcü!
-“Dindar Milliyetçi!” Olur mu?
-Milliyetçilik tutkal mı?
(1-2) “Büyük Oyun”, İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı.
Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca

İngiltere’nin yıkmak için kullandığı milliyetçilik kurtuluşumuz oldu mu? 

İlk iki yazıyı kısaca özetledikten sonra İngilizlerin imparatorluğu parçalamak için ilk kez Yunanlılar ile Bulgarlar’da kullandıkları milliyetçilik anlayışını, 2. Abdülhamid’in, dağılmaya başlayan devleti kurtarmak adına ve bir “Türk Yurdu” oluşturmak için nasıl tersine kullandığını, kendilerinin, hanedanlıklarını ortadan kaldıracak nesli nasıl yetiştirdikleri, ilginç detayları ile birlikte anlatılacaktır.
İlkyazının özeti;
Kalabalık bir halk pazarında dolaşarak insanlarımızın yüzşekillerine; göz, burun ve ağız yapılarına baktığımızda aralarında fazlaca bir benzerlik olmadığı görülecektir. Orta Asya’dan geldik tezine; konu ile ilgili yapılan genetik araştırmalar;
-“TC’nin nüfusu içinde, damarlarında gerçekten “Orta Asya’dan” denebilecek genleri taşıyanların oranı yüzde üç gibi çok küçük bir oran” demektedir.
- Biz Anadolu’yu anayurt olarak görürüz. Ancak buraya geleli daha bin yıl bile olmadı. Biz buraya geldiğimizde Anadolu’da kimler vardı?
Bizans İmparatorluğu Anadolu’da o sırada kimleri yönetiyorsa, onlar;
Yüksek sayıda Rum ve Ermeni, Kürtler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Yahudiler vardı…
İkinci yazının özeti;
Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında siyasi oyunların, benzer stratejilerle tekrar ettiği görülmektedir.
121 yıl ara ile yapılan Mısır ve Irak işgalinin çarpıcı benzerlikleri;
1882 yılında İngilizlerin Mısır’ın işgal gerekçeleri;
-“Mısır, Tiran Albay Arabi’den (Diktatörlerden) kurtarılacak”
-“Mısır özgürleştirilecek!”
-“Mısır’ın elinde, bize karşı (İngilizlere karşı) kullanılmak üzere ABD’den alınmış güçlü silahlar var!” (1)
2003 Yılında Irak’ın ABD tarafından yapılan işgalinin gerekçeleri;
-“Irak halkı Diktatör Saddam’dan kurtarılacaktır.”
-“Bu bir Irak’ı özgürleştirme operasyonudur.
-“Irak’ın elinde (Batıya karşı kullanılmak üzer alınmış) kitle imha silahları vardır.”
***
Batı, kendisi ile rekabette geri kalan ülkeleri sömürgeleştirmek için yaklaşık iki asırdır şu üç kavramı kullanmaktadır.
-“Milliyetçilik,”
-“Medenileştirmek,”
-“Özgürleştirmek.”
Bu manada Mısır, Afganistan, Cezayir, Tunus, Libya, Irak vb. Batının medenileştirdikleri! Ülkelerden birkaçıdır…
Peki, Türkiye de bunların arasında mıdır?
***
Batı, sömürgeleştirme operasyonlarını, adına, “Büyük Oyun” denilen uzun vadeli bir planla gerçekleştirmektedir.
“Büyük Oyun, Emperyal devletlerin jeopolitik ve enerji alanlarını kontrol altına almak, hammaddeve ucuz insan kaynaklarını elde tutmak için birbirleriyle yapmış oldukları mücadelenin ismidir.” (2)
***
Milliyetçilik hikayemiz aşağıda önce konu başlıkları ile sonra bizlerde az bilinen detayları açıklanacaktır.
-İngiltere, ‘Büyük Oyun’u ilk önce Yunanlıların, arkasından da Bulgarların milli duygularını körüklemekle başlatır. Sağlanan para ve silah desteği ile bu milletler Osmanlıdan ayrılırlar.
-İleride Bulgaristan’a Başbakanlık yapacak olan Bulgar siyasetçi, ülkemizde ve o zamanki adı ile Robert Kolejinde Amerikalılar tarafından yetiştirilmiştir. Bu oyunun önceden kurgulandığının açık işaretidir.
-Sultan 2. Abdülhamid, gerek Fransız ihtilalinin getirdiği fikirlerin, gerekse İngiltere’nin, Osmanlı imparatorluğunda yaşayan milletlerin milli duygularını körükleyerek isyana teşvik edilmesinin sonuçlarını önceden tahmin etmiş ve mevcut devletin birliğine tutkal olabilecek farklı bir milliyetçilik anlayışı için eğitim seferberliği başlatır…(3)
-Bu milliyetçilik anlayışı hanedanlığının sonu olacaktır. Bunu da önceden görebilmiştir…
-Bu maarif seferberliğinde açılan modern okullarda İttihat terakkiyi ile cumhuriyeti kuracak bürokratlar yetiştirilir…
-Mustafa Kemal ve Enver Paşalar, 2. Abdülhamid’in modern okullarında yetişenler arasındadır…
-Diğer ifadesi ile Sultan da, İngiltere-Fransa ve Rusya’nın, “Büyük Oyun”unun temel taşı olan “milliyetçilik” anlayışına karşılık, Osmanlının yapısına özgü bir milliyetçilik anlayışı oluşturmuştur…
-Yapılmak istenen, Osmanlıyı yıkacak milliyetçilik kavramını, devletin küçülmesine paralel, ancak dağılmayı önleyecek bir panzehir olarak kullanmaktır…
Gelecek yazıda, Milliyetçilik maceramızı, en başından sonuna kadar, Dünyaca ünlü tarihçimiz, Prof. Dr. Kemal Karpat’ın ünlü eseri olan, “Osmanlı’dan günümüze kimlik ve ideoloji” eserinden alıntılarla anlatılacaktır.
***
-Milliyetçilik cici… Ulusalcılık öcü!
-“Dindar Milliyetçi!” Olur mu?
-Milliyetçilik tutkal mı?
(1-2) “Büyük Oyun”, Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca
(3) Kimlik ve ideoloji, Prof. Dr. Kemal H. Karpat

Yıkılışımımıza neden olan milliyetçilik, kurtuluşumuz oldu mu?

Üzerinde çok konuşulmasına karşılık nerede ve nasıl doğduğu tarafımızdan fazlaca bilinmeyen milliyetçilik anlayışının üzerindeki örtü kaldırılmaktadır. Sultan 2. Abdülhamid, Osmanlı Hanedanlığını ortadan kaldıracaklarını bilerek açtığı modern okullarda, Osmanlı milliyetçilerini yetiştirir, küçük kardeşi Sultan Vahdettin’de, Abisinin açtığı modern okullarda yetişen “Mustafa Kemal Paşa, başarılı olduğunda Cumhuriyeti kuracaktır.” Uyarısına rağmen Paşa’yı Samsun üzerinden Anadoluya gönderir. Ve A dan Z ye Milliyetçilik hikâyemiz.
“Modern Türk kimliğiyle ilgili her tartışma, onun geçmişte ya hiç var olmamış olan ya da farklı şekiller altında karşımıza çıkan kültürel, siyasal ve tarihsel kökleriyle mukayese içinde ele alınmak zorundadır…
Hiç şüphe yok ki Türkiye’deki ülkesel kimliğin oluşum süreci ideolojik bir modele; yani Avrupa tipi ulus devlete göre ve nispeten yakın bir tarihte gerçekleşmiştir.
Ne var ki bu süreç çokuluslu bir Müslüman devletten tek uluslu bir ülkesel devlete geçişi sağlarken kendine has bir yol izlemiştir.
Bu yüzden en baştan söylenmelidir ki modern Türkiye’yi oluşturan Müslüman ve Osmanlı unsurlar Avrupa’daki benzerlerinden belirgin bir şekilde farklı bir ulus-devlet yaratmıştır.
Osmanlı Devleti’ni Habsburg ve Romanov hanedan-devletlerinden ayıran belki de en önemli farklardan biri, içindeki, Osmanlı-Müslüman unsurlar arasından çıkan;
-Entelektüel elitlerinbu unsurları edebiyat, eğitim ve basın aracılığıyla,
-Siyasal elit tarafından ülkenin otantik tarihsel milli kimliği olarak lanse edilen etnik Türk kimliğine dönüştürmekte oynadıkları roldür.
Aslında gerek İslam, gerekse ilk dönemlerindeki Osmanlı Devleti belli bir toprağı, kavmi veya dili hiçbir zaman kendi uyruklarının siyasal kimliğinin ve sadakat ve bağlılığının temeli olarak kabul etmedi.
Hâlbuki bu “milli’ karakterlerin her biri Osmanlı Devleti’nde mevcuttu ve modern ulus-devleti inşa ederken bunların birer yapı taşları olarak kullanılmaları mümkündü.
Eski bağlılık ve kimlikleri yenilerine dönüştüren güç, devletti. Başka bir deyişle yönetici elit bir yandan toplumu ve kültürü ‘’millileştirirken” bir yandan da daha etkili bir iktidar aygıtına dönüşmüş kendini bizzat yaratmakta olduğu milletle özdeşleştirmişti…(1)
“Hubb-ül vatan minel iman” (Vatan sevgisi imanın bir cüzüdür)
Dünyadaki bütün Müslümanların halifesi olarak hareket eden Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) etnik kimliği (kavmiyet) ve vatan sevgisini (hubb-el vatan) İslam’a ve Osmanlı Devleti’ne yönelmiş en büyük tehditler olarak gördü ve reddetti.
Halifeye göre kavmiyet fikri ve ülkesel vatan anlayışı, “Müslümanların inancını zayıflatmak için İngilizler tarafından yayılmaktaydı. “
Abdülhamit, Müslümanların bölünmesini hedef alan bu tehditleri bertaraf etmek için Emirül-Müslimin (Halife), yani bütün Müslümanların başı unvanını ön plana çıkardı ve gençleri, “inanca ve halife sevgisine öncelik verip vatan sevgisini ikinci plana atmaya” teşvik etti.
Ne var ki ülkesel vatan anlayışı lehine sonuçlanan bu tartışma, sultan tarafından değil, modern okullarda eğitim görmüş aydınların egemen olmaya başladığı eğitim sistemi ve basın aracılığıyla devlet tarafından çözüme bağlandı.
Yeni elitler rasyonalist, görünüşte liberal ve Abdülhamit’in istibdadına muhalif kişilerden oluşuyordu ve ayni zamanda kararlı birer anti-emperyalist, Milliyetçi ve Osmanlı (daha sonra Türk) vatanseveriydiler…
Ders kitaplarında anlatılan vatan kavramı
1869 tarihli bir kanunnameye dayanan modern Osmanlı eğitim sistemi, esasen 1881-82’den sonra, büyük ölçüde Maarif Vekili Münif Paşa ve birçok kez sadrazamlık yapmış olan Sait Paşa gibi yüksek devlet görevlilerinin çabaları sayesinde kuruldu.
Eğitim çabalarının arkasında yatan amaç bürokrasinin kalitesini artırmak, profesyonel nitelikte meslek sahibi geniş bir kitle yaratmak ve onlara vatanseverlik duygusu ve vatana bağlılık ruhu aşılamak ve böylece devleti güçlendirmekti.
Büyük ölçüde Fransa model alınarak kurulmuş olan modern eğitim sistemi esasen devlet tarafından finanse edilmekte ve devlet egemenliğinde faaliyet göstermekteydi.
Dini okullar, yani medreseler ya Evkaf Vekâleti tarafından veyahut gayri resmi olarak cemaat tarafından finanse edilmekte, gayrimüslim okulları ise kendi cemaatlerine bırakılmaktaydı. Her iki cemaat içinde de dini okulların kalite ve etkisi azalmıştı.
Hükümet tarafından yeni ders kitapları belirlendi ve Batı’nın misyonerlik faaliyetlerine cevap olarak okullara din derslerinin konulduğu 1892 ye kadar ders programları esasen din dışı konulardan oluşturuldu.
Sonunda hükümet hem din derslerinin hem de İslam’ı öğretmek için kullanılan ders kitaplarının içeriğini denetleyecek bir konum kazandı.
İslam hakkındaki bilgiler devletin amaç ve çıkarlarına tabi kılındı.Bu sırada inancın geleneksel sözcüsü olan ulema ve onların eğitim aracı olan medrese marjinalleştirildi ve devletle ilişkisi fonksiyonel olmaktan çıktı.
Buna karşın dini kurumlar, devletin modernleşme adına meşrulaştırılan mutlak iktidarına karşı çıkma imkânına sahip tek etkili güç olarak göründüğü için, alt sınıflar üzerindeki etkisini sürdürmeye devam etti.
Sultan Abdülhamit modern eğitim sisteminin yayılmasını teşvik etti.
Öyle ki ona “maarifperver’’ hükümdar deniliyordu. Ne var ki bu rasyonalist eğitim sistemi onun halife olarak prestijini aşındıracak ve bu okullardan mezun olanlar onu tahttan indirecekti.
Eğitim sahasındaki bütün bu değişmeler ancak sınıfsal bir bağlam içine yerleştirildiğinde gerçek anlam kazanır.
Eğitimde atılan adımlar toprağa dayalı bir Müslüman orta sınıfın yükselişiyle ayni döneme denk gelmekteydi.
Bu yeni orta sınıfın devlete karşı sadakat ve bağlılığı; çıkarları ve toplumsal konumunun yanı sıra kültüründen kaynaklanıyordu.
Azeri toprak ağaları ve petrol burjuvazisi Çar tarafından “soylu” olarak kabul edilmesi, onları orta sınıfın bir parçası haline getirmiş ve Çar’a bağlıklarını sağlama almıştır.
Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyan muadillerine benzeyen Rusya’daki bu Müslüman orta sınıf, milliyetçi Bir aydınlar grubunun oluşmasını sağladı.
Kaynağını hubb-ül vatan hadisinden ve Namık Kemal’in oyunundan alan vatan kavramı ve ona yönelik sevgi, bağlılık ve sadakat esasen coğrafya ve tarih ders kitaplarında geliştirildi.
Başka bir deyişle bu iki kol doğrudan toprak ve insanlarla, yani gitgide milliyetçiliğin sembolleri haline gelen vatan ve millet ile ilgilenmekteydi.
Coğrafya kitaplarının büyük bir kısmı vatan, devlet, millet-kavim ve siyasal rejim gibi yeni kavramları tanımlamaya ayrıldı.
Amaç Osmanlı vatandaşının vatanındaki köklerinin ve bilhassa ‘Vatana karşı vazifelerinin’’ bilincine varmasını sağlamaktı. Haritalar coğrafya derslerinin vazgeçilmez parçası haline geldi ve öğrencilere ülkelerinin somut bir görüntüsünü sundu.
Klasik İslam dünyasının önemli bir parçası olan coğrafya ve haritacılık on dokuzuncu yüzyılda vatan hakkındaki bilgilerin kaynağı olarak yeniden canlandırıldı.
Coğrafya kitapları Osmanlı topraklarının Anadolu, Balkanlar, Irak, Suriye, Hicaz, Necd, Yemen, Mısır, Bingazi, Kıbrıs ve Trablusgarp’tan oluştuğunu söylüyor, ancak aynı zamanda bunların bazılarının düşman işgali altında olup kurtarılacağından bahsediliyordu.
Kitaplarda ayrıca “vatanın herkesin babası olduğu, bu yüzden vatandaşların ona layık bir evlat olmak için çalışmaları gerektiği” ifade ediliyordu.
Oluşum halindeki modern Türk edebiyatı; vatan üzerinde yaşayan milleti ve vatanseverliği temel bir konu olarak seçti, Türk popülist gazeteciliğinin ve edebiyatının babası Ahmet Mithat Efendi’nin ve Ahmet Rasim’in romanları ve kısa Hikâyeleri gitgide “Türk” olarak görülmeye başlayan Osmanlı vatanının zengin bir resmini sunar.
Osmanlı topraklarının Türklüğü, bu toprakları savunmanın bir vatan vazifesi olduğu teması ve kaybedilen topraklara yönelik nostaljik duygular en açık ifadesini Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleriyle Ömer Seyfettin’in kısa hikâyelerinde bulur.
Bunlar Jön Türkler arasındaki hâkim kafa yapısını ortaya koymak açısından son derece değerli eserlerdir.
Coğrafya kitapları kaçınılmaz olarak vatanın üzerinde yaşayanlarla da ilgilenmekteydi. Standart tanıma göre ‘Türk’ Turan’da (bu terim açıkça tarif edilmemekteydi), Anadolu’da ve Balkanlardaki diğer yerlerde yaşayan insanlar olarak coğrafi açıdan tarif ediliyordu.
Türklerin yanı sıra, Araplar, Kürtler, Lazlar, Boşnaklar, Pomaklar, Çerkezler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler hep birlikte Osmanlılar olarak bilinmekteydi.
Bu ilk ders kitaplarına göre Heyet-i Müttehide-i Osmaniye, belli başlı on iki Müslüman ve sekiz gayrimüslim gruptan oluşmaktaydı.
Konstantiniye, Osmanlı ülkesinin temeli Türklerden meydana gelen başkentiydi.
Ülkenin dili “kaynağını Türkçeden alan genel bir dil” olan Osmanlıcaydı. Diğer coğrafya ders kitapları, kuzey Türkistan’daki halkları Türk ve Moğol kökenli olarak tanımlama konusunda daha belirgin bir tutuma sahipti.
Yine de “halis” Türk olmalarına karşın “Tatar” olarak adlandırılmaktaydılar.
Tarih ders kitapları genel İslam, Osmanlı ve Avrupa tarihini konu alıyordu.
Ne var ki daha baştan kendini ortaya koyan iki eğilim söz konusuydu.
Resmi görüşü savunan birincisi,
-Osmanlıları genel İslam tarihinin içine yerleştiriyor ve inancı çeşitli Müslüman kavimleri bir arada tutan bağ olarak görüyordu.
-ikinci eğilim ise, Osmanlı tarihine yoğunlaşıyor ve onun Türk karakterini on plana çıkartıyordu.
Askeri okullarda ders veren Hüsnü Süleyman Paşa, 1876 da yazdığı Tarih-i Âlem isimli ders kitabında, Türklerin Nuh Peygamberin oğlu Yafes’in soyundan geldiğini ve Selçuklularla Osmanlıların Macarlar, Bulgarlar, Polonyalılar ve benzeri halklarla akraba olduğunu ileri sürmekteydi.
Bununla birlikte yüzyılın sonunda Türklerin Osmanlıların atası olduğu ve Osmanlı Devleti’ni Türklerin kurduğu görüşü, birçok ders kitabında hakim görüş haline geldi.
Gerçekten de 1908 yılında Jön Türk ihtilali gerçekleştiği sırada, resmi olarak eski çok-dinli, çok-kavimli Osmanlıcılık anlayışı sürdürülmekle birlikte, modernist aydınların genel görüşü
-Osmanlıların Türk,
-Osmanlı topraklarının da bir Türk devletinin parçası olduğu şeklindeydi.
Devletin Türklüğü görüşü Jön Türk iktidarında hatırı sayılır bir güç kazandı ve 1913 ten sonra Türk vatanseverliği/milliyetçiliği devletin gayri resmi ideolojisi haline geldi…
Vatan ve sınırlar konusundaki fikirlere gelirsek; ittihat ve Terakki liderlerinin de aralarında bulunduğu Türkçüler hala 1912-13’de yitirilen Balkan topraklarının geri almak istemekteydi.
Bu istek, bu toprakların sembolik, tarihsel (Osmanlı Devleti bu topraklarda kurulmuştu) ve stratejik öneminin yanı sıra bazı duygusal bağlardan da kaynaklanmaktaydı.
Zira Jön Türklerin bazı liderleri Balkan kökenliydi.
Gelecekteki Türk vatanının sınırları Jön Türk dönemi boyunca muğlaklığını korudu.
Yine de etnik (kavmiyetçi) Türkçülük ve kültürel tarihsel Türkçülük olmak üzere iki belirgin eğilim ortaya çıktı
Türk etnik milliyetçiliği büyük ölçüde Azerbaycanlı Hüseyin zade Ali ve Ahmet Ağaoğlu ile Kazanlı Yusuf Akçura gibi Aydınların etkisi altında gelişti.
Bunların millet, milliyet, kültür ve modernizme ilişkin fikirleri doğup yetiştikleri Rusya’daki hakim ideolojilerden etkilenmişti. Modernist ve bir ölçüde panturanist olan bu aydınlar Osmanlı Devleti’nden yardım alarak, hatta belki onunla birleşerek kendi vatanlarının özgürlük ve güvenliğini sağlamayı ümit ediyorlardı.
Aynı zamanda, Panturanizm’i asgari düzeyde olan Agaoğlu örneğinde görüldüğü gibi modernist ve liberaldiler.
Yusuf Akçura Panturanizm’in baş savunucusuydu. Diyarbakır doğumlu Ziya Gökalp ise Hüseyinzade Ali’nin öğrencisiydi ve siyasal yaşamının erken safhalarında Panturanist fikirleri benimsemişti.
Bununla birlikte 1916’dan sonra, Anadolu’yu kendisine merkez alan bir Türk vatanı ve milletle hiçbir ilgisi olmayan bir yönetici sınıf” olarak görmeye başladığı Osmanlılar tarafından köleleştirildiğini düşündüğü bir Türk milleti lehine Panturanizm’den vazgeçti.
Ona göre milliyetçilik ve modernizm (Batılılaşma) Osmanlıcılığın emperyal yapısının altında kalmış olan tarihsel Türk milletini diriltecekti.
Akçura ile Ziya Gökalp arasındaki ilişkinin soğuk olmasının, Türk vatanına ilişkin farklı görüşler benimsemelerine yormak mümkündür.
Akçura; Kazan, Kırım ve Azerbaycan’ı içine alan bir Turan düşlemekte,
Gökalp ise gitgide dikkatini Anadolu ve buradaki etnik Türk kültürü ve diline yogunlaştırmaktaktaydı.
Nihayet Türklerin vatanı Temmuz-Agustos 1919’da Erzurum Kongresi sırasında, Misak-i Milli içinde açık ve seçik bir şekilde tarif edildi.
Misak-i Millinin, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, Anadolu’nun önemli bir kısmının ve başkent İstanbul’un İngiliz, Fransiz, Italyan ve Yunanlar tarafından işgal edildiği bir dönemde ilan edildiğini ozellikle belirtmek gerekir.
Misak-i Milli, Anadolu ve Trakya’yı modern Türkiye’nin vatanı olarak tanımladı.
1925’te imzalanan bir anlaşma gereğince İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılan Musul dışında Misak-i Milli bugünkü Türkiye sınırlarını oluşturmaktadır.
Bu topraklar Kurtuluş Savaşı’nın ardından modern Türkiye’nin kalıcı vatanı haline geldi ve 1923’teki Lozan Anlaşması’nda uluslararasi toplum tarafından tanındı.
Ülkenin başkenti, yeni rejimin etnik halk karakterini ortaya koymakiçin İstanbul’dan Ankara’ya nakledildi.
Cumhuriyet’in kurulması eski çok milletli Osmanlı Devleti’nin bir ulus devlet olan Türkiye’ye dönüşmesi sürecine denk düşer.
Yeni devletin ardında yatan fikri en iyi ifade eden kişi, 1923 yılında cumhuriyetin kurulması tartışmaları sırasında, Türk milletinin tarihinde ilk kez kendi ismini taşıyan bir devlet kurmaya karar vermiş olduğunu ilan eden Mustafa Kemal oldu. Ne var ki gerçek bir hayli farklıydı. Devlet aslında yüksek düzeyde bir süreklilik göstermişti.
Buna karşılık “millet” ise Osmanlı’nın dini cemaatini Lozan Anlaşması’yla sınırları çizilen bir ülkesel devlet içinde yaşayan Türk milletine dönüştürmek için laikliği kullanan cumhuriyet eliti tarafından yeniden tarif edilmekteydi.
Gerçekten de Osmanlı devlet kurumları, yönetim anlayışı ve siyasal kültürü, adamakıllı değiştirilmiş olsa da Cumhuriyet döneminde kalıcı bir süreklilik gösterdi.
Eskinin hanedana bağlı Osmanlılar on dokuzuncu yüzyılda devlete bağlı Osmanlılara, yirminci yüzyılda ise devlete bağlı “Türklere” dönüştü.
Vatan toprakları üzerinde yaşayanlar, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Türkleri oluşturuyordu. Hâlbuki gerçekte Türk terimi esasen vatandaşların etnik ve dilsel özelliğini yansıtmaktaydı.
Açık olan bir şey varsa o da şudur ki milletin tanımı ne Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış olan vatandaşlık anlayışına ne de ülkenin etnik bileşimine uymaktaydı ve Cumhuriyetin çözülmemiş sorunlarından biri olarak kalmaya devam etti.(2)
Devam edecek…
-Milliyetçilik cici… Ulusalcılık öcü!
-“Dindar Milliyetçi!” Olur mu?
-Milliyetçilik tutkal mı?
(1-2) “Kimlik ve İdeoloji”, Prof. Dr. Kemal H. Karpat

Milliyetçiliğimizin öyküsü, Modern Türk kimliğini kimler oluşturdu?

İlk dört yazıyı kısaca özetledikten sonra, “Çokuluslu bir Müslüman devletten tek uluslu bir ülkesel devlete” geçişimiz, milliyetçilik anlayışının oluşturulması ile birlikte kaldığı yerden devam edecektir.
İlkyazı;
Kalabalık bir halk pazarında insanlarımızın yüzşekillerine baktığımızda; göz, burun ve ağız yapılarının fazlaca bir benzerlik taşımadığı görülecektir. Orta Asya’dan geldik tezine; konu ile ilgili yapılan genetik araştırmalar; “TC’nin nüfusu içinde, damarlarında gerçekten “Orta Asya’dan” denebilecek genleri taşıyanların, yüzde üç gibi çok küçük bir oran” da kaldığı onaylamaktadır.
Bin yıl evvel Anadolu’ya geldiğimizde, Anadolu’da yüksek sayıda Rum ve Ermeni, Kürt, Arap, Süryani, Keldani, Nasturi ve Yahudiler vardır. Ve Anadolu’ya kaç Türk’ün geldiği de sayıca bilinmemektedir.
İkinci yazı;
Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında siyasi oyunların, benzer stratejilerle tekrar ettiği görülmektedir.
121 yıl ara ile yapılan Mısır ve Irak aynı gerekçelerle işgal edilmiştir.
1882 yılında İngilizlerin Mısır’ı işgal gerekçeleri;
-“Mısır, Tiran Albay Arabi’den (Diktatörlerden) kurtarılacak”
-“Mısır özgürleştirilecek!”
-“Mısır’ın elinde, bize karşı (İngilizlere karşı) kullanılmak üzere ABD’den alınmış güçlü silahlar var!”
2003 Yılında Irak’ın ABD tarafından işgal gerekçeleri;
-“Irak halkı Diktatör Saddam’dan kurtarılacaktır.”
-“Bu bir Irak’ı özgürleştirme operasyonudur.
-“Irak’ın elinde (Batıya karşı kullanılmak üzer alınmış) kitle imha silahları vardır.”
Üçüncü yazı;
Batı, kendisi ile rekabette geri kalan ülkeleri sömürgeleştirmek için yaklaşık iki asırdır şu üç kavramı kullanmaktadır.
-“Milliyetçilik,”
-“Medenileştirmek,”
-“Özgürleştirmek.”
Batı, sömürgeleştirme operasyonlarını, adına “Büyük Oyun” denilen uzun vadeli bir planla yürütmektedir.
Büyük Oyun, “emperyal devletlerin jeopolitik ve enerji alanlarını kontrol altına almak, hammaddeve ucuz insan kaynaklarını elde tutmak için birbirleriyle yapmış oldukları mücadelenin ismidir.”
Dördüncü yazı;
Sultan 2. Abdülhamid, Devletin kurtarılması adına yetiştirilecek yeni neslin, Osmanlı Hanedanlığını ortadan kaldıracaklarını bilerek modern okullar açar. Bu okullarda Osmanlı milliyetçilerini yetiştirilir. Mustafa Kemal Paşa’da bunların arasındadır. Küçük kardeş Sultan Vahdettin, Abisinin açtığı modern okullarda yetişen “Mustafa Kemal Paşa, başarılı olduğunda Cumhuriyeti kuracaktır.” Uyarısına rağmen Onu Samsun üzerinden Anadoluya gönderir.
-Osmanlı, çokuluslu bir Müslüman devletten tek uluslu bir ülkesel devlete geçiş sağlarken kendine has bir yol izlenmiştir. İzlenen bu yolda;
-Osmanlının entelektüel elitleri, edebiyat ve eğitim,
-Siyasal elitleri, otantik tarihsel milli kimliği, etnik Türk kimliğine dönüştürmekte önemli rol oynamışlardır.
-Halifeye göre kavmiyet fikri ve ülkesel vatan anlayışı, “Müslümanların inancını zayıflatmak için İngilizler tarafından yayılmaktaydır. “
-Türk etnik milliyetçiliği büyük ölçüde Azerbaycanlı Hüseyin zade Ali ve Ahmet Ağaoğlu ile Kazanlı Yusuf Akçura gibi Aydınların etkisi altında gelişti.
-Bunların millet, milliyet, kültür ve modernizme ilişkin fikirleri doğup yetiştikleri Rusya’daki hakim ideolojilerden etkilenmişti.
-Milliyetçilik ve modernizm (Batılılaşma) Osmanlıcılığın emperyal yapısının altında kalmış olan tarihsel Türk milletini diriltecekti.
-Açık olan bir şey varsa o da şudur ki milletin tanımı, ne Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış olan vatandaşlık anlayışına ne de ülkenin etnik bileşimine uymaktaydı ve Cumhuriyetin çözülmemiş sorunlarından biri olarak kalmaya devam etti.
Ve kaldığımız yerden devamla;
“On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki cemaatlerin içinde filizlenen müstakil siyasal, sosyal ve kültürel bir bilinç olarak milliyetçilik, belli grupların imparatorluğun siyasal yapısından ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurdukları yirminci yüzyılın başında imparatorluğun dağılmasına yol açan etkenlerden biri olmuştur.
Milliyetçilik ilk kez on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Balkanlardaki Ortodoks Hristiyanlar arasında ortaya çıktı.
İmparatorluğun Müslüman tebaası, 1908 Jön Türk İhtilali’ne kadar tam bir etnik milliyetçilik deneyimi yaşamadı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyetçiliğin yükselişi ve ardından otuz kadar ulus devletin kurulmasının ardında çok sayıda faktör vardı.
Dini gruplar veya milletler arasında rekabete dayanan ve ihtilaf yaratan ilişkiler, Osmanlı siyasal yapısında gerçekleşen ilerici reform, Aydınlanma felsefesi ve ideallerinin etkisi ve son olarak Rusya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin emperyal çıkarlan bu faktörler arasında sayılabilir…” (1)
Osmanlı Devleti’nin siyasal yapısındaki değişiklik
On sekizinci yüzyılın başlarında Balkanlarda başlayan kapitalist yayılma, özel mülkiyet ve teşebbüs lehine klasik Osmanlı devlet sistemini zayıflattı.
Kapitalizm ticareti kamçılayıp yenibir orta sınıfın doğuşuna zemin hazırladı. Gelişen ticarete kentli Hristivan orta sınıflar hâkim oldu.
Bu sırada Türkler ülkenin tarımsal üretiminin kontrolünü ele geçirdiler ve taşradaki belediye meclislerine ve diğer idari organlara girdiler. 1876’dan sonra gayrımüslimlerin de temsil edilmekte oldukları Meclis-i Mebusan’da da benzer bir rol oynadılar.
On dokuzuncu yüzyılın başında Osmanlı Devleti, otoriteyi yeni bir bürokrasinin elinde merkezileştiren ve mahallî elitleri yönetimdeki güç ve ekonomik ayncalıklarından yoksun birakan bir dizi reform aracılığıyla yeni sorunlarla baş etmeye çalıştı.
Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve reformlar nedeniyle devlet desteğinden mahrum kalan bu mahallî elitler gitgide cemaati kendi güçlerinin kaynağı hâline getirdiler ve süreç içinde kendi cemaatlerinin kültür, dil ve dinlerinin koruyucusu oldular.
Milliyetçiliğin doğuşunda millet sisteminin rolü
İmparatorluk uzunca bir süredir geniş bir etnik kimlikler yelpazesine ev sahipliği yapıyor ve 1850’lerden sonra gerek toprak temelli gerekse Osmanlı emperyal sistemine muhalif birçok vatansever hareket ortaya çıkıyor olsa da ilk gerçek milliyetçilikler imparatorluk mantığı içerisinde tanımlanan dinî cemaatlerin veya milletlerin oluşturduğu kimlik grupları arasından doğdu.
Bu milletler arasında esasen Balkanlarda yaşamakta olan belli Ortodoks Hristiyan gruplar vardı. Hem Rum Ortodoks hem Ermeni milletlerinin mensupları imparatorluk geneline yayılmıştı. bunlardan ikincisi kadim Doğu Hristiyanların içine almaktaydı.
On beşinci yüzyıldan sonra çoğu Sefarad olan Yahudiler imparatorluk nüfusunun yaklaşık yüzde 3’ünü oluşturuyorlardı ve belli başlı bütün kent merkezlerinde bulunmaktaydılar Ortodoks Hristiyan milletini temsil eden îstanburdaki patrik daha resmî bir cemaat oluşturmuş, kendi patriklerinin yönetimi altındaki Ermeni milleti ise daha gevşek tarif edilmişti.
Ortodoks Hristiyan cemaatler içindeki aydınlar Aydmlanma fikirlerinden etkilenmişlerdi. Bilhassa Alman şair ve filozof Herder (1744-1803) tarafından savunulan bir fikir onlara bir hayli cazip gelmekteydi. Buna göre dil ve edebiyat bir ulusun ayırt edici özellikleriydi.
Osmanlı Devleti’ne Fransız Devrimi ideallerini getiren Fransız elçileri ulus fikrini yüceltmekte ve onu mitsel değere sahip bir sembol hâline getirmekteydiler.
Böylece yukarıda tarif ettiğimiz mahallî Ortodoks aydınlara yardımcı olmakta, buna karşılık kurumsallaşmış din ve saltanat başta olmak üzere eski düzene amansızca saldırmaktaydılar Bu çabalar müesses nizamı oluşturan dinî ve sosyal elit arasında sert bir tepkiye sebep oldu.
Bu sırada Rusya, 1768-1812 yıllan arasında Osmanlı ordularına karşı kazandığı zaferlerin ardından Ortodoks Hristiyanların koruyucusu olarak ortaya çıktı.
Kısa bir süre sonra da (1850’lerde) çoğu Osmanlı tebaası olan Ortodoks Slavlar için bir bağımsızlıkve birlik ideolojisi olarak Panslavizmi ileri sürdü.
Balkanlarda milliyetçiliğin doğuşu
Birçok tarihçi, Karageorgeviç (1768-1817) liderliğindeki Sırp isyanının ilk milliyetçi ayaklanma olduğu konusunda hemfikirdir.
Bununla birlikte, çok daha önemli bir gelişme, bu ayaklanmadan daha önce, Ortodoks Hristiyanlar arasında dinin birleştirici etkisini zayıflatmış ve kavmiyeti çeşitli millî kimliklerin temeli hâline getirmiş durumdaydı.
İstanbul’da bulunan ve Bizans’ı diriltme çabasındaki Rum Ortodoks Patrikhanesi 1767’de Sırpve Bulgar kiliselerinin nispi özerkliklerine son verdi ve kilisedeki ayinlerin Yunan din adamları tarafından Yunanca yapılmasını emretti.
Osmanlı Devleti, bu değişikliğin ne anlama geldiğini kavrayamadığı için sessiz kaldı ve bunun sonucunda Yunan olmayanlar Patrikhaneden soğudu.
Karageorgeviç “devrimi’ işte bu koşullarda kendi güvenlik ve mülklerini korumaları beklenen yeniçerilerin topraklarına el koyması üzerine Sırp köylülerinin bir protestosu olarak doğdu.
Eski bir Avusturya subayı olan Karageorgeviç, Sırp köylülerinin toplumsal huzursuzluğunu bir siyasal harekete dönüştürdü.
Hareket başlangıçta yenilgiye uğratıldı. Karageorgeviç’in yerine geçen ve daha sonra onu idam ettiren Miloş Obrenoviç’in diplomatik yetenekleri sayesinde yeniden dirildi…
Osmanlı’ya bağımlı olan Miloş Obrenoviç, Sırp ulusal dirilişinin babası olarak görülen Vuk Stefanoviç Karaziç’in büyük çabaları sayesinde yazılı bir Sırp dili geliştirmeyi başardı.
1834’de Sırbistan kendi millî kilisesini kurdu ve Sırp milliyetçiliğinin taşıyanları olarak aydınlara ve askerlere katılan millî bir ruhban kadrosu yetiştirdi.
1849’a gelindiğinde, hâlen biçimsel olarak Osmanlı egemenliği altında bulunan Sırbistan, on dördüncü yüzyılda yaşamış olan ve bir aziz olarak görülen Sırp lideri Stefan Duşan’ı romantize ederek onun kurmuş olduğu imparatorluğu yeniden canlandırmak üzere bir yayılma planı geliştirmiş durumdaydı….” (2)
Kısa özetten anlaşılan Milliyetçilik anlayışının olanca çekiciliği! ile Batının sömürgeleştirmesine çok açık olarak yardımcı olduğudur.
Önce Sırp, Yunan ve Bulgar milliyetçiliği…
Sonra Türk…
Bugünlerde mi?
Herhalde Kürt Milliyetçiliği…
Yarınlar mı?
Laz, Gürcü vb…
Unutmadan…
Osmanlıdan ayrılan hangi millet varsa…
İstisnası olmadan açık veya gizli batının sömürgesidir…
Mesela, “AB”, Birleşik Avrupa İmparatorluğu kimleri kapsamaktadır?
Sıpları, Bulgarları, Yunanları, Polonyalıları…
İlginç olanın buraya bizim de gönüllü girmek istememizdir…
Umarız bu amaç değil araçtır…
Devam edecek…
-Milliyetçilik cici…
-Ulusalcılık öcü!
-“Dindar Milliyetçi!” Olur mu?
-Milliyetçilik tutkal mı?
(1-2) “Kimlik ve İdeoloji”, Prof. Dr. Kemal H. Karpat

Milliyetçiliğimizin öyküsü, Türk ırkı farazi midir?


İlk beş yazı özetlendikten sonra, Modern Türkiye’nin temelleri on dokuzuncu yüzyılın son yarısında ve bilhassa Sultan II. Abdülhamit devrinde nasıl oluştuğunu, Modern okulların, yeni ulaşım araçlarının, gazete, kitap, dergi yayınlarının çoğalması ile, bir süre etnik milliyetçiliğe karşı olan Abdülhamit, yeni bir toplumun doğuşu ile karşı karşıya olduğunu anlayınca, topluma “Türk” ismini verdiği gibi Saltanat sülalesinin “Türk” olduğunu kabul eder. Artık Osmanlı Devleti, “Türkleşmesi”nin safhasına girmiştir.
İlkyazı;
Kalabalık bir halk pazarında insanlarımızın yüzşekillerine baktığımızda; göz, burun ve ağız yapılarının fazlaca bir benzerlik taşımadığı görülecektir. Orta Asya’dan geldik tezine; konu ile ilgili yapılan genetik araştırmalar; “TC’nin nüfusu içinde, damarlarında gerçekten “Orta Asya’dan” denebilecek genleri taşıyanların, yüzde üç gibi çok küçük bir oran” da kaldığı onaylamaktadır.
Anadolu’ya ilk geldiğimizde, karşımızda ileride kaynaşacağımız yüksek sayıda Rum, Ermeni, Kürt, Arap, Süryani, Keldani, Nasturi ve Yahudileri buluruz.
İkinci yazı;
Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında siyasi oyunların, benzer stratejilerle tekrar ettiği görülmektedir.
121 yıl ara ile yapılan Mısır ve Irak aynı gerekçelerle işgal edilmiştir.
-“Mısır, Irak diktatörlerden kurtarılacaktır.
- Mısır, Irak özgürleştirilecektir.
- Mısır ve Irak’ın elinde (batıya karşı kullanılacak) güçlü silahlar vardır.
Üçüncü yazı;
Batı, kendisi ile rekabette geri kalan ülkeleri sömürgeleştirmek için yaklaşık iki asırdır şu üç kavramı kullanmaktadır.
-“Milliyetçilik, ”
-“Medenileştirmek, ”
-“Özgürleştirmek.”
Batı, sömürgeleştirme operasyonlarını, “Büyük Oyun” denilen uzun vadeli bir planla yürütmektedir.
Büyük Oyun, “emperyal devletlerin jeopolitik ve enerji alanlarını kontrol altına almak, hammaddeve ucuz insan kaynaklarını elde tutmak için birbirleriyle yapmış oldukları mücadelenin ismidir.”
Dördüncü yazı;
Sultan 2. Abdülhamid, Devletin kurtarılması adına yetiştirilecek yeni neslin, Osmanlı Hanedanlığını ortadan kaldıracaklarını bilerek modern okullar açar. Bu okullarda Osmanlı milliyetçilerini yetiştirilir. Mustafa Kemal Paşa’da bunların arasındadır. Küçük kardeş Sultan Vahdettin, Abisinin açtığı modern okullarda yetişen “Mustafa Kemal Paşa, başarılı olduğunda Cumhuriyeti kuracaktır.” Uyarısına rağmen Onu Samsun üzerinden Anadoluya gönderir.
- Halifeye göre kavmiyet fikri ve ülkesel vatan anlayışı, “Müslümanların inancını zayıflatmak için İngilizler tarafından yayılmaktadır. “
- Türk etnik milliyetçiliği büyük ölçüde Azerbaycanlı Hüseyin zade Ali ve Ahmet Ağaoğlu ile Kazanlı Yusuf Akçura gibi Aydınların etkisi altında gelişti.
- Milliyetçilik ve modernizm (Batılılaşma) Osmanlıcılığın emperyal yapısının altında kalmış olan tarihsel Türk milletini diriltecekti.
- Milletin tanımı, ne Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış olan vatandaşlık anlayışına ne de ülkenin etnik bileşimine uymaktaydı.
Bu konu, Cumhuriyetin çözülmemiş sorunlarından biri olarak kalmaya devam etti.
Beşinci yazı;
- İmparatorluk uzunca bir süredir geniş bir etnik kimlikler yelpazesine ev sahipliği yapıyor ve 1850’lerden sonra gerek toprak temelli gerekse Osmanlı emperyal sistemine muhalif birçok vatansever hareket ortaya çıkıyor olsa da ilk gerçek milliyetçilikler imparatorluk mantığı içerisinde tanımlanan dinî cemaatlerin veya milletlerin oluşturduğu kimlik grupları arasından doğdu…
- Ortodoks Hristiyan cemaatler içindeki aydınlar, Aydınlanma fikirlerinden etkilenmişlerdi. Bilhassa Alman şair ve filozof Herder (1744-1803) tarafından savunulan bir fikir onlara bir hayli cazip gelmekteydi. Buna göre dil ve edebiyat bir ulusun ayırt edici özellikleriydi.
- Osmanlı Devleti’ne Fransız Devrimi ideallerini getiren Fransız elçileri ulus fikrini yüceltmekte ve onu mitsel değere sahip bir sembol hâline getirmekteydiler.
- Birçok tarihçi, Karageorgeviç (1768-1817) liderliğindeki Sırp isyanının ilk milliyetçi ayaklanma olduğu konusunda hemfikirdir. (1)
Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasının altında, imparatorluğu meydana getiren ve tam bir dini özgürlük ve huzur içerisinde yaşayan halkların, İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından O güne kadar kapalı ardından,
O günden sonra da İngiliz Başbakanı Gladstone’un, “Hıristiyanlar, Müslümanların egemenliğinden kurtarılacaktır.” Anlayışı ve bir açık savaş ilanı ile alenen başlatılır.
Kışkırtmalarda kullanılan en önemli etken, “milliyetçilik” anlayışıdır.
Bu oyun bugün Kürt kardeşlerimiz için de sahnelenmektedir.
Bu ‘Büyük Oyun’ hiç bir zaman unutulmamalı ve gerekli dersler çıkarılmalıdır.
Tarih ibret alınmadığı için nu nedenle sık sık tekrar etmektedir.
Bu manada; 121 yıl ara ile Mısır ve Irak’ın işgali aynı uydurma gerekçeler ile yapılmaktadır.
Kaldığımız yerden devamla…
“Osmanlı Müslümanları arasında milliyetçilik, diğerlerine benzemeyen, kendine özel bir yol İzledi. Osmanlı Devleti, Müslümanian tek bir grup olarak görüyordu. Hâlbuki Müslümanlar; Türk, Arap, Boşnak, Kürt, Laz, Gürcü ve Pomak gibi çeşitli etnik gruplara bölünmüştü.
Hristiyanların aksine, bu gruplann hiçbiri (belki Boşnaklar hariç) Osmanlı Devleti’ne katılmadan önce ayrı bir ulusal politik varlığa sahip değillerdi. Bir Müslüman etnik grup tarihsel bir siyasi varlık iddiasında bulunacaksa, îslam’a döndükten sonra reddettiği bir Hristiyan geçmişle ilişkisini kabul etmek zorunda kalırdı.
Kısacası, Osmanlı Müslümanları, Hristiyanlığa geçen ve bu yüzden Selçuklu kökenlerini reddederek kendisine Göktürkler gibi daha erken bir paganiskandinav geçmiş icat eden Gagavuzların örneğini takip etmek zorundaydılar.
Bu nedenle Avrupa’daki ve önemli ölçüde Anadolu’daki Müslümanlar, Müslüman olarak sahip olduklan kimlik ve karakteri Osmanlı yönetimine borçluydular ve Fatimiler, Eyyübiler ve Memlükler gibi Ortadoğu’yu yöneten ve ardında çeşitli hanedanarla ait kimlik ve bağlılıkların anışım bırakan devletlerle neredeyse hiç bağları yoktu. (Türkiye’nin güneydoğusu bu açıdan birazfarklıdır.)
Buna karşın tarihçilerin Ortadoğu’da Osmanlı Türk etkisinin hâkim olduğu yönündeki iddiaları ancak kısmen doğru kabul edilebilir.
Yarımadadaki Araplar her zaman sahip olduklan Arap kimliğinin bilincinde oldular, hatta diğer kavimler karşısında üstünlük iddia ettiler, aynca dinin ortak olmasına karşın Osmanlıları “Türk”, Anadolu ve Balkanları “Türkiye” biçiminde etnik terimlerle adlandırdılar.
Dağlardaki aşiretler de ister Arap veya Kürt ister Türkmen olsunlar, güçlü bir etnik aşiret kimliği duygusuna sahiptiler.
Bununla birlikte, Müslümanlar arasında milliyetçilik, Kürtlerin ve Batılıların bugünkü Kürt milliyetçiliğinin hoşuna giden iddialarının aksine, bir tarihsel bakiyenin veya eski bir kimliğe etnik bağlılığın sonucu olarak başlamadı.
Gerçi mülk sahibi ve entelektüel gruplar devletin merkezîleşme çabalarına derin bir öfke duymaktaydi, ancak bu milliyetçiliğin bu gruplar arasındaki bir rahatsızlıktan doğduğu da söylenemez.
Modern Müslüman milliyetçiliği, esasen, merkezî hükümetin, hem Müslümanları hemde gayrimüslimleri kapsayan ve onlara Sultan adına eşit vatandaşlık hakkı başta olmak üzere çeşitli haklar bahşederek birleştirmek ve bir Osmanlı milleti yaratma isteğinin sonucuydu.
Osmanlıcı olarak bilinen bu politika, bariz bir şekilde Hristiyanların lehine olan Paris Anlaşması ve Islahat Fermanı’nın dümen suyunda Osmanlı Müslümanları ile gayrimüslimler arasındaki ekonomik, eğitimsel, kültürel ve sosyal farkların hızla büyüdüğü bir sırada ivedilikle kabul edildi…
Çok kısa bir süre içinde Müslümanlar, Paris Anlaşması ve Islahat Fermani’m Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı’nın işlerine müdahale etmek için kullandığı bir araç olarak görmeye başladı. Gerçekten de bu iki büyük güç Osmanlı Hristiyanlarım kendi devlet¬lerine karşı desteklemekle kalmadı, Batı’yla ortak inançlarındandolayı onlara entelektüel bir üstünlük atfetti.
Üstüne üstlük İngiltere tarafsızlık bahanesiyle 1877-78 Rus Savaşı’nda Osmanlı’ya silah satmayı reddedince Müslümanların savunmacı tutumu daha da keskinleşti. İngilizlerin Berlin Anlaşması’nı Osmanlı lehine yeniden ele alma girişimleri Müslümanların Londra’ya karşı olumsuz tutumunu biraz yumuşatmıştı ki Benjamin Disraeli hükümetinin yerine iktidara geçen William Gladstone İngiliz politikasında keskin bir değişikliğe gitti.
Liberal Parti lideri Gladsdstone 1880’deki seçimleri, Yahudilikten Hristiyanlığa dönen rakibi Disraeli’yi Türk dostu olmakla ve Balkanlardaki Hristiyanlarmın kaderine kayıtsız kalmakla suçlayarak kazanmıştı. Gladstone başbakanlığı sırasında Fransa 1881’de Tunus’u, İngiltere ise bir sene sonra Mısır’ı işgal etti ve bu gelişmeler Müslümanların öfkesini yeniden canlandırdı.
Aynı dönemde, yani 1880’lerden sonra Osmanh İmparatorluğu ve II. Abdülhamit ise daha sakin ve barışçıl olmakla birlikte Avrupalı güçlerin Müslüman topraklarini ele geçirmeye dönük çabalarına direnmede kararlı bir politika izledi.
Böylece savaş ve işgal gibi uluslararası gelişmeler, Osmanlı Devleti ve sultan-halife tarafından temsil edilen sömürgecilik karşıtı ve anti-emperyalist bir Müslüman milliyetçiliğine yol açtı.
Paradoksal olan şuydu: Tam da Osmanlı Devleti’nin kendisi bağımsızlık peşindeki çeşitli etnik ve dinsel milliyetçi gruplarla boğuşurken, Kuzey Afrika ve Mısır’da (1830 ve 1882’den sonra) Avrupalı güçlerin işgaline karşı yerel bir Müslüman direnişi başlamıştı ve Fransa ile İngiltere bunun İstanbul’dan kaynaklandığına İnanıyordu.
Sultan II. Abdülhamit İngiltere’yle eskisi gibi iyi ilişkiler kurmaya çalıştı ama Osmanlı’yı parçalama planlarıyla meşgul olan Başbakan Lord Salisbury tarafından kabaca geri çevrildi.
Bunun sonucunda Abdülhamit, dünyevi (laik) hükümdar anlamina gelen “Sultan” unvanını ön plana çıkaran seleflerinin aksine, Müslümanlarm birliğini vurgulayarak Batılı güçlerin gözünü korkutmak amacıyla “halife” unvanını kullanmaya başladı.
Fransa, Rusya ve İngiltere’nin kutsal toprak niteliğindeki Mekke ve Medine’yi de içinde barındıran Müslüman topraklarına saldırması durumunda bütün dünya Müslümanlarını isyana davete deceği tehdidinde bulundu.
Batı’ya ve Bati’nın medeniyetine ve değerlerine karşı nefreti körüklemekle suçlanan II. Abdülhamit gerici bir İslamcı olarak damgalandı.
Hâlbuki Abdülhamit Batı medeniyetine hayrandi. Batı’dan örnek aldığı evrensel eğitim sistemini yürürlüğe koymak gibi büyük adımların da içinde olduğu çok sayıda reform yapmıştı ve bağnazlığın her türüne karşıydı.
Yine de Avrupa’nın taşkınlık derecesindeki İslam karşıtlığı, 1878’de Anayasayı ve parlamentoyu askıya almış olan ve mutlak yönetimini meşrulaştırmak için İslam’ı kullanan Abdülhamit’in istibdadına karşı medeniyetin savunulması olarak haklı çıkartıldı.
Sonunda aynı ”medeniyetin savunulması” gerekçesi, bu sefer 1918’de Osmanlı Devleti’nin çökmesinden sonra Ortadoğu’nun işgalini haklı çıkarmak için kullanılacaktı. (2)
Devam edecek
Jön Türk hareketi ve Türk milliyetçiliğinin doğuşu…
Unutmadan…
Osmanlıdan ayrılan hangi millet varsa…
Bugün istisnası olmadan açık veya gizli olarak büyük devletlerin sömürgesidir.
Mesela; “AB”, Birleşik Avrupa İmparatorluğu hangi milletleri kapsamaktadır?
- Sıpları, Bulgarları, Yunanları, Polonyalıları…
İlginç olanı, buraya bizim de gönüllü girmek istememizdir…
(1-2) “Kimlik ve İdeoloji”, Prof. Dr. Kemal H. Karpat

Milliyetçilik insanlığı onbeş asır geriye mi götürmüştür

Psikoloji ve pazarlama yöntemlerini çok iyi bilir, insanları süreç içerisinde işleyebilirseniz, onları birer robot haline getirebilirsiniz. Bir firma uzun süredir içecek üretmektedir. Pazarlama stratejilerinde; içenin, içerek düşündüğüne sahip olacağı telkini vardır. Telkinlerde; genç kız ve erkekler hayallerine kavuşmakta ve özgürlüklerini yaşamaktadır. İçeçek reklamlarında ayrıca; saflığı ve grup gücünü öne çıkararak, kendini bu imajla da eşleştirmektedir. Gerçeğinde pazarlanan; İmaj mı, içerisindeki maddelerde midir?
Futbol bir eğlence aracıdır. Ancak, ülkemizde kimi zaman takımların taraftarları arasındaki rekabet, sokakta pala ve bıçaklarla kavgaya dönüşebilmektedir. Bir taraftar, diğerini düşman ilan edebilmekte, farklı renkte atkı-şapka giyiyor suçlaması ile acımasızca dövülmektedir.
Bu basit örneği, Şii-Sünni inancı ve Kürt-Türk kimlikleri ile çoğaltabiliriz.
Yakın geçmişte yaşadığımız, Çorum, Kahramanmaraş olaylarında da , olası bir savaşta ülkemizi birlikte savunduğumuz, kanlarımızın birlikte gölcükler oluşturduğu can kardeşlerimizle nasıl boğaz boğaz getirildiğimiz de hatırlanmalıdır.
Hiçbir insan, ırkı ve kimliği nedeniyle üstün değildir.
Eğer, insanlar arasında bir üstünlük olacaksa, bu üstünlük, insanın, insanlara hizmeti derecesinde olmalıdır.
İnsan Hakları, Milliyetçilik ve Veda Hutbesi
“İnsan toplu yaşamak zorunda olan sosyal bir varlıktır. Bu itibarla toplumsal münasebetleri düzenleyecek bir nizama ihtiyaç vardır. Toplum hayatını düzenleyen ve devlet müeyyidesi ile kuvvetlendirilmiş olan kaidelerin bütününehukuk denir.
Hukukun insanlara tanıdığı menfaate ve salahiyete de hak denir.
Herkese tanınması gereken temel hak ve hürriyetler için de ‘’İnsan Hakları’’tabiri kullanılmaktadır.
İnsan Hakları: Diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne, ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adıdır
Kul hakkı İslami bir terim olup insanın temel haklarını da içeren kaynağı ve çerçevesi itibariyle vahye ve sünnete dayanan “maddi ve manevi” anlamda her türlü hakkı içeren “hukukunnas” diye de adlandırabileceğimiz bir haktır…
İnsan hakları” terimi ise batılılar tarafından Aydınlanmanın sonucu olarak dindışı referanslarla içselleştirilen, bireyi önceleyen ve de daha çok bireyi devlete karşı koruyan hakları içerir.
‘’Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyabilmeniz için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz en müttaki olanınızdır.’’ (Hucurat, 49/13)
Bu ayette insanların aynı kökten geldiğini, Hz. Adem ile Hz. Havva’nın çocukları olduğunu, dolayısı ile doğuştan gelen bir üstünlüğün ve imtiyazın hiç kimse için söz konusu olamayacağını; insanların doğuştan eşit haklara sahip olduklarını Allah’a yakın olmak için nesebinin, içinde yaşadığı yer ve cemiyetin değil, Allah’ın koyduğu esasların hakkını verebilme şartının herkes için geçerli olduğunu açıkça görmekteyiz.
Buna göre ırk, renk, vücut yapısı gibi ferdin iradesine bağlı olmayan hususlar üstünlük ölçüsü ve övünç vesilesi olamaz.
Veda Hutbesi’nde bu gerçek şöyle dile getiriliyor:
‘’Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Dikkat edin, hiçbir Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, hiçbir beyazın zenciye, zencinin de beyaza takvadan başka bir şeyle üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.’’
Peygamberimizin insanların eşitliği hususundaki hassasiyeti şu olayda açık seçik görülmektedir: Bir gün Ebu Zer, Bilal-i Habeşi’ye kızmış ve haddi aşarak ‘’siyah kadının oğlu’ diye hakaret etmişti. Bilal onu Rasul-ü Ekrem’e şikayet etti. Hz. Peygamber (s.a.v) Ebu Zerr’e dedi ki:
‘’Onu anasının zenci olmasıyla mı ayıpladın? Sen öyle bir adamsın ki sende hala cahiliyet kokusu var. Bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin.’’(1)
Ve kaldığımız yerden devamla…
“Milliyetçilik Ziya Gökalp’e göre
-“Türklük bir soy meselesi değil; hizmet meselesidir.
Türklüğü benimseyen Türk’tür. Türklüğü benimsemeyen ise soyca Türk olsa da Türk değildir.
Milliyet soy meselesi değil; milli kültür ve mensubiyet bilinci meselesidir.”
Jön Türk hareketi ve Türk Milliyetçiliğinin doğuşu
Osmanlı Devleti’nin İngiltere, Rusya ve Fransa’nın emperyal tasarılarına karşı bağımsız kalmak için verdiği mücadele, dünya çapında birdenbire patlak veren Müslüman milliyetçiliğinin ilk kaynağıydı.
İlginçtir ki yabancı işgale karşı gelişen bu Müslüman mücadelesi dinden ziyade ulusal bir kaynağa dayanmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde milliyetçiliğe ayrıca modernizm de eşlik ediyor, hatta çoğu zaman onun yerini li alıyor, böylece milliyetçiliğe yerli bir içerik ve kapsam kazandırıyordu. Devlet kurumlarında on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında başlayan reformların etkisi devlet bürokrasisinin temel kaynağı olan aydınlara ulaşınca Osmanlılığın belli bir toprağa siyasal bağlılık fikri vatan kavramına dönüştü.
Vatan, bireyin belli bir toprağa ait olması ve onu savunmak üzere kutsal bir görev yüklenmesi demekti. Milliyetçiliğin bir şekli olan ve Osmanlıların en yüksek erdemi olarak tanımlanan vatanseverlik anlayışı, en iyi ifadesini Tuna’da Ruslara karşı bir kalenin kahramanca savunulmasını anlatan Namık Kemal’in meşhur oyunu Vatan Yahut Silistre’de bulmaktaydı.
Ayrıca dinsel nitelikteki millet kavramı siyasal anlamlar kazandı ve yaygınlaşan okul sistemi, modern basın ve edebiyata yerleşen entelektüel bir söylem hâline geldi…
Gerek okulların çoğu gerekse basın ve edebiyat Türkçe konuşma dilini kullanmaya başladı: Böylece hem Türkçe’nin kullanımı arttı hem de kapsamı genişledi. Gerçi Türkçe herhangi bir etnik ve politik anlamdan bağımsız olarak her zaman Osmanlı Devleti’nin iletişim dili olmuştu.
Bununla birlikte, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında aydınların, bürokratların ve her şeyden önemlisi etnik köken olarak esasen Türklerden oluşan ordunun ayırt edici özelliği hâline geldi.
Askerî okullarda eğitim veren Hüsnü Süleyman Paşa gibi kimi hocalar, zaten, Türk kavminin tarihinden ve Orta Asyalı kökenlerinden bahseden ders kitaplan okutmaktaydılar.
Bu kitaplar Türkleri ve Osmanlı Devleti’ni İslam tarihi çerçevesi içine yerleştiren resmî çizgiyle de açıkça karşıtlık halindeydi. Ahmet Vefik Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa gibi bir takım önde gelen devlet adamları Osmanlı Devleti’ni Türklerin kurduğunu ve onun gerçek yöneticileri ve sadık koruyucularının Türkler olduğunu açıkça ifade etmekteydiler.
Öyleyse on dokuzuncu yüzyılın sonlarında güçlü bir Türklük bilincinin, her ne kadar “Müslümanların kardeşliği” ve “Osmanlı Birliği” gibi sözlerin altına gömülü olsa da geniş bir aydın grubu tarafından yaygın olarak paylaşıldı ortadadır.
Bu safhada Türklük, Türklerin orijinal dil ve kültürlerinde derin köklere sahip olmasına karşın, siyasal olarak nispeten kalabalık bir aydın ve bürokrat gruba mahsustu.
1908’de Jön Türk Devrimi patlak verdiği sırada bu Türk milliyetçileri –pek azı ideolojik tercihlerini ortaya koymuş olsa da- sağlam bir grup oluşturmaktaydı.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı Osmanlı tarihinde kapsamlı bir demografik, kültürel, ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmanın yaşandığı, milyonlarca Müslümanın Kafkaslar, Kırım ve Balkanlardaki vatanlarından çıkarılarak Anadolu’ya göçertmek zorunda bırakıldıkları bir dönemdi.
Bu dönem boyunca ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti içindeki Müslüman kavimler ve dil gruplan kendini kültürel olarak Türk’lükle özdeşleştirmeye başlayan yeni bir toplumun içinde birbirine kanıştı. Tam bu sırada Ortodoks Hristiyanlar arasındaki milliyetçilik de iyice kabarmıştı ve kimi zaman şiddetli boyutlara ulaşmaktaydı.
Çeşitli milliyetçi Ortodoks grupların faaliyetleri ilk kez Balkanlarda, Makedonya’da formüle edilen Türk milliyetçiliğini de harekete geçirdi.
Türk milliyetçiliği de dâhil olmak üzere, Osmanlı Devleti içinde bu dönemde mayalanan milliyetçilikler, Abdülhamit’in istibdadına karşı bütün gruplar birlikte mücadele ettiği sürece, birbiriyle doğrudan çatışmaya girmedi.
İstibdadın, milliyetçi düşmanlıkları da içine alan bütün kötülüklerin kaynağı olduğuna samimiyetle inandıkları için Hürriyet ilan edilince bütün sorunların çözüleceği beklentisi içindeydiler.
Gerçekten de Jön Türkler1908’de ayaklanarak anayasayı ve parlamentoyu yeniden yürürlüğe soktuğunda, hürriyet, geçmiş gelecek bütün sorunları çözmeye ve barışçı, çok dinli ve çok kavimli bir ortak yaşam modelini hayata geçirmeye muktedir her derde deva bir ilaç olarak görülmekteydi. Hâlbuki bu görüşte ideal ifadesini bulan Osmanlı toplumsal modeli, bizzat Jön Türkler tarafından paramparça edildi.
Çeşitli millî gruplar arasında altı ay süren bir nispi barış dönemi, yeni hükümetin her ulusal grubun bağımsızlık talebine cevap verememesi üzerine ortadan kalktı. Bulgaristan özerkliği reddetti ve bağımsızlığını ilan etti. Çoğunlukla Müslümanlardan oluşan Arnavutluk ayaklanarak 1912’de bağımsızlığını kazandı.
Birde Libya’nın İtalya’yı işgal etmesi üzerine Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarını koruyamadığı anlaşılınca ve laik eğilimli Jön Türklerin Arapça konuşulan bölgelerdeki okullarda Türkçe eğitimi başlatmasından sonra Arap yarımadasında da milliyetçilik baş göstermeye başladı.
Müslüman birliği görüşü pratik faydasını kaybetmişti. Buna karşın Jön Türkler, teorik olarak Osmanlıcılığa, İslamcılığa, modemizme ve meşrutiyete bağlı kalarak, Osmanlı Devleti’nin birliğini ve toprak bütünlüğünü korumak için kararlı bir şekilde çalışmaya devam etti.
Yine de Abdülhamit zamanında fikirlerini yaymalan yasaklanan Türk milliyetçileri Jön Türkler döneminde (1908-1918) bu alanda nispi bir özgürlükten yararlandı.
Türk milliyetçiliği, kökleri on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına uzanmasına karşın, devletin Son yıllarına kadar varlığını açıkça belli etmedi ve Osmanlı Devleti’nde en son çıkan milliyetçilik oldu.
Türk milliyetçiliği resmî ifadesini Genç Kalemler isimli edebiyat dergisinde buldu ve Türk Yurdu dergisinde ise daha tutarlı bir siyasal biçim kazandı. Türk Yurdu aynı zamanda milliyetçi fikirlere bağlı bir cemiyetin de ismiydi.
Bu derneğin başındaki isim Rusya’da doğan, Paris’te eğitim gören ve esasen savunan Yusuf Akçura (Ö.1935) idi. Bununla birlikte milliyetçiliğin gerçek teorisyeni, Türkçülüğün Esasları adlı kitabı Türk milliyetçiliğinin ilmihali olarak kabul edilen Ziya Gökalp (Ö.1924) idi.
Gökalp’in fikirleri, hatırı sayılır bir revizyondan geçirilerek cumhuriyet döneminde uygulamaya koyuldu.
Jön Türk döneminde gelişen Türk milliyetçiliği, ruhta ve biçimde, Osmanlı Devleti’nin siyasal, kültürel ve demografik mirasını ve kimliğini içermektedir. Aslında Osmanlı geçmişini reddeden ve cumhuriyetin yenibir toplum ve devlet yarattığını iddia eden günümüz Türkiye’si bile aslında Osmanlı Devleti’yle süreklilik ilişkisi içindedir.
1908’den sonra milliyetçi çevrelerde Türk kimliğinin tanımlanmasmda dine ve kavmiyete verilecek yer üzerine bir tartışma başladı. Yusuf Akçura millî kimliğin temelinin ırk, soy veya kavmiyet olduğunu savundu ve dine ikinci dereceden bir rol atfetti.
Akçura, dini kamusal alanın dışında bırakmak yönünden, laik bir zihniyete sahipti. Başlangıçta Pantürkizmi savunan Ziya Gökalp, 1916’da uluslar arası Türklükle arasına bir mesafe koydu ve Anadolu ve Rumeli Türklerinin kültürüne dayanan bir Türk milliyetçiliğini savunmaya başladı.
Osmanlı Devleti’ni Türklerin etnik millî kültürünü ve kimliğini geliştirmesini engellemekle suçladı.
Ona göre Türk kültürünün en halis biçimi alt sınıflar tarafmdan saf ve otantik haliyle korunmaktaydı. Buna karşın Gökalp hiçbir zaman İslam’ın modernlik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilikle uyumsuz olduğunu savunmadı.
İnancı, Türk Ocakları tarafından tamamen desteklenen halk kültürünün, yani harsın hikmet kısmı olarak gördü.
“Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklindeki sloganı. Ziya Gökalp’in sağlam bir etnik millî kimliğe ve inanca sahip modern Türk bireyi idealini özetlemektedir.
Cumhuriyet döneminde bir süreliğine uygulanan milliyetçilik farazi bir Türk ırkına dayandırıldı, kültürün içindeki îslami unsurların temizlenmesi “bilim” olarak adlandırıldı ve yüksek dozda din karşıtlığıyla yüklü bir laiklik benimsendi.
1950’lerden ve bilhassa 1970’lerden sonra bu tip bir milliyetçiliğin aşırılıklarına karşı bir tepki yükseldi ve Osmanlı mirasına yönelik ilgi arttı.
Bu durum yeni bir kültürel sentez yarattı, hatta Türklüğün yeniden tanımlanmasına bile yol açtı.
Gerçekten de Osmanlı Devleti, daha sonra otuz kadar ulusa dönüşerek imparatorluğun varlığına son verecek olan, sayısız etnik, dilsel ve dinsel grubu ve aşireti bir arada tutan tarihin en başarılı çok-kavimli, çok-dinli devletlerinden biridir. (2)
“Milliyetçilik birleştirici mi yoksa bölücü mü?”
Bazı yazarlar milliyetçiliğin (aşırıya gidilmediğinde) insanları birleştiren birçimento olduğunu söylüyorlar. Belki Cumhuriyet’in ilk yıllarında çağdaşlığın da bir çimento, bir ortak hedef olabileceği düşünülmüştü. Ama her –çilik kendi normlarıyla ortaya çıktığı ve her norm da nüfusu NORMal / aNORMal olarak ikiye ayırdığı için “muasır medeniyet seviyesi” söylemi de halkı ikiye böldü :
- Bu seviyenin altında ve üstünde kalanlar,
- Latin alfabesini öğrenenler ve eski yazı bildiği halde “cahil” sayılanlar,
- Üniversiteye girenler ve başörtüsü yüzünden giremeyenler,
- “Ne mutlu Türk’üm” diyenler ve diyemeyenler,
- Laik olduğu için “adam olanlar” ve “adamdan sayılmayanlar”
- Cumhuriyet mitinglerinde evine bayrak asanlar ve asmayanlar.
Bu örneğin akla getirdiği sorular şunlar:
1. Milliyetçilik, ulusalcılık, kavimcilik, ırkçılık gibi kavramların arasına kalın çizgiler çizmek sanıldığı kadar kolay olmayabilir mi? O çizgiler var mı? Nerdedir ve nasıldır? Bütün milliyetçilerin hemfikir olacağı tarifler var mıdır?
2. Aramızdaki ilişkileri kanunlara saygı, iyi niyet, güzel ahlak gibi prensipler üzerine oturtarak huzurlu bir ortam kurmak mümkün değil mi? İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor?
3. Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi?
4. Adalet ve ihsanın hâkim olmadığı ortamlarda ortaya çıkan kaosun faturası dinî ve etnik aidiyetlere kesilmesine nasıl engel olunabilir?
Milliyetçilik bir tutkalsa eğer çok iyi yapışmıyor…
Neden? Bu söylemi seçim kampanyalarının merkezine yerleştiren partiler Türkiye’nin genelinden oy alamıyorlar. Yani halk milliyetçi bir parti tarafından yönetilmek istemiyor.
Şeriattan korkarak CHP’ye toplanan seçmenler gibi,
PKK’ya kızarak MHP’ye toplananlar oluyor ama bunlar ne istemediğini ifade eden, tepkili ve öfkeli oylar.
Çok partili hayata geçtiğimizden beri milliyetçi söylemin aldığı oyların sürekli düşük kalması da bu tutkalın gücü konusunda düşündürmeli insanları.
22 Temmuzdan önce yayınlanan “Türk Milliyetçiliğinin intiharı” adlı yazımızda dediğimiz gibi :
- Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem.
- Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var.
- Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor.
-Hıristiyanlar, komünistler…” (3)
Biz denizden bir damla misali bir kapı açtık.
Sonrası meraklılarına ve araştırmacılara kalmaktadır.
(2) “Kimlik ve İdeoloji”, Prof. Dr. Kemal H. Karpat
(3) www.derindusunce.org

Hiç yorum yok: