7 Ekim 2012 Pazar

Bölügiray Paşa da mı 'alternatif tarih' yazıyor! -Abdullah Muradoğlu


Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray'ın “Geçmişten Geleceğe” isimli hatıralarında 1948'de Bulgar hududunda bir üniversite hocasının iple boğularak öldürülmesine ilişkin sırrı ifşa etmesi tartışmalara neden oldu. Tek Parti” döneminde öldürülen üniversite hocasının kimliği hakkında bazı tahminler yapılıyor. Maktülün, hakkındaki mahkumiyet kararlarından bunalarak yurt dışına kaçmak isteyen meşhur edebiyatçılarımızdan Sabahattin Ali olabileceği söyleniyor. Ölümünden 62 yıl sonra “Sabahattin Ali Olayı” bir kez daha gündeme geldi. Bölügiray Paşa'nın ifşaatı bir zamanlar devlete egemen olan “iç düşman” konseptinin asker ve sivil bürokratik kadrolarda nasıl bir yankı bulduğunu gösteriyor. Karanlıkta kalan olaylarla ilgili iddialar tabii olarak “resmi-tarih” ve “alternatif tarih” tartışmalarını beraberinde getiriyor.
Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray “Geçmişten Geleceğe” başlıklı bir kitap yazmış ve anılarını anlatmış. Bölügiray Paşa, “12 Eylül”den önce Adana'da Sıkıyönetim Komutanlığı yapmış ve bu döneme ilişkin anılarını “Sokaktaki Asker” adını verdiği bir kitabında kaleme almıştı.
“Geçmişten Geleceğe” isimli kitabında ise daha eskilere gitmiş ve 1948'de genç bir Üsteğmenken gözüyle görmediği ama arkadaşları tarafından kendisine anlatılan bir cinayeti ifşa etmiş.
Bölügiray'ın ifşası yakın tarihimizin “iç düşman” tasavvurunun devletin güvenlik ve asayiş kurumlarında nasıl makes bulduğunu gösteriyor. İnsanın kanını donduran bir hukuk dışılık ve bir yargısız infaz örneğiyle karşı karşıyayız.
SINIR DIŞI ETMENİN YOLU!
Üsteğmen Nevzat Bölügiray 1948 yılında Edirne Sınır Taburu'nda görev başındayken gerçekleşmiştir bu cinayet.
Olay şöyle gerçekleşmiştir..
Bir gün polisler bir sivili askeri karakola getirmişlerdir. Görevli çavuş nöbetçi amirin eline bir sarı zarf tutuşturmuştur. Sarı zarf, “MAH”tan, yani dönemin MİT'inden gelmektedir.
Zarfta “...yazı ile gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, 'usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden' sınır dışı edilecektir...” ibaresi yer almaktadır.
Sınırdışı edilmesi istenen şahıs, Bölügiray'ın tam isimlerini açıklamadığı iki subay arkadaşı tarafından sınıra yakın bir yerde boynuna ip geçirilerek öldürülmüştür. Şahsın cesedi sınırın üç dört adım ötesinde açılan bir çukura gömülmüştür.
PAŞA'NIN GÖNLÜ ELVERMEDİ
Bölügiray'ın anlatımına bakacak olursak, usülü dairesinde ve kimseye gösterilmeden sınırdışı etmeyi “usulü dairesinde öldürerek yok etmek” olarak algılamış bu subaylar. Öldürülerek sınır dışı edilen bu şahsın ne yazık ki kimliğini bilmiyoruz.
Üniversite hocasını iple boğarak öldürenler cinayeti Bölügiray'a itiraf etmişler. Peki neden katilleri ihbar etmemiş ve neden 60 yıldan fazla suskun kalmış Bölügiray Paşa? Bu sorunun cevabını bakın asıl vermiş:
“Olayı sadece bana anlatmışlardı. Bu nedenle başka bir tanık gösteremezdim . Ayrıca cinayeti nasıl kanıtlardım? Bu çaresizlik içinde susmaktan başka bir şey yapmama olanak yoktu ve ben de sustum; bugüne dek. İlk kez burada açıklıyorum bu olayı.”
Vicdanı bu sırrı mezara kadar götürmesine izin vermemiş işte.
MUĞLALI PAŞA'YI HATIRLIYOR MUSUNUZ?
Alternatif tarih yazmıyoruz sevgili okurlar, tarihimizin bizlerden saklanan küçük bir parçasıdır bu. Saklı olanı ortaya çıkarmak “alternatif tarih” yazmak değildir.
“Mustafa Muğlalı Olayı”nı hatırlar mısınız?
1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nde sınırdan hayvan kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alınan 33 köylü kurşuna dizilmişti.
32 köylü ölmüş, bir kişi ise yaralı olarak kurtulmayı başarmıştı.
Kaçmaya çalışırken vuruldukları bildirilmişti 32 köylünün.
Yaralı olarak kurtulan köylünün şikayetleri dikkate alınmamış ve bu olaydan sorumlu olduğu bilinen General Mustafa Muğlalı bir türlü mahkemeye çıkartılamamıştı.
32 köylünün kurşuna dizildiği sırada Türkiye'nin taraf olmadığı İkinci Dünya Savaşı bütün hızıyla sürüyordu.
VUR DEYİNCE ÖLDÜRMEK!
Rivayetlere göre Muğlalı Paşa casusluk yaptıklarına inandığı 33 köylünün hududa götürülmesini ve hududun güvenlik güçlerine görünmeden kaçmaya elverişli kısımları hakkında kendilerinden bilgi alınmasını emretmişti.
“Bu adamların her an kaçmalarının mümkün olduğu göz önüne alındığında askerlerin uyanık bulunması ve gerektiğinde silah kullanılması şarttır” şeklinde bir de ibare kullanmıştı Muğlalı Paşa.
Paşa'nın kullandığı bu ibare de tıpkı Bölügiray Paşa'nın anılarında anlattığı 1948'deki olayda olduğu gibi “öldürün” şeklinde algılanmıştı. Oysa İçişleri Bakanlığı müfettişlerinden Avni Doğan bu köylülerle görüşmüş ve casuslukla ilgilerinin bulunmadığını anlamıştı. Avni Doğan'a göre köylüler masumdular.
Mustafa Muğlalı Paşa'yı ikna edemediği gibi bu düşüncesinden ötürü şiddetle azarlanmıştı Avni Doğan.
33 KÖYLÜNÜN DAVASINI DEMOKRATLAR YÜKLENDİ
33 köylünün kurşuna dizildiği dönemde Türkiye'de “Tek parti” rejimi yürürlükteydi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Türkiye çok partili sisteme geçmiş, İsmet Paşa'nın “Milli Şef” ve “CHP'nin Değişmez Genel Başkanı” ünvanı da kaldırılmıştı. Meclis'te bir de muhalefet partisi teşekkül etmişti.
Bu parti “Demokrat Parti” idi ve vatandaşlarına “hukuk devleti” sözü vermişti. Başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Partililer bir soru önergesiyle olayı Meclis'in gündemine getirmiştiler. CHP önergeye bigane kalamamış ve sorumlular hakkında soruşturma açılmıştı.
General Mustafa Muğlalı önce idam cezasına çarptırıldıysa da ilerlemiş yaşı dikkate alınarak cezası 20 yıla indirildi. Askeri Yargıtay tarafından bozulan dava çeşitli aşamalardan geçti, ancak Muğlalı Paşa 1951'de cezaevinde öldü.
33 köylünün kurşuna dizilmesi mahkeme kurmaya bile gerek görmeden gerçekleştirilen bir cezalandırma işlemiydi bu. Türkiye bu süreçlerden geçerek bugünlere geldi.
Resmi tarihe kuşkuyla bakmak “olmayan bir tarih yazmak” anlamına gelmiyor.Modern tarih yazımının babası sayılan Leopold von Ranke'nin tarih felsefesi şu sözle özetlenmişti:
“Sadece gerçekte nasıl olduğunu söyleyebilmek için”
Bizim de yapmaya çalıştığımız budur, sadece gerçekte nasıl olduğunu bilmek istiyoruz.
Bu suskunluk, bu suça ortak olma hali niyedir?
Kepaze bir hayatı sürüklemekten yorulmuştu!
Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray Paşa bir cinayeti ifşa etti ama bizler 1948'de Bulgar sınırında iple boğularak öldürülen üniversite hocasının adını bilmi-yoruz. İddia basına yansıdığında maktülün kimliği konusunda bazı tartışmalar yaşandı. Buna göre ismi meçhul kalan maktül, 1948'de Bulgar sınırında öldürülen değerli edebiyatçılarımızdan Sabahattin Ali olabilirdi.
Kırklareli'nin Bulgar hududuna yakın “Sazara Köyü(Çukurpınar)” civarında öldürülmüştü Sabahattin Ali. Kızı Filiz Ali, 1948'de Bulgar hududunda babasından başka kimsenin öldürülmediğini vurguluyor. Babasının üniversitede değil Ankara Devlet Konservatuvarı'nda hoca olduğunu hatırlatıyor. Sabahattin Ali otopsi raporuna göre boğularak değil dövülerek öldürülmüştü. Otopsi raporu elbette bir belgedir ama her zaman yüzde yüz doğru olduğu anlamına gelmiyor. Raporlarla da oynanabiliyor çünkü.
Ali Ertekin adında şaibeli bir eski sabıkalı, Sabahattin Ali'yi başına sopayla vurarak öldürdüğünü itiraf etmişti. Hiç kimse Ertekin'in gerçek fail olduğuna inanmıyor. Yakınlarına göre Sabahattin Ali yurt dışına kaçmaya çalışırken Bulgar hududu yakınlarında yakalanmış ve işkence altında hayatını kaybetmişti
CHP yönetimini eleştirdiği yazılardan ötürü defalarca hapse girip çıkan Sabahattin Ali bir yeni mahkumiyet kararı üzerine Türkiye'den kaçmak istemişti. Bir şiirinde ifade ettiği gibi kepaze bir hayatı sürüklemekten yorulmuştu. Nasıl öldürüldüğü hala bir muamma ve mezarı bile belli değil Sabahattin Ali'nin. Bir zamanlar “Tek Parti” rejiminin “iç düşman” zümresinden saydığı Sabahattin Ali'nin uzun yıllar yayımlanmasına izin verilmeyen kitapları bugün prestijli yayınevleri tarafından basılıyor, şiirleri besteleniyor, hikayeleri filme çekiliyor.
“Komünist” olduğu bile komünistler tarafından kabul görmeyen bu değerli aydınımızın akıbeti hakkında ipe sapa gelmez iddialar ortaya atıldı. Bu iddiacıların “solcu” kimliğiyle tanınmaları ise ayrı bir garabet örneğidir. Mesela “Marko Paşa” dergisini birlikte çıkardıkları yakın dostu Aziz Nesin, Sabahattin Ali'nin başına gelenleri şöyle yorumlayabilmiştir:
“Kişisel kusurlarının sonucu oldu başına gelenler. Devletin yetkili organlarının bir kişiyi öldürmek için tuzak kuracağına inanmıyorum ben. Marko Paşa'yı ben çıkardım. Herkes bilir bunu. Ali sadece yazardı. Yazdıkları için, devlet bir adamı neye öldürtsün? Beni neden öldürtmedi” .
Yalçın Küçük ise daha da acımasız davranmış ve Sabahattin Ali'nin Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi ele geçirmek isteyen “Milli Emniyet” tarafından yem olarak kullanıldığını iddia edebilmiştir. Buna göre Sabahattin Ali, Bulgaristan'a geçmek karşılığında şebekeyi ele vermiştir ve güvenlik güçleriyle kaçakçılar arasında çıkan çatışmada kör bir kurşuna kurban gitmiştir. Böyle değerli bir aydınımızı basit bir muhbir olarak göstermeye neden gerek duyduğunu anlamış değilim Yalçın Küçük'ün.
Cinayetten sorumlu olanların kimliğine dair başka iddialar da var ama daha önce birçok kez yazılıp çizildiği için tekrar etmek istemiyorum. İsteyenler bu iddialara internet üzerinden rahatça ulaşabilirler.
Eğer Bölügiray'ın ifşa ettiği cinayette öldürülen kişi Sabahattin Ali ise, bunu bilmemesi mümkün değil. En azından cinayet basına yansıdığında maktülün Sabahattin Ali olduğunu öğrenmiş olurdu. Belki Bölügiray Paşa maktülün kim olduğunu söyler. CHP Hükümeti(pardon CHP devleti) de Sabahattin Ali'nin öldürülmesi olayının arkasındaki giz perdesini aralamadı.Üstüne üstlük cesedini defin için ailesine bile verdirtmedi. 1948'de görev yapan CHP'li bakanlardan Cemil Sait Barlas, “Sabahattin Ali Olayı”yla ilgili olarak şöyle demişti:
“ Şöyle ya da böyle hepimizin elinde kanı vardır, bulaşmıştır bu cinayet hikayesine.. Üstüne gitmemiz lazımdı, gidemedik, hata ettik.. Türkiye'nin en büyük yazarlarından biriydi, ölümünden biz sorumluyuz..”
Barlas'ın “cinayetin üzerine gidemedik” sözüyle kastettiği CHP'ydi, CHP'ye yandaş olan aydınlardı. Sabahattin Ali'nin öldürülmesinde, başbakanlık da yapmış bulunan bir CHP'linin dahli olduğu iddia edildi.
Bir çok insan cinayetin failleri hakkında bilgi sahibi ama konuşmuyorlar. Türkiye eski Türkiye değil, artık konuşmalarının vakti gelmedi mi?
CHP'liler daha önce neden itiraz etmediler?
İlginçtir, 33 köylünün 1943'de kurşuna dizilmesi olayından yargılanan General Mustafa Muğlalı Paşa'nın hapiste ölmesinden 55 yıl sonra 2004'te Özalp İlçesindeki kışlaya “Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası” ismi verildi.
Başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere kimi CHP'liler anayasa değişikliğine ilişkin referandum kampanyaları sırasında AK Parti hükümetinden kışladan Mustafa Muğlalı isminin kaldırılmasını istemişlerdi.
Hükümetin bu teklife sıcak baktığı ve bazı girişimlerde bulunduğu biliniyor. Buna göre kışla İran hududuna taşınacak, ismi de taşınma işlemiyle birlikte değiştirilecekti. Eski kışlanın bulunduğu alan ise park yapılacaktı.
Bu girişimlerden henüz bir sonuç alınamadı ama CHP'liler bu vahim olayın 68 yıl önce kendi partilerinin işbaşında olduğu bir dönemde gerçekleştiğini ve uzun yıllar sorumlular hakkında soruşturma bile açılamadığını gözardı ediyorlar.
CHP'lilerin kışlanın adının değiştirilmesini istemek için neden altı yedi yıl bekledikleri ise ayrı bir husus tabii. Yeni bir CHP varsa ortada eğer, ilkin kendi tarihiyle yüzleşmelidir. Böyle bir yüzleşme gerçekleşmeden kendini yenilenmiş sayamaz CHP.

Hiç yorum yok: