İsmet Paşa'nın İsrail yanılgısı
Hükümetin Lübnan'a asker gönderme kararı Meclis'ten geçti. Belirlenen miktarda asker, yakında Güney Lübnan'da konuşlanacak.
Bu noktada, kararın Lübnan'a yararı olmasını diliyorum. Umarız Türkiye alnının akıyla bu işin içinden çıkar.
Coğrafya, isteseniz de istemezseniz de ülkelerin kaderini etkiliyor. Sadece coğrafya mı? Tarih, dil, din ve nüfus da öyle. Son gelişmelerde hepsi de var.
Dışarda kalmak istersiniz, yapamazsınız.
Birinci Dünya Harbi sonunda haritalar, sanki bölgesel fay hatlarının kalıcı kılmak için çizilmiş.
İsteseniz de istemezseniz de, bölgedeki her gelişme Türkiye'yi de içine çekiyor.
Türkiye, Bosna-Hersek ve Kosova'dan sonra, eskiden başkenti İstanbul olan üçüncü bir ülkeye daha asker göndermiş olacak.
Bunu, Neo-Osmanlıcılık diye yorumlamamak lazım. Artık Osmanlı yok ve bir daha da olmayacak.
Ama Türkiye coğrafyası kıyamet kopana kadar kalacak. Türkiye çevresini güvenli kılacak her gelişmeye müdahil olmak zorunda.
Çözümün parçası değilseniz, sorunun parçası haline gelirsiniz. Ya da tersi, sorunun bir parçası değilseniz, çözümün parçası olabilirsiniz
***
Lübnan, dörtyüz yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. Fransızlar Marunileri, İngilizler Dürzileri kışkırtıp, bu küçücük bölgeyi ateş çukuruna çevirdiler. Birinci Cihan Harbi sonunda Lübnan, cebren Fransız mandası oldu. Fransız mandası altındaki Suriye'nin bazı parçaları da eklenerek, 'Maruni üstünlüğüne dayalı' bir devlet kurduruldu. Devletin Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Başbakanı Sünni olacaktı. Dürziler daha altta yer aldılar. Paylaşımın en zayıf halkası ise Şiilerdi
Yani Lübnan demokrasisi, etnik unsurlar arasındaki paylaşıma dayanıyor.
Bir tür 'feodal-demokrasi'
Seçimler, sadece bir Maruni'nin Devlet Başkanı, bir Sünni'nin Başbakan olmasını belirliyor.
1947'de Marunilere komşu ve müttefik olarak Filistin'de bir Yahudi Devleti kuruldu.
Lübnan'da Marunilerin azalan nüfusuna rağmen, Şiiler giderek çoğaldı. Şimdi Lübnan'ın en kalabalık, ama en fakir nüfusu.
1980'lerde bu denklem de bozuldu.
Maruniler, Lübnan'da en fazla ikinci sırada yer alan bir etnik/dini topluluk.
Maruniler de terörle, savaşla bir yere varamayacaklarını anladılar. Ama büyük bedeller ödediler.
Lübnan'da, terminolojideki tanımıyla 'demokrasi' korkutucu. Ne Fransa ne İngiltere, ne ABD ne İsrail, Lübnan'da demokrasi istemez. Bütün bu nedenlerden ötürü Türkiye, ince bir ip üzerinde. HHH
Gözardı edilmemesi gereken bir nokta da şu:
Lübnan sorunu, İsrail-Filistin sorununun bir parçası. Filistin sorunu çözülmedikçe bölgeye ne barış gelir ne istikrar.
Türkiye, 1945-1947 yılları arasında Filistin'in Arap ve Yahudi olarak ikiye ayrılmasına karşı çıktı.
Filistin Davası'nda Arapların yanında yer aldık.
BM'nin taksim planını reddettik. Filistin'in bağımsızlığını savunan İsmet Paşa ve CHP Hükümeti'ne göre, 'Yahudilere devlet', bölgede barışı tehdit ederdi.
CHP'nin yayın organı Ulus'ta “BM, Filistin'in yarısını Yahudilere vermekte ısrar ederse, bu bitip tükenmez bir mücadeleye kapı açmaktan başka bir şey olmayacaktır” deniliyordu.
Taksim kararı Yakın-Doğu'nun barışını tehlikeye düşürmüştü. İsrail'in kurulması, Orta Doğu'nun aslında çözülmesi güç bir siyasi problemini büsbütün çıkmaza sokmuştu. İlk tepkiler bu şekildeydi,
Bu çizgiden uzaklaşarak, 'İsrail'i ilk tanıyan halkı Müslüman ülke' olduk. Çünkü, Türkiye, 1947'den itibaren ABD yörüngesine girmişti. Batı'yla yakınlaştıkça, Arap dünyasından hızla uzaklaştık. Yakınlaşmanın dayanağı, Sovyet Rusya'nın Türkiye'den toprak talep etmesiyle açıklandı.
Oysa, bu doğru değildi.
Üretilmiş, uydurulmuş bir şeydi.
Elli yıl halkı buna inandırdılar.
Batı dünyası, Amerika, İngiltere ve Fransa'ydı.
NATO'ydu, Bağdat Paktı'ydı, CENTO'ydu.
Batı siyasetiyle örtüşmek, İsrail'e bakış açısını kökten değiştirdi. CHP Hükümeti İsrail'in bağımsızlığını tanıdı. İsmet Paşa, “Yeni doğan İsrail devleti ile siyasi münasebetler açılmıştır. Bu devletin Yakın Doğu'da bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümit ediyoruz” diyecekti. Ama olayların kendisini yalanlayacağını biliyordu.
Öyle de oldu.
Aradan 60 yıl geçti.
Barış ve istikrar için hâlâ umudumuz yok.
İsmet Paşa'nın 'Atatürk takıntısı'
Atatürk'ün vefatının ardından Dolmabahçe Sarayı'ndaki heykelinin söktürülmesi bakın neleri hatırlattı? Paradan, puldan Atatürk'ün resimleri çıkartılmış.. Atatürk'ün Mutad-ı Zevat'ı tasfiye edilmiş.. Dedikodulara göre Çankaya Köşkü'ndeki tarihi değerdeki bazı belgeler yok edilmiş... Dilimize pelesenk olan şu Mutad-ı Zevat nedir? En başta Kılıç Ali, Recep Zühtü Soyak, Hasan Rıza Soyak, Fuat Bulca, Cevat Abbas Gürer, Salih Bozok gibi isimler.. Atatürk'ün akşam sekizde başlayıp sabahın ikisine kadar süren sofraların kıdemli müdavimleri. Zaten İsmet Paşa, sofrada çıkan tartışma yüzünden Başbakanlıktan azledilmedi mi?.. Siyaseten bitmiştir diye yalnızlığa mahkum edilmemiş miydi?
Sayılı günler çabuk geçer.. Atatürk'ün hastalığı artınca Mutad-ı Zevat'ı korku sarmış.. İsmet Paşa korkusu.. Meclis'ten uzaklaştırmak mı istemezler, büyükelçilik vererek yurt dışına çıkartma planları mı yapmazlar.. Yeter ki İsmet Paşa başa geçmesin.. Sırf bu yüzden Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın, Meclis Başkanı Abdulhaluk Renda'nın, Başbakan Celal Bayar'ın ağzını ararlar. Acaba Cumhurbaşkanlığını kabul buyururlar mıydı? Buyurmazlardı.. Bu derecede İsmet Paşa korkusu.. Korktukları başlarına gelmiş. Mareşal Çakmak'ın desteğiyle İsmet Paşa Cumhurbaşkanı seçilivermiş. Kudretli Çevre de değişivermiş.. Atatürk'ün naaşını Ankara'ya götüren tren İzmit'te durdurularak Recep Zühtü indirilmiş.. Atatürk'ün özel kaleminden Haldun Derin, “Kral öldü, Yaşasın Kral”, Süreyya Anderiman ise “Efendimiz öldü, yeni Efendiye hizmet edeceğiz” diye karşılamış bu tuhaflıkları.
Basında yalakalık erkenden başlamış. Cumhuriyet gazetesi, şair Yusuf Ziya Ortaç'ın “İsmet İnönü” başlıklı kasidesini ilk sayfaya korken, Yunus Nadi, daha Atatürk'ün naaşı soğumamışken, “İnönü'ye İkinci Atatürk demekte tereddüt etmeyiz” diye döktürüvermiş, maşaallah.
Manzaraya bakar mısınız? CHP'li kadın milletvekili Fakihe Öymen, “Aman Afet İnan'la görüşmeyin” diye ikaz edilir.. Kim Atatürk'e yakınsa, o İsmet Paşa'nın düşmanı.. Yani İsmet Paşa, Atatürk'ü kıskanıyordu.. Bu yüzden ilk fırsatta “Milli Şef”liğini ilan ettirmiş. Ortalık yerde “Devri İsmet, Fazilet devri başladı” nutukları sökün etmiş.. Bir olay daha var ki, İsmet Paşa'nın Atatürk takıntısının en önemli işareti.. Şu: Atatürk Çankaya'da gömülmeyi vasiyet etmişti.. Ama naaşı yıllarca Etnografya Müzesi'nin eşyaları arasında bırakıldı.. Yakup Kadri'nin dediği gibi, anıtkabir inşası, baştan savma işler gibi, komisyona havale edilip uyutuldu..
Atatürk'ün ölümünün birinci yıl dönümü için Türk Ocakları'nda Halkevi gençlerinin düzenlediği anma törenlerine katılan CHP milletvekilleri ve Hükümet üyelerinin sayısı bir elin parmakları kadarmış. Cumhurbaşkanına ayrılan loca da cinler cirit atmaktaymış. Sahnede iki ateşli şair boy göstermiş.. Biri Behçet Kemal Çağlar, diğeri Necip Fazıl Kısakürek.. İşin doğrusu, Atatürk'ün naaşı onbeş yıl müzede kaldı. Anıtkabir'e nakil de Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu çıkartmak da karşı-devrimci Demokrat Parti'lilere kısmet oldu.. 1950'de olan nedir? Şudur: Devr-i İsmet kapanır, devr-i millet açılır.. Bizim Kemalistlerin, DP'yi Karşı-Devrimci diye suçlamalarına kulak asmayın.. Çocukça şeyler.. Siz bunu Karşı-İsmet diye anlayın.. Yerine oturur.
Milli Şef Almanlarla dost, İngilizlerle müttefik idi!
Cumhuriyet Halk Partisi'nin 'değişmez genel başkanı' ünvanlı İsmet Paşa'nın Milli Şeflik rejiminin belki de tek olumlu tarafı her ne pahasına olursa olsun Türkiye'yi 2. Dünya Savaşı'na sokmamaktır. 'İngilizlerle birlikte' savaşa girilmesi telkinleri karşısında Maraşal Fevzi Çakmak'ın ileri sürdüğü şartlarla elini kuvvetlendiren İsmet Paşa, Hitler'e de bir mektup göndererek 'saldırmazlık' sözü almıştı
İkinci Dünya Savaşı İsmet Paşa'nın “Milli Şeflik” döneminde cereyan etmişti biliyorsunuz.
Türkiye'nin bu dönemde yürüttüğü politika genel hatlarıyla bu büyük yıkıcı savaşa dahil olmama yönündeydi.
CHP'nin 'değişmez genel başkanı' ünvanlı İsmet Paşa'nın Milli Şeflik rejiminin belki de tek olumlu tarafı da her ne pahasına olursa olsun Türkiye'yi savaşa sokmamaktır.
Gerçi hem Atatürk hem “Milli Şef” döneminin 'değişmez' Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın da İngilizlerin önüne koyduğu “askeri teknolojinin yetersizliği” çerçevesinde ileri sürdüğü şartların “karşılanamayacak” nitelikte olmasının da İsmet Paşa'nın elini güçlendirdiğini belirtmeliyiz.
Bu dönemde İngilizlerin Mareşal Çakmak'ın işi yokuşa sürmesinden hiç de hazzetmedikleri bilinir.(1944'de İsmet Paşa'nın Mareşal Çakmak'ı görevinden azletmesi İngilizleri pek sevindirmişti)
Öte yandan Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği'ne getirilen Birinci Dünya Savaşı'nın “Hamidiye Kahramanı “ ve sonrasında Milli Mücadele'nin önderleri arasında yer alan Rauf Orbay'ın da İngilizlerin burnunun iyice sürtülmesine dönük raporlarının da “tarafsızlık” politikasını güçlendirdiği kabul edilir.
CHP içinde, başını Recep Peker'in çektiği bir grubun “savaşa girmeliyiz” yönündeki girişimlerinin başarılı olması bu yüzden pek mümkün değildi.
Aynı dönemde “Cumhuriyet” gazetesinin ve Nadir Nadi'nin Alman yanlısı bir siyaset izlenmesi gerektiği yönündeki telkinleri de sonuç vermeyecekti.
FÜHRER'DEN MİLLİ ŞEF'E GÜVENCE
Altan Öymen, İsmet Paşa'nın Hitler Almanyası'na müzahir bir dış siyaset izlediği yönündeki eleştirilere yanıt vermek isteği duymuş.
Oysa aklı başında hiç kimse İsmet Paşa'nın doğrudan doğruya Hitler Almanyası'na müzahir bir politika izlediğini iddia etmiyor.
Öymen, “Radikal” gazetesinde 1941'de Hitler'in İsmet Paşa'ya, İsmet Paşa'nın da Hitler'e yolladığı iki mektuba yer vermiş.
3 Mart tarihli mektubunda Hitler Türkiye'ye saldırmayacağına dair bir güvence veriyor, Bulgaristandaki askerlerini Türk sınırına yaklaştırmayacağını belirtiyor, ardından da bu güvenceyi bir koşula bağlıyordu.
Bu koşulu Hitler, “Türk hükümeti bizi bu tutumumuzu değiştirmeye mecbur edecek önlemler almaya yönelmezse...” sözüyle açıklıyordu.
İsmet Paşa da 12 Mart tarihli cevabi mektubunda sözkonusu güvenceden ötürü Hitler'e teşekkür ediyor, Türkiye'nin de Alman birliklerine karşı tutumunun aynı şekilde olacağını belirtiyordu.
Alman hükümeti, Türk hükümetinin bu tutumunu değiştirmeye mecbur edecek önlemler almaya yönelmediği sürece Türkiye bir mesele çıkarmayacaktı..
TARAFSIZLIĞIN MİMARI VON PAPEN MİYDİ?
Almanya ile Türkiye arasındaki diplpmatik girişimlerin son noktası aynı yıl Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması'nın imzalanmasıdır.
Türkiye ondan önce İngilizlerle de bir antlşma yapmıştı ve bütün bu antlaşmaların odak noktası savaşın galiplerinin kesinlikle belli olmasına kadar hiçbir tarafta yer almamaktı.
Kimileri bu politikayı nabza göre şerbet vermek olarak niteliyorlar.
Bu tarafsızlık, Şükrü Saraçoğlu'nun “İngilizlerle müttefik, Almanlarla dostuz” sözüyle ifadesini buluyordu.
Prof. Niyazi Berkes bu formülün gerçek mimarının Von Papen olduğunu vurgular.
Hakikaten Hitler'le arası düzgün olmayan kurt politikacı ve tilki diplomat Von Papen, Türkiye'nin Almanya'ya karşı savaşa girmemesinin bir ödülü olarak İngilizlerle laftan öteye geçmeyen ve Almanya aleyhinde ciddi bir sonuç doğurmayan bir ittifak yapmasında hiçbir beis görmemiş, hatta desteklemişti.
Nadir Nadi'nin Almanya'ya karşı tarasızlık siyasetini iki yüzlü bir siyaset saydığını da hatırlatmalıyız.
Prof. Niyazi Berkes, Milli Şef'in “denge politikası”yla ilgili olarak şunları söyler:
“Türkiye'nin harbe girmesini isteyen devlet yoktu. Ne Almanya, ne Rusya, ne İngiltere, hele ne Amerika, başta Almanya olmak üzere, savaşan devletlerin gözünde Türkiye, ya cim karnında bir nokta, ya cepte keklik ya da gereksiz bir yüktü. Biz o zaman bunların hiçbirini bilmiyorduk. İki nedenden ötürü şimdi bile bilmiyoruz.: Birincisi Nazi Almanyasının çökmesi üzerine içerde başlayan demokrasi muhalefetine karşı Milli Şef'in yürüttüğü çok başarılı gizlenme ve yanıltma siyaseti. Nasıl demokrasiyi onun getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırıldık.”
Berkese göre İngiltere ancak ikinci cephe açılması konusu ortaya çıkınca ve o zaman da Winston Churhchill'in bu cephenin Balkanlarda açılması fikrini ortaya atınca, Türkiye'nin savaşa girmesi tartışma konusu olmuştu. Churhchill'in bu projesini de Amerikan stratejistleri kesinlikle kabul etmediler. Bu yüzden ne Adana buluşmasında, ne de Kahire'de İnönü savaşa girip girmemek zorunluğu sorunu le karşılaşmıştır.
Yani, ne Almanya ne de İngiltere Türkiye'nin savaşa girmesini istemekteydi. Ama her iki tarafında da farklı nedenleri vardı. Von Papen'in kendi anılarında yazdıkları ile dönemin İngiliz Büyükelçisi Sir Hugh Knatchbull-Hugessen'in kendi anılarında yazdıkları, ilk bakışta birbirine zıt gibi gözükür. Fakat dikkatli okunursa, ikisi birbirini tutar ve tamamlar niteliktedir.
Dönemin solcu-demokrat- Atatürkçü aydınlarından Prof. Berkes'in Milli Şef'in savaş politikasına dair görüşleri böyledir.
Milli Şef'in Türkiye'yi bir savaşa sokmaması nasıl yorumlanırsa yorumlansın kuşkusuz onun artı hanesine yazılması gereken bir hayırlı iş olarak anılmalıdır.
Babası Milli Şef döneminde mebus seçtirilen ve kendisi de bir süre CHP genel başkanlığı yapmış bulunan Altan Öymen'in İsmet Paşa'yı savunması anlaşılabilir bir şey ama Milli Şef'i Türkiye'ye demokrasi getiren bir şahsiyet olarak takdim etmeye çalışması o kadar da kolay kabullenilebilecek bir yaklaşım hiç değil.
Cumhuriyet gazetesi ve demokrasi tarihi..
“Cumhuriyet” gazetesinin kuruluşunun 86. yıldönümüymüş.
Bu vesileyle gazetenin kırk yıllık yazarlarından Hikmet Çetinkaya bir yazı yazmış..
Yazının son bölümü şöyleydi:
“Yunus Nadi, Nadir Nadi, Berin Nadi ve İlhan Selçuk...
Saydığım bu dört ad, Aydınlanma Devrimi'ne sahip çıkarken İnsan Hakları ve Temel
Özgürlükler Bildirgesi'ni demokrasinin evrensel anayasası olarak benimsediler.
Cumhuriyet dün olduğu gibi bugün de, yarın da aynı yolda yayın yaşamını sürdürecek!
Cumhuriyet'te bireyselik değil, çoğulculuk vardır... Tüm siyasal partilere eşit uzaklıktadır...
Cumhuriyet bugüne değin tüm güçlüklere karşın yayın çizgisinden ödün vermemiş, çoğulcu demokrasiyi savunmuştur.”
Etraflı düşünmeden sadece hisleriyle bu yazıyı kaleme almış Çetinkaya..
Zira Cumhuriyet'in bütün dönemlerde çoğulcu demokrasiyi koruyup kolladığı tarihi gerçeklere uygun düşmüyor.
Bugün Milli Şef'in İkinci Dünya Savaşı politikasını irdelerken Cumhuriyet gazetesi ve Nadir Nadi ile sık sık karşılaştım.
Ama ne Cumhuriyet, ne de Nadir Nadi, Çetinkaya'nın çizdiği profüle uyuyor.
Tam aksine Cumhuriyet de, Nadir Nadi de bu dönemde açıkça Alamancı bir yayın politikası izlemiş.
Sosyalist yazarlardan müteveffa Burhan Oğuz'un da dediği gibi Cumhuriyet Nazi Almanyası'nın borazanlığını üstlenmişti ve Nadir Nadi'nin “Almanlar safında savaşa girmek için daha ne bekliyoruz” yazısı dönemin sol aydınlar kuşağının belleğinden asla silinmemişti.
Nadir Nadi Alamancılığını o kadar abartmıştı ki bir yazısında Alman birliğini tarihi zaruretlerden neşet eden bir realite olarak görmek istemeyenlerin bugün'ü yanlış anladıkları için yarın'a da ters bakmaktan bir türlü kurtulamadıklarını belirterek “hakikat olan Alman birliğini faraziye halinde düşünmek bile onları sinirlendiriyor, istikbali karanlık gösteriyor” diyebilecekti.
Nadir Nadi'nin yazıları İngiliz muhibbi sayılan yazarlar ile Solcu aydınlar tarafından da şiddetle eleştirilmişti.
Necmettin Sadak, Alman reailietsini görmek tavsiyesi altında İngiliz ittifakını reddederek Almanların nüuzu altına girmek fikrini telkin etmekte vatan için bir çıkar bulunmadığını vurgulamıştı mesela..
Solcu aydınlardan Zekeriya Sertel ise “Almanya milliyetçi değil ırkçıdır. Almanya Türkiye gibi kendi milli hudutları içinde istiklalini temine çalışan bir millet değil dünya üzerinde hegemonya kurmak isteyen emperyalist bir devlettir” diyerek Nadir Nadi'yi eleştirecekti.
Nadir Nadi'nin hangi hikmete ve himmete binaen Alamancılığını abarttığı ayrı bir yazı konusu.
Nadi'nin Alamancılığı bir süre Cumhuriyet gazetesinin kapatılmasına bile neden oldu.
Milli Şef İsmet Paşa İkinci Dünya Savaşı yıllarında belli bir düzeye kadar Türk basınındaki Alamancı, İngilizci, Sovyet Rus yanlısı çizgilere, savaşa taraf olması muhtemel devletlere yönelik çok yönlü politikanın bir gereği olarak tahammül gösteriyordu.
Ama bir yere kadardı bu, Milli Şef'in hoşgörüsü pragmatik nedenlere dayalıydı..
Nitekim yeri gelmiş solcu “Tan” gazetesini, yeri gelmiş Alamancı “Cumhuriyet”i kapatmış..
Yeri gelmiş 1944'te, yani savaşın Almanya aleyhine sonuçlanacağı iyice ortaya çıkınca Türkçü-Turancı grupları içeri aldırmıştı..
1944'te İngilizlere hoş görünmek için Mareşal Çakmak'ı bile görevinden azletmişti.
Herneyse, bunları geçelim..
Cumhuriyet gazetesinin 1940'lardaki pozisyonunu Nazım Hikmet'in yüzüne tükürme kampanyası, “Tan” matbasının yakılıp yıkılması, yanı sıra Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nden solcu hocaların tasfiyesiyle ilgili olaylarda da ziyadesiyle utanılacak durumdaydı. Çetinkaya herhalde bunları biliyordur ama hatırlatmakta yarar var.
İNGİLİZLER TÜRKİYE'Yİ SUÇLUYORLAR!
Ancak şöyle bir durum var, Prof. Selim Deringil'in “denge oyunu” başlıklı kitabında yer verdiği bir belgeye göre Almanya'nın Ankara Büyükelçisi Von Papen Berlin'e gönderdiği bir yazıda Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun Almanya İngiltereyi kesin bir biçimde dize getirdiğini kanıtlayana kadar Türkiye'nin birinci görevinin hiçbir tarafa kesinlikle bel bağlamamak olduğunu kendisine söylediğini aktarıyordu.
Milli Şef'in dış politika kurmayları bu arada İngilizlerle yaptıkları görüşmelerde Balkanlar'da Almanya aleyhinde bir müdahalede bulunmayacaklarına dair çeşitli gerekçeler ileri sürüyorlardı. Deringil'in yer verdiği bir belgeye göre İngiliz dışişleri bu durumu “Türk argümanlarının z karşısında artık Türk hükümetinin iyi niyetinden kuşkulanmamak olanaksızdır” diye not etmişti.
Öyle ki 25 Mart tarihli bu notlardan birinde şu ifadeler yer alıyordu:
“Türkler zavallılığın son perdesini oynadılar. Saldırıya uğramamak için her şeyi yapmaya, herşeye razı olmaya hazırlar. Korkarım ki bu Mihver'e(Hitler yanlısı blok) katılma derecesine kadar varabilecektir.”
Uzun lafın kısası Hitler ve İsmet Paşa arasındaki mektuplaşmalar Londra'da “Türk yetkililerinin Almanya'nın niyetlerini 'bilmezlikten' geldikleri”şeklinde yorumlanmıştı.
Aslında Türkiye, Almanlara karşı da aynı rolü oynuyordu.
Hitler, Rusların Boğazlarla ilgili olarak bir takım koşullar öne sürdüklerine dikkat çekerek Almanya'nın Sovyet Rusya ve Türkiye arasında bir seçim yapmak durumunda olduğunu iletmişti.
Türkiye de bu durumdan yararlanarak Balkanlarda Almanya aleyhinde bir müdahaleye bulaşmama sözü vermişti.
Böylece Hitler de seçimini Türkiye'den yana yapmış ve Balkanlardaki ilerlemesini kolayca yürütmüştü.
İsmet Paşa 'Milli Şef'likten neden vazgeçti?
Gülsün Bilgehan, dedesi İsmet Paşa'nın 'Milli Şef' unvanını kendisinin almadığını söylemiş..
Bu ünvanı Paşa'ya, Cumhurreisi seçilmesinin ardından yapılan CHP Kurultayı'nda bir komisyon vermiş..
Bilgehan, 'Milli Şef' unvanını ve 'CHP'nin Değişmez Genel Başkanlığı' sıfatını 1946'daki CHP Kurultayı'nda İsmet Paşa'nın kendi rızasıyla kaldırdığını da eklemiş sözlerine.
İlk bakışta Bilgehan'ın söyledikleri çok haklı gibi görünüyor sevgili okurlar ama İsmet Paşa'ya Milli Şef unvanının verilmesi ve kaldırılması birbirinden çok farklı iki döneme tekabül ediyor.
11 Kasım 1938'de Cumhurbaşkanı seçilen İsmet Paşa'ya 'Milli Şef' ve 'CHP'nin Değişmez Genel Başkanlığı' sıfatının CHP Kurultayı'nda itifakla kabul edilerek verildiği kuşkusuz doğrudur..
Lakin unvanların İsmet Paşa tarafından tereddütsüz şekilde kabul edildiği de bir o kadar doğrudur.
Meşhur Yunan tarihçisi Tukidides'in de vurguladığı gibi her kişi iktidarının sonuna kadar gitme eğilimindedir ve İsmet Paşa da unvanlarından kaynaklanan kişisel iktidarını sonuna kadar kullanmıştır.
***
CHP Kurultayı'nda tek bir kişi bile İsmet Paşa'ya bu unvanların verilmesine itiraz etmemişti.
'Cumhuriyet' gazetesinin patronu Nadir Nadi, anılarında bakın ne diyor sevgili okurlar:
'İtiraz etmek şöyle dursun, dünya şartları değişip de, İsmet İnönü 'Milli şef'lik ve 'Değişmez Genel Başkanlık' payelerini kendisi üzerinden silkip attığı güne değin, biz onu avuçlarımız patlayasıya alkışladık.'
O dönemde 'Tek Parti -Tek kişi' yönetiminin başta Almanya ve İtalya olmak üzere kimi Avrupa ülkelerinde moda olduğunu hatırlamak gerekiyor.
1930'ların sonları ve 1940'ların başlarında bu modanın siyasi sistemlerle sınırlı kalmayıp resmi törenlere ve hatta kılık kıyafetlere bile yansıdığı görülecektir.
***
Milli Şef unvanının kaldırıldığı döneme gelince, Hitler ve Mussolini rejimleri ortadan kalkmışlar ama bu arada milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bir dünya savaşının da müsebbibleri olmuşlardı.
Türkiye, savaş sonrasında liberal-demokratik rejimlerin oluşturduğu yeni dünyaya ait olmak istediğinden çok partili sisteme geçme eğilimindeydi.
Savaş sonrasında faşist rejimler çökmüş ve galip devletlerin gözetimi altında çok partili rejimlere geçiş süreci başlamıştı.
Öte yandan Sovyet Rusya da Türkiye'ye yönelik kimi taleplerini incelikli ama tehdit edici bir baskı politikasıyla sürdürüyordu.
Türkiye'nin önünde 'Batı ittifakı' içinde yer almaktan başka bir yol görünmüyordu.
***
1945'te San Franscisko Konferası'na katılan Türk heyetinin çok partili serbest seçimlere geçileceği yönünde verdikleri mesaj da Türkiye'nin içerde ve dışarda siyasi yörüngesinin değişeceğini gösteriyordu.
Öyle de oldu..
Milli Şeflik rejimi demokrasi yönünde dışa ve içeriye doğru açılmaya başladı..
Hem 'Ebedi Şef(Atatürk)', hem 'Milli Şef(İsmet Paşa)' döneminin muhafazakar Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın muhalif solcu aydınlarla birlikte 'İnsan Hakları Derneği' kurduğu bir dönem başlamıştır.
Çok partili sisteme geçilmiştir ve 21 Temmuz 1946 seçimlerine bir ay kalmıştır.
10 Mayıs 1946'da yapılan CHP İkinci Olağanüstü Kurultayı'nda Milli Şef unvanı ve Değişmez Genel Başkanlık kurumu kaldırılmıştır.
İster gönüllü, ister gönülsüz, İsmet Paşa'nın bu unvanlardan vazgeçmekten başka bir seçeneği yoktu.
Gülsün Bilgehan'ın Milli Şeflik ile ilgili olarak söylediklerinin gerçeği budur.
İsmet Paşa Lord Curzon'la dövüşmeyi değil uzlaşmayı tercih etmişti!
İsmet Paşa'nın Lozan müzakerelerinde Lord Curzon'u yamyassı ettiğine dair iddialar tartışmaya açık bir konu. İsmet Paşa'ya toz kondurmayanların abartmasıydı bu. Oysa İsmet Paşa Lord Curzon'la didişmek yerine onunla uzlaşmayı seçmişti. Lozan Andlaşması 21, 22 ve 23 Ağustos tarihlerinde Büyük Millet Meclisi'nde görüşülerek oylandı. Bu oylamalar sırasında Halk Fırkası'ndan 14 milletvekili Lozan'a “Hayır” oyu vermişti
“Lozan Andlaşması” hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş belgesidir. Ancak bir büyük imparatorluğun tasfiyesinin tescil edildiği bir belge olduğunu da unutmamalıyız.
Dolayısıyla Lozan'ı bir zafer gibi sunmak da, “Lozan hezimettir” demek kadar tartışmaya açıktır.
Lozan müzakerelerinin en çetin konularından biri “Boğazlar meselesi”ydi.
Sovyet Rusya da Boğazlar meselesinde taraf olduğu için müzakerelere katılmıştı.
Avrupa'nın en kurt diplomatlarından Lord Curzon, Rusya'yı Britanya İmparatorluğu için en büyük tehdit olarak görüyordu.
Ankara Hükümeti ise “Milli Mücadele” döneminde Sovyet Rusya'yla anlaşmalar yapmıştı ve bu yüzden İngiltere'yi fena halde ürkütmüştü.
Rusya'nın Türkiye ve Afganistan ile iyi ilişkiler kurması İngiltere'nin başta Hindistan olmak üzere Asya'daki çıkarlarını tehlikeye sokuyordu.
1918 sonrasında Boğazları kontrol altına alan İngiltere, Lozan'da Rusya'nın kazançlı çıkmasını istemiyordu.
Bolveşik diplomat Çiçerin bu yüzden Lord Curzon karşısında tecrübesiz bulduğu İsmet Paşa'yı yakın markaja almıştı.
LORD CURZON'UN RAKİBİ ÇİÇERİN İDİ
Prof. Niyazi Berkes'in “Unutulan Yıllar” isimli kitabının ekinde yer alan”Lozan'da öğrenilen ders” bölümünde İsmet Paşa'nın Lord Curzon ve Çiçerin arasında gidiş gelişlerine farklı bir yorum getirir.
Prof. Berkes yazısında Batılı araştırmacıların tespitlerine de geniş yer vermişti.
Mesela Amerikalı gazeteci Louis Fisher'in “Soviets in the World Affairs” isimli kitabında dile getirdiği görüşe göre Lord Curzon'u Lozan'daki tartışmalarda asıl ilgilendiren Boğazlar idi.
Curzon'un karşısındaki asıl düşman da İsmet Paşa değil, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin idi.
Moskova ile Ankara arasında 1921'de yapılan antlaşmada yer alan bir maddede Boğazlar Karadeniz'e kıyıları bulunan devletlerin sorunu olarak tanımlanmıştı.
Curzon'un asıl amacı ise bunu bozmak, Mondros'ta Rauf Bey'e kabul ettirilen bir koşulu yeniden İsmet Paşa'ya kabul ettirmekti.
Moskova ise yumuşak karnına saldıracak bir deniz gücünü Karadeniz'e sokmamayı sağlamak istiyordu.
ÇİÇERİN İSMET PAŞA'NIN KALPAĞINI GİYMİŞ!
Lord Curzon'a göre Rusların tezi Lozan'da hakim olursa Boğazlar kayıtsız şartsız Türkiye'nin egemenliği altına girecek ve Karadeniz bir Rus gölü haline gelecekti.
Çiçerin Boğazların Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı olmasını ve Türkiye'nin Boğazları tam tahkim etme hakkını savunuyordu.
Öyle ki Lord Curzon, Çiçerin için şu sözleri söyleyecekti:
“Kendisini dinlerken M. Çiçerin'in yanlışlıkla İsmet Paşa'nın kalpağını giydiğini sanıyorum. Çiçerin tekliflerinin hem Rusya'nın hem de Türkiye'nin görüşü olduğunu söylüyor. Eğer bu doğru ise, neden aynı şeyi Türk delegesi de söylemiyor?
İsmet Paşa, Curzon'un yönelttiği bu soruyu duymazlıktan gelerek konuyu değiştirmeyi tercih etmişti.
Çiçerin nezdinde İsmet Paşa'nın ikircikli tutumu bir şaşkınlık alametiydi.
Böylece Çiçerin, İsmet Paşa'dan Boğazlar konusunda yeterli desteği alamayacaktı.
İsmet Paşa İngiltere'yle uzlaşmayı seçmişti.
CURZON NE İSTEDİYSE ONU ALMIŞ!
Lord Curzon Milli Mücadele döneminde yakınlaşan Moskova ve Ankara arasına bir kama sokmak istiyordu.
Bu kama Boğazlar idi ve muhakkak İngiltere'nin lehine çözümlenmeliydi.
Batılı gazetecilere göre Curzon istediklerinin hemen hepsini elde ederek Lozan'dan ayrılmıştı.
Moskova ise Boğazlarla ilgili anlaşmayı imzalamamıştı.
Türkiye'nin Lozan'da Boğazlarla ilgili İngiltere'ye verdiği tavizler ise 1936'da giderilebilecekti.
Bizim Lozan hayranı profesörlerimiz Boğazlar rejiminde Türkiye'yi Rusya'ya tabi olmaktan çıkaran bir sonuç sağladığı gerekçesiyle İsmet Paşa'nın İngiltere'yle uzlaşmasını bir zafer saymışlardı.
Prof. Niyazi Berkes'in itiraz ettiği nokta da buydu.
Zira Sovyet Rusya, Türkiye'nin Milli Mücadele döneminde en yakın müttefikiydi.
İngiltere ise Sevr”i dayatmaya çalışan baş düşmanıydı Türkiye'nin.
Müttefik Moskova'ya karşı düşman Londra ile uzlaşmayı yeğ tutmuştu İsmet Paşa.
Bu muydu İsmet Paşa'nın zaferi?
SORUNLAR “MC”YE HAVALE
Lozan Andlaşması'nda Türkiye ve Irak(İngiltere) kendi aralarındaki sınırı anlaşarak belirlemezlerse sorunun “Milletler Cemiyeti Konseyi”ne götürülmesi de öngörülmüştü.
Öte yandan İngiltere'nin işgal ettiği Musul vilayetinin Türkiye'ye verilmesine de İngilizler yanaşmamış ve bu mesele de Lozan dışına çıkarılmıştı.
Oysa Türkiye bu maddelere imza attığında Milletler Cemiyeti'nin üyesi bile değildi ve MC'de İngiltere'nin etkisi çok büyüktü.
Bugün Amerika'nın BM'de etkin olmasından daha kuvvetli bir durumdaydı o günkü İngiltere.
Elbette Musul meselesi ve Türk-Irak sınırı da İngiltere'nin istediği gibi bir netice verecekti.
Türkiye-Irak arasındaki sınırın Türkiye'nin güvenliği açısından ne kadar çok önemli olduğunu bugünlerde çok daha iyi anlıyoruz.
Böyle problemli bir sınırı miras bıraktı Lozan bize.
MİSAK-I MİLLİ'DEN VERİLEN TAVİZLER
Lozan'da “Batı Trakya”, “Doğu Trakya” ve “Batum” konularında verilen tavizleri tekrar etmeye gerek yok.
“Misak-ı Milli”den verilen tavizlerdi bunlar ve Meclis'te sert tartışmalara sebebiyet vermişti.
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulan bir devlet olarak bu imparatorluğun Asya'daki ve Afrika'daki toprakları üzerindeki tarihi ve hukuki haklarından feragat etmişti.
Lozan'da gerek Balkan savaşları sonucunda, gerek iş bu andlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu'ndan kendilerine toprak verilmiş ya da verilmekte olan Devletler, Osmanlı İmparatorluğunun işbu topraklar üzerindeki tüm taşınır ve taşınmaz mallarına karşılık ödemeden sahip olacaklardı.
Zafer midir, hezimet midir siz karar verin sevgili okurlar.
İngiliz tarihçi Prof. Arnold Toynbee Lozan için şu tespiti yapar:
“Sevr, ölüm durumunda hasta olan bir ulusun 'defin ruhsatı' gibi yazılmış olabilirdi. Fakat Lozan yalnız bu ruhsatı iptal eden değil, aynı zamanda 'hasta' olmadığını eylemleriyle gösteren bir ulusun sağlık belgesi olmuştur.”
Toynbee'nin görüşünde bir parça doğruluk olmakla birlikte esasında durum Sevr'i gösterip Lozan'a razı etmekti.
Türkiye'nin Lozan'da hak ettiğinden daha azını aldığına dair görüşler var.
Öte yandan “daha fazla küçülmemek ve hatta yok olmamak için verilmiş bir tavizdir Lozan” diyenler de var.
Bu zaferse zafer, hezimetse hezimettir.
İsmet Paşa'ya sorulmayan sorular!
İsmet Paşa'nın Lozan müza-kerelerinde diplomatik harikalar yarattığı meselesi başlı başına sorunlu bir dildir.
Bir Ankara efsanesidir bu.
Efsaneye göre İsmet Paşa, Avrupa'nın en kurt diplomatlarından Lord Curzon'u her konuda tuş etmeyi başarmıştır.
Böylece Lozan müzakerelerinde oynadığı rol adeta “İsmet Paşa efsanesi”nin parçası haline getirilmiştir.
Oysa durum hiç de öyle değildi.
Bakın İsmet paşa, Faik Ahmet Barutçu'ya neler söylemiş:
“Lozan'da genç ve tecrübesiz zamanımda devletleri teker teker İngiltere'ye karşı görünce bunlarla uyuşup İngilizlere kafa tutarım diye düşünmüştüm. Lord Corzon bana 'sen çok manevracısın. Ama ben sana yaptırmam. Gözünü aç' dedi. Gerçekten yanlış yaptığımı anladım. Beni İngiltere ile çarpıştırıyorlardı. Kendileri arkada duruyor. İstediklerini de benden kendi hesaplarına koparıyorlardı. Ben Lord Curzon'u yokladım, gördüm ki onunla uyuşurum. Diğerlerinin istediklerini geri çevirmede benimle birlik olacaktır. Hızla kararımı verdim ve doğrudan yolu tuttum.”
Durum buydu, ortada bir mucize falan yoktu, uyuşma vardı.
İsmet Paşa'nın yukarıdaki sözlerini ise bir akademisyenimiz bakın nasıl yorumlamış:
“Yıllarca 'Lozan günü' edebiyatı içinde yetişmiş bir kişi bugün bu sözleri okuyunca şaşırır. Çünkü neredeyse İsviçre'de Lozan adlı bir şehir yaratmış olan Lausanne uzmanlarına göre, Paşamız bu İngiliz Lordunu yamyassı etmişti. Şimdi ise onunla anlaşarak istediğini elde ettiğini söylüyor. Kendini Lorda karşı ileri sürenleri de böylece atlatmış. Kimdi acaba bunlar? Ulusal Kurtuluş Savaşı o zamanın en güçlü emperyalist devleti olan İngiltere'ye karşı yapılmıştı değil mi? Peki, nasıl oluyor da bu savaşın hesabını görmeye gönderilen adam, o devletin Dışişleri bakanı olan adamla çarpışmak istemiyor onunla birleşiyordu? Başka bir devlete karşı ve neyi elde etmek için? Paşa yukarıdaki sözleri ettiği zaman, bu soruları ona soran birinin çıkmayışı da şaşılacak şey değil mi?”
Bu sözler ne Atatürk'ün tescilli hasmı Rıza Nur'a, ne de “Lozan zafer mi? Hezimet mi?” kitabının yazarı Kadir Mısıroğlu'na aittir.
Sol eğimli kemalist aydınlardan Prof. Niyazi Berkes'e aittir bu sözler.
Lozan'a hayır diyen Halk Partililer...
“Birinci Meclis”te Lozan müzakerelerine ilişkin sert tartışmalar yaşanıyordu.
İsmet Paşa'nın Meclis hükümetinin talimatlarına uymadığı yönündeki iddialar sözkonusuydu.
Dönemin Başbakanı Rauf Orbay İsmet Paşa'ya ateş püskürüyordu.
İsmet Paşa'nın “Misak-ı Milli”den taviz verdiğini düşünen milletvekillerinin sayısı az değildi.
Henüz cumhuriyet ilan edilmemişti.
Lozan Andlaşması'nın bu Meclis'ten geçmesi zor gözüküyordu.
Fazla tafsilata girmeyeceğim.
Lozan müzakereleri Birinci Meclis'te büyük bir ihtilaf meydana getirdiğinden ve andlaşmanın ileride onaylanması tehlikeye düşebileceğinden ötürü Nisan ayı başlarında seçimlerin yenilenmesi kararı alınmıştı.
Bilahare yapılan seçimlerde Birinci Meclis'te yer alan mebusların yüzde 60'dan fazlası elenmişti.
Böylece andlaşmaya onay vermeyecekleri düşünülen şahsiyetler İkinci Meclis'te yer almamışlardır.
Kesintiye uğrayan Lozan müzakereleri ise Nisan sonlarında yeniden başlamıştı.
İsmet Paşa böylece daha güçlü şekilde ve eli rahatlayarak Lozan'a gitmişti.
Müzakereler tamamlandı ve 24 Temmuz'da Lozan Andlaşması imzalandı.
İkinci Meclis, Lozan Andlaşması'nı ekseriyetle kabul etmiştir.
Ahmet Demirel'in “Toplumsal Tarih” dergisinde yayımlanan “TBMM'de Lozan Görüşmeleri” başlıklı makalesinde yer verdiği bilgilere göre “Halk Fırkası”na mensup 14 mebus Meclis'teki oylamalar sırasında Lozan Andlaşması'na “ret” oyu vermişti.
İkinci Meclis 11 Ağustos'ta açılmıştı.
Rauf Orbay ise başbakanlıktan istifa etmiş ve yerine Fethi Okyar Bey seçilmişti.
Lozan Andlaşmasına ilişkin oylamalar ise 21, 22 ve 23 Ağustos tarihlerinde gerçekleşmişti.
Dolayısıyla Lozan Andlaşması'nın yürürlüğe girdiği tarih 23 Ağustos 1923'tür.
Lozan Andlaşması'na “hayır” diyen bu 14 mebusun 5'i sonraki seçimlerde aday gösterilmedi.
Geri kalanları ise uzun yıllar CHP'den milletvekilliğini sürdürdüler.
Kimse de Lozan'a hayır dedikleri için bu isimleri “hain” olarak itham etmedi.
Mesela Birinci Lozan Konferansı'nda danışmanlık yapan Şükrü Kaya Lozan'a hayır diyenler arasındaydı.
Şükrü Kaya 1927'den Atatürk'ün vefatına kadar “İçişleri Bakanlığı” ve “CHP Genel Sekreterliği” görevlerinde bulundu.
Lozan'a hayır diyen mebuslardan Kılıç Ali ise Atatürk'ün en yakınında yer alan isimler arasındaydı. “İstiklal Mahkemesi” üyeliğinin yanı sıra Atatürk'ün “Çankaya Sofraları”nın baş müdavimlerinden biriydi .
Şükrü Kaya gibi Kılıç Ali de Atatürk'ün vefatının ardından İsmet Paşa tarafından Ankara'dan uzaklaştırılmıştı.
Lozan'da basın danışmanlığı yapan Yahya Kemal Beyatlı'nın yanı sıra Safvet Yetkin, Besim Özek, Esat İleri ile Vasıf Çınar da ret oyu veren mebuslar arasındaydı.
“Lozan'a hayır” diyen Halk Fırkalılar arasında Tekirdağ Mebusu Mustafa Faik Öztrak da yer alıyordu.
Öztrak 1950'ye kadar Tekirdağ Milletvekilliği ve bir süre de İçişleri Bakanlığı yapmıştı.
Şimdinin Tekirdağ Milletvekili ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak'ın da dedesidir.
Herhalde CHP resmi sitesinde Lozan'la ilgili açıklamaların yanına bu14 milletvekilinin ismi de yer alır.
Sadece tarihe saygı için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder