BÇG belgeleri ve Demirel..
'Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin Ağustos 1997'de bir '28 Şubat' öyküsü yayımlamıştı.
'Emniyet İstihbaratı'nın orduya 'casus' soktuğu bir dehşet öyküsü biçiminde anlatılıyordu.
Ergin'e göre polis istihbaratı asli görevinin dışına çıkmıştı..
O casus, Onbaşı Kadir Sarmusak idi.
Bülent Orakoğlu'nun başında bulunduğu Emniyet İstihbaratı askeri bir darbeyi önceden haber alabilmek için böyle bir örgütlenmeye gitmişti.
Sarmusak, Deniz Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı'ndan bazı belgeler çıkarmıştı dışarıya.
Sedat Ergin şöyle devam ediyordu yazısına:
'Onbaşı Sarmusak, Deniz Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığından dışarı çıkardığı belgeleri Orakoğlu'na iletmiş, bu belgeler Akşener ve ardından Çiller üzerinden Başbakan Necmettin Erbakan'a ulaşmış, Erbakan belgeleri Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e götürerek şikayet etmiş, Demirel belgeleri Genelkurmay Başkanı Karadayı'ya vermiş; belgeler son aşamada çıkış yeri olan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı karargahına geri dönmüştü. 'Sarmusak skandalı' patlak verdiğinde, askerler açısından hiç de şaşırtıcı olmamıştı.'
Niye şaşırtıcı olsun ki, Cumhurbaşkanı Demirel, Hükümetin BÇG'den haberdar olduğunu Karadayı'ya iletmişti.
Hükümeti değiştirmeyi amaçlayan illegal faaliyetleri içeren bu belgeleri Cumhurbaşkanı Demirel hangi gerekçelerle Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı'ya vermişti?
Genelkurmay Başkanı'ndan bu belgeleri düzenleyenler hakkında yasal işlem başlatmasını mı istemişti?
Oysa olan şuydu..
Deniz Kuvvetleri Savcılığı, illegal faaliyetleri gerçekleştirenler yerine Bülent Orakoğlu ve Kadir Sarmusak'ı tutukladı.
BÇG'nin illegal faaliyetleri konusunda Cumhurbaşkanı Demirel'in izlediği tutum bugün bile bir sır.
Kimbilir, 'BÇG Soruşturması'yla merak ettiğimiz bu sır perdesi de aralanır.
Böylece 28 Şubat sürecinde Demirel'in oynadığı tarihsel rolün ne olduğunu öğrenme imkanına kavuşuruz.
28 Şubat konsorsiyumu..
'28 Şubat'ı anlamak için iç ve dış dinamikleri birlikte düşünmek gerekiyor.
Bu postmodern darbe bir 'konsorsiyum' tarafından gerçekleştirildi.
Cengiz Çandar, İsrail ve Amerika'nın '28 Şubat'taki rolünü anlatmıştı.
Bu çok ortaklı girişime içerden katılanlar arasında askerler, yargı mensupları, medya ve işadamları yer alıyorlar.
Hepsi de değişik sebeplerle 'Refah-Yol Hükümeti'nin gitmesi noktasında anlaşmış görünüyorlar.
Kiminin sebebi 'ekonomik', kiminin 'Türkiye-İsrail anlaşması', kiminin ki ise 'D-8', vs.
Bir takım sivil kuruluşlar ve meslek kuruluşları ise 'konsorsiyumun silahsız kuvvetleri' olarak işlev gördüler.
Bir 'irtica' kampanyası pompalanarak 'endişeli laikler' harekete geçirildiler.
'28 Şubat'ı daha ileri noktalara taşıyarak '9 Mart 1971'deki yenilginin rövanşını almak isteyenler de oldu.
Darbe içinde darbe yapmak istiyorlardı ama başarılı olamadılar.
BBP Lideri merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun 'Türkiye İran olmaz, ama Türkiye Suriye de olmayacak, buna izin vermeyiz' şeklinde konuşması 'Baas tipi rejim' kurmak isteyen darbe heveslilerine bir mesajdı.
Bu yüzden 28 Şubat 'postmodern' bir darbe olarak kaldı.
İşin sonunda konsorsiyuma katılan ortaklar ödüllerini almışlardı.
Ülkemiz bu süreçte milyarlarca dolar kayba uğratıldı.
Unutalım gitsin mi?
28 Şubat'ın Demirel'i 12 Mart'ın Cevdet Sunay'ı
28 Şubat sürecinin önemli aktörlerinden 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 12Mart 1971'deki askeri muhtıra yüzünden başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı. Demirel, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ı muhtıracılarla işbirliği yapmakla suçlamıştı. 12 Mart darbesiyle Meclis kapatılmamış ama Demirel hükümetinin yerine askerlerin isteklerini yerine getirmek üzere ara rejim hükümetleri kurulmuştu.
12 Mart'a tepki gösteren ve mağdur edildiğini söyleyen Süleyman Demirel, “muhtıra gibi tavsiye kararları” olarak nitelenen 28 Şubat MGK kararlarını savunmuştu. 12 Mart'a darbe diyen Demirel, Erbakan'ı başbakanlıktan istifa etmek zorunda bırakan 28 Şubat darbesinin arkasında durmuştu. 12 Mart'ta Demirel'in istifası başlangıç değil bir sonuçtu. 12 Mart süreci 25 Ocak 1970'deki MGKtoplantısıyla başlamıştı.
“28 Şubat” tartışmaları sürüyor ama darbe tartışmaları bitmeyecek gibi görünüyor. Yarın “12 Mart”ın 40. yıl dönümü ve günlerce bu darbeyi de tartışacağız.
Bir süredir “28 Şubat”ın önemli aktörlerinden 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bu süreçte oynadığı rol tartışılıyor.
İlginçtir, 40 yıl önce gerçekleşen “12 Mart” darbesinin kurbanı Başbakan Süleyman Demirel , “28 Şubat”ın mağduru ise Başbakan Necmettin Erbakan idi.
“12 Mart” darbesinde Cumhurbaşkanlığı koltuğunda demokratik rejime askerlerden gelecek müdahalelere izin vermeyeceğini deklare etmiş bulunan Cevdet Sunay oturuyordu.
Bu yüzden Sunay'ı Cumhurbaşkanlığına öneren de Başbakan Demirel idi.
CUMHURBAŞKANI SUNAY, DEMİREL'İ ORTADA BIRAKTI
Sunay verdiği sözde durmamış ve Demirel 12 Mart 1971'de Erbakan Hoca gibi başbakanlıktan istifa etmek zorunda bırakılmıştı.
Biri “12 Mart”,diğeri “12 Eylül” olmak üzere iki kez askeri darbeyle Başbakanlık koltuğunu terkeden Demirel, “28 Şubat” sürecinde cumhurbaşkanıydı.
Ama Demirel, 28 Şubat MGK kararlarını uygulamamak için ayak direyen Başbakan Erbakan'ın istifa etmesini engellememişti.
Hatta “Refah-Yol Hükümeti”ni istifaya sürükleyen gelişmelerde dahli olduğu ve askerlerle anlaştığı söyleniyor.
Aynı Demirel,” 12 Mart” darbecileri için “Cumhurbaşkanı Sunay'ı da yanlarına çekmeyi başardılar”demişti.
Oysa Cumhurbaşkanı Sunay, Demirel'in darbe söylentilerini kendisine ilettiğinde “Ben meşruiyetçiyim biliyorsunuz, böyle şeylere girmem”demişti.
Bal gibi de girmişti ve Demirel'i ortada bırakmıştı.
“12 Mart” ve “28 Şubat” biribirine o kadar çok benziyor ki, ilkine “darbe”,ikincisine “postmodern darbe” denmesi çok şey farkettirmiyor.
Ama siz gelin de bunu Demirel'e anlatın..
Çünkü Demirel 12 Mart'a darbe der, 28 Şubat'a ise demez.
Çünkü 12 Mart kendisini, 28 Şubat Erbakan'ı götürmüştür.
12 MART SÜRECİ-28 ŞUBAT SÜRECİ
12 Mart'ın mağduru Demirel 28 Şubat için darbe diyemiyor.
Ve bakın ne demiş:
“28 Şubat darbedir” diye 28 Şubat'ın üzerinden 11-12 sene geçtikten sonra bu iddialar yapılıyor. Türkiye darbenin ne olduğunu biliyor. Darbe dediğin zaman, darbeciler geliyor, Meclis'i kapatıyorlar yahut Meclis'i kontrol altına alıyorlar, hükümeti ortadan kaldırıyorlar, Anayasa'yı ortadan kaldırıyorlar ve kendilerine göre bir düzen kuruyorlar. Ya idareyi tümüyle ele alıyorlar yahut idare tam kontrol altında tutuluyor. Peki 28 Şubat MGK'dan sonra 29 Şubat günü Türkiye'de hükümet var mı, Parlamento var mı? Var. Anayasa var mı? Var. Peki kimsenin kılına dokunulmuş mu? Hayır. Herkes yerli yerinde duruyor mu? Duruyor. Bunun nesi darbe?”
Gazeteleri taradım, bir gazetecinin “12 Mart'la benzerliği yok mu?” sorusuna Demirel şöyle cevap vermiş:
“Hiç yok. 11 Mart günü ben burada oturuyorum, benim arkamda yüzde 50 oy var. Benim gelip elimden hükümeti aldılar. 28 Şubat'ta kimin elinden ertesi gün hükümet aldılar?
Gazetecinin “Çiller ve Erbakan ikilisinden de aldılar” diyerek araya girmesi üzerine de şunu söylüyor:
“3,5 ay sonra oldu o sevgili kardeşim. Onun 28 Şubat'la hiçbir alakası yok.”
12 Mart sürecini dikkatle izleyen biri, 12 Mart'ın da bir “başlangıç” değil bir “sonuç” olduğunu görecektir.
Demirel, 25 Ocak 1970 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında kurulun asker üyeleri tarafından şiddetle eleştirilmiş ve Hükümetten yapması istenenler bir bir yüzüne karşı sayılmıştı.
O toplantılarda askerlerin Hükümete yönelik eleştirilerini dile getirmeyi de Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur üstlenmişti.
Bu süreçte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a da muhtıra gibi mektuplar yazmayı ihmal etmemişti Batur.
Mektuplar, basında “Batur muhtırası” olarak zikrediliyordu.
Başbakan Demirel, basında MGK'da konuşulan konularda adım atmadığı için eleştiriliyordu.
Basında “Paşalar oyuna getirildiler” başlıklı haberler yayımlanıyordu.
Üstelik 28 Şubat 1997 MGK'sında olduğu gibi, kurulda konuşulanlar Hükümet karşıtı gazetelere sızdırılıyordu.
Org. Muhsin Batur 12 Mart muhtırasında yazılı hususları ilk kez 25 ocak 1970 günkü MGK toplantısında dile getirmişti.
Sonraki MGK toplantılarında da ilk gündem maddesi değişmeyecekti.
Yani, Demirel'in 12 Mart günü başbakanlıktan istifa etmesi Ocak 1970'teki MGK toplantısıyla başlayan sürecin son noktasıydı.
Kısacası, Erbakan'ın başına ne gelmişse, Demirel'in de başına gelen aynıydı.
DEMİREL GİTMEZSE KAN ÇIKAR
Refah-Yol Hükümeti'nin istifa etmesine ilişkin olarak Demirel şöyle konuşuyordu:
“O hükümet gitmezdi. Hükümet başkanı, 'Benim hükümetimin bulunduğu süre içerisinde ülkede gerginlik oldu' diyor... 'Gerginlik mi oldu, o zaman sen git muavinin gelsin, gerginliğe de devam edelim, senin hükümete devam edelim ', böyle mi diyecektik? ('Bunu dedirtmeyecektiniz bana ' diye sitem ediyor)... görev benim takdirime kalmıştı. Ben doğruyu yaptım.”
12 Mart muhtırası sonucunda Demirel'in Başkanlıktan istifa etmesiyle ilgili olarak dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın dedikleri de üç aşağı beş yukarı aynıydı.
Sunay da doğrusunu yaptığını söyleyecektir.
Erbakan Hoca istifa etmeseydi, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyacakları belliydi.
Aynı durum 12 Mart darbesinde Demirel için de geçerliydi.
Cüneyt Arcayürek'in dönem kitaplarında okuduğuma göre, “12 Mart” sonrası ara rejim hükümetlerinde Başbakanlık yapan Ferit Melen'in bir demecinde ifade edildiği gibi, eğer ordu yüksek kademesi zamanında el koymamış olsaydı, 12 Mart “çok kanlı biçimde” sonuçlanacaktı.
9 Mart 1971 günü ordu içinde örgütlenmiş bir cunta “Baas tipi” bir rejim kurmak amacıyla darbe girişiminde bulunacaklardı.
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur başta olmak üzere Ordu üst kademesi “9 Martçılar”dan kopmuştu.
10 Mart günü genişletilmiş komuta heyeti toplantısında muhtıra konusu karara bağlanmıştı.
Aşağıdan gelen bu darbe tehdidini gerekçe göstererek Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ı 12 mart muhtırasını desteklemesi konusunda ikna etmişlerdi.
Demirel'in istifa etmesi sağlanarak bu darbe önlenmiş olacaktı.
11 Mart'ı 12 Mart'a bağlayan gece durum Cumhurbaşkanı Sunay'a aktarılmış ve böylece muhtıra olayı rayına oturtulmuştu.
Muhtıra metni Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa ve Meclise elden postalanmıştı.
ERBAKAN HOCA GİBİ İSTİFA ETMİŞTİ
Demirel'e muhtıra bilgisi önceden gelmişti ama inanmak istememişti.
12 Mart günü öğleden önce, Güniz Sokaktaki evindeyken MİT Müsteşarı Fuat Doğu telefonla aramış ve Cumhurbaşkanı Sunay'ın “Süleyman Bey istifasını versin” mesajını iletmişti Demirel'e.
Telaşlanan Demirel, güçlükle Cumhurbaşkanına ulaşabilmişti.
Sunay, Demirel'in sağlık nedenlerini ileri sürerek muhtıra okunmadan önce istifa etmesini istemişti.
Böylece Demirel'in itibarını kurtarabileceğini düşünmüştü.
Arcayürek'in aktardığına göre Demirel, Meclis'te güven oyu isteyeceğini, güvensizlik oyuyla hükümetin düşeceğini söyleyerek Sunay'dan muhtıranın radyolardan okunmasını bir süre geciktirmesini istemişti.
Sunay'ın cevabı ise olumsuzdu.
“Beni de devreden çıkardılar, Süleyman Bey” demişti.
12 Mart askeri muhtırası devlet radyolarından 13.00 haberlerinde okunurken Demirel de istifasını yazdı.
Demirel yakın çevresinden muhtırayı dikkate almaması, istifa etmemesi ve Meclis'e gitmesi yönündeki önerileri de dinlememişti.
“Eğer istifa etmezsem parlamentoyu da kapatacaklar, yönetime tümüyle el koyacaklar” diyerek reddetmişti bu önerileri.
Demirel istifa etmek zorunda kalmıştı, Meclis kapatılmamıştı, Anayasa yürürlükteydi.
Aaskerlerin isteklerini yerine getirmek üzere yeni hükümet de başta Demirel'in AP'si ve İsmet Paşa'nın CHP'si olmak üzere Meclis'teki partilerin desteğiyle kurulacaktı.
Hükümetin başına da CHP'den istifa ettirilen Nihat Erim atanmıştı.
“Ara rejim” dönemi böyle başlamıştı .
Lakin ara rejim hükümetleri de dikiş tutmayacaktı.
TEK FARK, SİLAHSIZ KUVVETLER
Demirel istediği kadar 28 Şubat'ı 12 Mart'tan ayrı görsün.
12 Mart süreci ve sonrasında olanlar, 28 Şubat ve sonrasında olanlarla benzerlik taşıdığı ortada.
12 Mart'ta Çankaya'da oturan Cevdet Sunay ile 28 Şubat'ta aynı koltukta oturan Süleyman Demirel arasında ciddi bir fark yoktur.
Hatta Demirel'in 28 Şubat sürecinde oynadığı rol, Cevdet Sunay'ın 12 Mart sürecinde oynadığı rolden çok daha fazlasıdır.
“12 Martçılar” anarşik olayları ve Demirel Hükümetinin anayasanın felsefesine ters düşen davranışlarını(irtica) gerekçe göstermişti.
28 Şubat'ın ana malzemesi -'irtica' en başta gelmek üzere- bundan pek farklı değildir.
Ancak 28 Şubat'ta medyanın oynadığı rol, 12 Mart sürecindeki medyanın rolünü ziyadesiyle aşmıştı.
28 Şubat medyası MGK kararlarını “Muhtıra gibi tavsiye” başlığıyla vermemişler miydi?
Tavsiyelere uymayan hükümetin askeri müdahaleye maruz kalacağına dair yorumlar yapmamışlar mıydı?
“Gerekirse silah kullanırız” manşetleri atılmamış mıydı?
O halde bu iki darbe arasındaki tek fark, 'silahsız kuvvetler'in oynadığı rol olabilir.
Yani, şapka aynı şapka ama altındaki adam farklıydı.
Demirel Refah-Yol'a karşı kadınları nasıl fıştıklamış!
“28 Şubat” sürecinde rol oynayan aktörler arasında yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş ile YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere çeşitli rektörler ilk sırada yer aldılar. Vural Savaş'ı da, Kemal Gürüz'ü de bu görevlere atayan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi.Sürece uygun davranmayan bazı rektörlerin görevden alınmalarında yahut istifa ettirilmelerinde YÖK Başkanı Gürüz başrol oynamıştı. Demirel, YÖK'ün bu icraatlarına göz yummuştu.
Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Hükümetin birinci ortağı ve Başbakan Erbakan'ın lideri olduğu Refah Partisi'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu.
İktidarda olan bir parti hakkında ilk defa böyle bir kapatma davası açılıyordu. 28 Şubat sürecinde Refah Partisi de, yine aynı kadrolarca kurulan Fazilet Partisi de kapatılmıştı.
Yargı mensuplarının Genelkurmay'da brifing almalarına da Devletin en tepesinde oturan Cumhurbaşkanı Demirel'den tepki gelmemişti.Yargının siyasallaşması Demirel'i hiç rahatsız etmemişti.
Refah-Yol hükümeti aleyhindeki sözde sivil protestoların yaygınlaşmasında da katalizör rolü oynamıştı Demirel. Cüneyt Arcayürek'in “Geri gidişe izin yok” kitabında yer alan şu anekdota bakar mısınız:
“Süleyman Demirel-Bugün kadınlar geldi . İstanbul'dan, İzmir'den bir grup. 'Korkuyoruz' dedi kadınlardan biri. Dedim ki: 'Siz her halde ve madem ki korkuyorsunuz, çarşafları hazırlamışsınızdır' dedim. Korkunun ecele faydası var mı? Bana gelip söylüyorsunuz. Gayet iyi bir hassasiyet bu. Çıkıp deseniz; bizi hiçkimse çağdaşlıktan, modernlikten döndüremez desenize. Herkesin mücadeleye gücü kadar hakkı vardır. Yaşama hakkınız, mücadele gücünüz kadardır.
Cüneyt Arcaüyürek: Evet, herkesin laikliğe karşı eylemlere, gelişmelere karşı çıkması lazım.
Süleyman Demirel: Madem ki , o istikamette gidiyor. 'Bizi çarşafa sokacaklar' diyorsun. Girersin! Fıştıkladım. Gittiler.”
Refah-Yol Hükümeti'nin istifa etmek zorunda bırakılmasının ardından, Hükümet kurma görevini ikinci parti konumundaki DYP lideri Tansu Çiller yerine üçüncü parti konumundaki ANAP'ın lideri Mesut Yılmaz'a vermişti.28 Şubat'ın ara rejim hükümetleri Demirel'in sayesinde kurulmuştu.Refah-Yol Hükümeti'ni oluşturan partilere hiçbir şekilde yol verilmeyecekti. 28 Şubatçıların istediği de buydu.
Demirel'e gelen bilgi, kendi ifadesiyle “ordunun altı memnun değil” şeklindeydi. Hükümet Refah Partisi'nin elinde çok uzun kalmamalıydı. Ordunun altını memnun etmek için, Refah-Yol kurban edilmişti.
12 Mart ve 28 Şubat arasındaki bazı benzerlikler..
“12 Mart” muhtırası başbakan Demirel'in istifasıyla sonuçlanmıştı. Lakin Demirel muhtırayı üzerine almamamıştı.
Bülent Ecevit ise muhtıraya şiddetle tepki göstermiş ve CHP Genel Sekreterliği görevinden istifa etmişti. 12 Mart muhtırasına CHP lideri İsmet Paşa'nın destek vermesini içine sindirememişti Ecevit.
İsmet Paşa'ya savaş açan ve bu savaşı kazanan Ecevit, 1972'de CHP Genel Başkanlığına seçilmişti. Yeni CHP, 1973 seçimlerinden birinci parti, muhtıraya direnmeyen Demirel ise ikinci parti çıkmıştı. Oysa Demirel, önceki iki seçimde de tek başına iktidara gelmişti.
“28 Şubat” sürecinde de kapatılan Refah Partisi'nin ardından Fazilet Partisi kuruldu. FP de kapatıldı ama bu süreçte Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki “yenilikçi” bir kadro tarafından AK Parti kuruldu. AK Parti üç dönemdir tek başına iktidar.
1973 seçimlerinden zaferle çıkan Ecevit, 1974'teki “Kıbrıs barış harekatı” nedeniyle sonraki seçimlerde oyunu yüzde 41,5'a çıkararak birinci parti konumunu muhafaza etti. Aynı Ecevit, 1999'daki azınlık hükümetinde Başbakan iken Abdullah Öcalan'ın Kenya'da Türkiye'ye teslim edilmesinin ardından gerçekleşen seçimlerde oy patlaması yaparak birinci parti olmuştu.
12 Mart Muhtırası, dönemin Meclis Başkanı Sabit Osman Avcı tarafından Meclis'te okutulması sağlanmıştı. Bu sırada “Demokratik Parti” milletvekili Hasan Korkmazcan ayağa kalkarak “Meclis muhtıraya muhatap değildir. Meclis'te Cumhurbaşkanlığı tezkeresi ya da Başbakanlık tezkeresi okunur. Ordu tezkeresini okutmak Anayasa ve Meclis İçtüzük hükümlerine aykırıdır” diyerek bağırmıştı. Oturumu yöneten AP'li Başkanvekili Fikret Turhangil ise “Öyle de olsa okutacağım” demiş ve okutmuştu. Demokratik Parti Milletvekili Kadri Eroğan ise Meclis kürsüsüne yürüyerek, “Sayın Başkan, Milli iradenin tecelligahı olan bu kutsal çatı altında bu bildiriyi okutamazsınız” demişti. Maalesef başka da bir tepki gelmemişti Meclis'ten. 28 Şubat MGK kararlarını Meclis'e getirmek yönündeki Refah-Yol hükümetinin girişimi de dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli tarafından, “Muhtıra Meclis ile muhatap edilmeyecek” sözleriyle engellenmişti. Ecevit, Erbakan ve Demirel “12 Mart”ı yaşamışlardı ve “28 Şubat”ı da yine birlikte yaşayacaklardı ama rolleri farklı olacaktı.
28 Şubat, yahut “Doux commerce”..
“Kanunların Ruhu” kitabında Montesqieu, “Ticaret.. her gün tanık olduğumuz gibi barbarca tavırların kabasını alır ve yumuşatır” demişti.
İskoç tarihçi William Robertson da “Avrupa'da toplumsal ilerlemeye bir bakış” adlı kitabında Montesqieu'nun bakış açısını daha ileri götürmüştür:
“Ticaret ulusların arasında ayrılığın ve düşmanlığın devamına yol açan önyargıların silinmesini sağlar. İnsanların davranışını daha görgülü ve yumuşak hale getirir.”
Görgülü uluslar (Batı), görgülü olmayan ulusları (Hindistan ve Afrika ulusları gibi) vahşice sömürdükleri halde, bundan “Doux commerce”, yani “tatlı ticaret” diye söz etmeleri hiç kuşkusuz tuhaf kaçıyor.
“Tatlı ticaret”in tadına varan Batı uluslarının görgüleri Hindistan'ı, Afrika'yı güç kullanarak işgal etmelerine ve sonra da iliklerine kadar sömürmelerine engel olmamıştı.
“Das Kapital” isimli yapıtında Karl Marx, Avrupa'nın ticari açılım tarihinin vahşi dönemlerine değinirken alaylı şekilde, “İşte tatlı ticaret” demiştir.
Engels de 1869'da Marx'a yazdığı bir mektupta, ailesine ait tekstil şirketiyle bağlarını kopardığını bildirerek, “Yaşasın! Bugün doux commerce sona erdi, artık ben özgür bir insanım” diye espri yapmıştı.
Albert Otto Hirschmann'ın kapitalizmin zaferini ilan etmeden önce nasıl savunulduğunu anlatan “Tutkular ve Çıkarlar” isimli kitabında okuduğuma göre “doux commerce” sözcüğü ticaretin yanı sıra, özellikle karşı cinsler arasındaki uzun ve ateşli sohbetler anlamında da kullanılırmış.
18. yüzyılda Paris'deki bir kolejde öğrenciler kibar, tatlı, rahat ve samimi iletişim kurmayı içeren bir eğitim de alıyormuş.
İşte “28 Şubat” da, “irtica geliyor” perdesi altında gerçekleştirilen tatlı bir ticarettir.
Büyük sermayenin önemli bir kısmı, medya ve “28 Şubat”ın asker kanadı arasında kotarılmış bir girişimdir. Yargıyı, üniversiteleri, bir kısım meslek ve sivil toplum kuruluşunu da bu işe bulaştırmışlardır.
Bu girişim sonucunda Refah-Yol Hükümeti düşürülmüş, akabinde kamu kuruluşları kelepir fiyatına satılmış, bankalar peşkeş çekilip içleri boşaltılmış ve böylece devlet milyarlarca dolarlık kayba uğratılmıştır.
Medya ve büyük sermayenin bir kesimi 28 Şubat'ın motor kanadına “biz size Refah-Yol'u verelim, siz de bize istediklerimizi verin” demişlerdir.
Klasik bir “al gülüm, ver gülüm” hikayesi.
Sonra 2001'deki “Şubat krizi” geldi ve bu krizden de bir gecede milyarlarına milyarlar katanlar oldu.
“28 Şubat” budur, çok tatlı bir ticaret olduğu kesindir ama millete ödettirilen bedelin de bir bedeli var.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatanlar er ya da geç işledikleri cürümlerin hesabını verecekdir.
Böyle buyurmuş resmi tarih!
“Din eğitimi” konusunda yaşanan tartışmalara baktığımızda “laikçi” kesimde çok fazla bir şeyin değişmediği anlaşılıyor.
“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)” genel başkanı Prof. Aysel Çelikel bir panelde şöyle konuşmuş:
'ÇYDD 23 yıl önce kurulduğu zaman, bir mücadele verirsek imam hatiplerin önü kesilir, çizgiye gelir, işte devlete bağlanır ümitlerimiz vardı. Şu anda böyle bir ümit taşımıyoruz. Çok fazla imam hatip liseleri var. Nedir, ne yapmıştır, amaçları nelerdir? Bilmiyoruz zaten. İmam doktor, imam avukat, her türlü kadroları yetişti.”
“Çizgiye getirmek”, “devlete bağlamak” gibi totaliter rejimlere atfedilebilecek cümleler hem “sivil”, hem de “hukukçu” kimliği taşıyan bir hanımefendiye yakışmıyor.
Konuşmasının devamında Prof. Çelikel şunları söylemiş:
'Din önemli bir bağdır, önemli bir sosyal olaydı ama tek başına ulus kavramının, kimliğinin içine geçmeye gücü varsa da tehlikeyi de beraberinde getiren bir unsurdur. Bütün dünyada ulusal kimlik olayı, resmi tarihle birlikte oluşuyor. Biz Atatürk Cumhuriyeti olarak ulus devlet kurduk. Bu ulus devlet demokratik, insan haklarına, hukuk devletine saygılı, laik ve sosyal bir devlet olacak. Bundan asla vazgeçmeyiz. Bu bizim için ulusalcılıksa evet biz ulusalcıyız. Hiçbir ulus tarihine arka dönemez.'
Elbette hiçbir ulus tarihine arka dönemez ve Türkiye toplumunu oluşturan milletin tarihi de cumhuriyet tarihiyle kısıtlı değil.
Bin yıllık bir tarih var bu milletin arkasında.
Çeşitli yorumlarıyla İslam bin yıllık tarih içerisinde teşekkül eden milletin mayasıdır.
İçerden ve dışardan bütün kışkırtmalara rağmen bu milletin hala ayakta kalmasının sebebidir bu maya.
“Resmi tarih böyle buyurdu” diyerek bin yıllık tarihe arka dönmek millete dayatılan dar gömleği ite kaka giydirmek değildir de, nedir?
Provokasyon mu, prova mı?
Adıyaman'da alevi insanlarımızın yaşadığı bir iki mahallede evlere işaretler konulmuş..
Ne olduğu ve kimler tarafından gerçekleştirildiği belirsiz bu işaretlemeleri bazı Alevi dernekleri “Yeni bir katliamın önprovası” veya “Alevilere katliam provası” olarak niteliyorlar.
Bu tür nitelemeler Alevi camiada “Maraş”ı, “Sivas”ı, “Çorum”u hatırlatıyor tabii olarak ve bir tedirginlik meydana getiriyor.
Bazı resmi açıklamalarda işaretlemelerin çocuklar tarafından yapılmış olabileceğine dikkat çekiliyor.
Olabilir, ama yine de provokasyon kokan bu işaretlemelerin faiillerinin en kısa zamanda ortaya çıkarılması gerekiyor.
Aslında, Türkiye ve Suriye arasında artan gerginlik nedeniyle alevi kardeşlerimizin hassasiyetlerini istismar etmeye yönelik bir takım provokasyonlar beklemiyor değildim.
Herşeyden önce bu tür provokasyonlar, alevi camianın tedirginliğini arttırıyor.
Daha önce yaşanan acı olaylar nedeniyle hafızalar tazeleniyor, zihinler de bir “acaba” sorusu dolanır oluyor.
Kimlerin, neden böyle bir prova yapabilecekleri sorusu da pek sorulmuyor bu gibi durumlarda.
Dolayısıyla “Adıyaman provokasyonu” amacına ulaşmıştır.
Adıyaman'ın tarihinde şimdiye kadar aleviler ve sünniler arasında bir çatışma yaşanmamış bildiğim kadarıyla.
Bırakın Adıyaman'ı, ülkemizin hiçbir yerinde böyle bir çatışma yaşanmasını gerektirecek bir neden yok.
“Neden yoksa oluştururuz” diyenler bizleri karşılarında bulacaklarından emin olsunlar, asla bu tür provokasyonlara meydan vermeyeceğiz.
Santayana'nın “geçmişi hatırlamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdur” sözünü elbette unutmayacağız ama faillerin belli olmadığı durumlarda daha dikkatli ve sağduyulu davranmayı da ihmal etmemeliyiz.
28 Şubat bağırarak geliyordu
Bir gece ansızın gelmemişti “28 Şubat”, bağıra çağıra gelmişti.
“28 Şubat”ın borazanlığı yapan medyanın manşetlerinden anlıyorduk.
O manşetler, o köşe yazıları pervasızcaydı, sanki ortada bir yağma ve talan pazarı açılmıştı..
Pay almak isteyenler mütedeyyin kesimlerin başına üşüşüyorlardı..
Akbabalar gibi gagalayıp duruyorlardı.
Medya hiç bu kadar kirlenmemişti.
Öylesine kaptırmışlardı ki kendilerini yaşadıkları anın hiç değişmeden hep aynı kalacağı hissi içindeydiler.
Pervasızlıkları bu yüzdendi.
“Yeni Şafak”a 1996'nın son aylarında başlamıştım.
Sürece müdahale eden bir gazeteydik, “28 Şubat” ile ilgili bir dizi hazırlamıştım..
Başlıklarımdan biri “28 Şubat'ta demokrasinin boynu vuruldu” idi.
O başlık yüzünden hakkımda dava açılmıştı.
Ve daha nice davalar, gidip geldik mahkemelere.
Yolsuzluk yapan rektörlerin yolsuzluklarını yazdığım haberlerden ötürü de bir kaç davadan yargılandım.
Hepsi belgeliydi oysa.
Utanmadan sıkılmadan “İrticaya karşı mücadele ettiğimiz için bizi yolsuzluk yapmakla suçluyorlar” diyorlardı.
Böyle bir dönemden geçmiştik.
İrtica kampanyalarının arkasında saklanan “yağma masası” bir gün devrilecekti.
Her darbeden sonra olduğu gibi güneş yine doğudan doğacak ve yine batıdan batacaktı.
“Yeni Şafak”, muktedirlerin öfkesine kulak asmadan yoluna devam etti.
Basının yüz ağartan örneklerinden biri oldu.
28 Şubat süreci bir mağduriyet süreciydi.
Aralarında çok yakınlarımının da olduğu binlerce memur işlerinden edildi.
Meslekten edilmenin aşağılayıcılığına katlanmanın yanı sıra ekonomik zorluklarla da boğuşmak zorunda kaldılar.
İnsan hayatında çok önemli olan yedi sekiz yıl hayatlarından “resmen” çalındı.
Daha nice çalınan hayatlar..
Ve bütün bunları alkışlayarak, “ohh olsun” diyerek karşılayanlar..
Bunları niye anlatıyorum ki zaten hepsini biliyorsunuz, herşey, herkesin gözünün önünde yaşanmadı mı?
28 Şubat mağdurlarının çıkarması gereken en önemli ders ise, “başkalarının 28 Şubat'ı”nı yaratmamak olmalı.
Ancak o zaman kavuştuğumuz şeyler hayal ettiklerimizle alay etmeyecektir.
Adam Smith'in ekonomi felsefesine kökten karşıyım ama hoşuma giden şöyle bir cümlesi var:
“Başkalarının acılarını anlamak ama kendi çektiklerimize aldırmamak, bencilliğimizi dizginleyip şefkat duygularımızı uyandırmak insan doğasının mükemmelliğini oluşturur.”
Şefkati kalplerimize yerleştiren ve yaşadığımız her anın “kamil insan”a doğru kanat açmasını ilham eden Rabbimize hamdolsun.
Çektiğimiz acılar ise asla ve kat'a başkalarının acılarıyla taçlanmasın.
28 Şubat, Erbakan ve İsrail
Sivil hükümetlerin göze alamayacağı pek çok anlaşmanın darbe dönemlerinde kolayca yapıldığı bir gerçek.
ABD ile en mahrem askeri anlaşmalar “27 Mayıs” darbesinden sonra gerçekleştirilmişti.
İsrail ile stratejik askeri işbirliği anlaşmaları da büyük ölçüde “28 Şubat” sürecinde imzalandı.
Aslında 28 Şubat süreci 1995 seçimlerinde “Refah Partisi”nin yüzde 21 oyla birinci çıkmasıyla başladı.
İsrail ile askeri işbirliği anlaşmalarını Org. Çevik Bir'in başını çektiği askerler yürütüyordu.
Anlaşmaların İsrail tarafında ise Hükümet vardı, “Savunma Bakanlığı” vardı.
İlki Refah-Yol'dan önce, Şubat 1996'da imzalanmıştı bu anlaşmaların.
Refah-Yol Koalisyonu anlaşmaların önünde engel olarak görülüyordu.
Dolayısıyla 28 Şubat sürecinin 28 Şubat 1997deki “Milli Güvenlik Kurulu”nda askerlerin hükümete dayattığı kararlarla başladığı düşünmek yanlış.
28 Şubat sürecinin malzemesi 'irtica' idi.
“İrtica', müesses nizamın sahipleri olduklarını düşünen sivil kesimlerin eline verilmiş elma şekeriydi.
28 Şubat'çılar arasında da 'irtica' bahanesiyle kendilerine yeni bir darbe fırsatı doğduğunu düşünenler vardı.
Ufukta yeni bir “9 Mart” darbesi görünüyordu.
Oysa silahlı kuvvetlerin en üst kademesi, Refah-Yol hükümetini işbaşından uzaklaştırmakla yetinmek istiyordu.
“Post-modern bir darbe” yeterliydi.
İlk başta birlikte hareket eden cuntacılar 1971'de bölünmüş ve böylece 9 Mart'ta “Hafız Esed tipi” rejim kurmak isteyenler yenilgiye uğratılmıştı.
Demirel Hükümeti istifa etmiş ama 28 Şubat sürecinde olduğu gibi Meclis açık tutulmuştu.
9 Martçı grubun başındaki bir general de, ordudan emekli edildikten sonra açılan bir davada cunta kurmaktan yargılanmıştı.
O general daha sonra(1975'de) alevi seçmenlere hitap eden bir partinin genel sekreterliğine getirilmişti.
Bu parti 1973 seçimlerinde yüzde 1.1 , 1977 seçimlerinde ise yüzde 0.4 oy alabilmişti.
28 Şubat sürecindeki 12 Mart-9 Mart ikileminde de sonuç değişmedi.
AK Parti hükümetini devirmeyi amaçlayan kimi darbe girişimlerinde de benzer deneyimler yaşandı.
9 Mart olayının içinde yer alan bazı sivillerin, dahil olmaya çalıştıkları bu girişimlerin 1971'deki gibi fiyaskoyla sonuçlanması ihtimalinden kaygı duyduklarını içeren konuşmaları gazetelere yansımıştı.
Fiyaskoyla sonuçlanan bu girişimler de şimdi mahkemelerin konusu.
Bütün askeri darbelerin , “28 Şubat”ın ve diğerlerinin de ana malzemesi hep 'irtica' idi.
Aslında 'irtica', görmememiz, bilmememiz, duymamamız gereken pek çok şeyi örten şaldır.
O şalın altındakileri hep sonradan öğreniyoruz.
Maalesef bazı ideolojik ve mezhebi kesimler de bu ört-bas olayının aktörleri oluyorlar.
Sonra da sızlanıyorlar.
Mehmet Ali Birand'ın “Son darbe: 28 Şubat” belgeselinin bazı bölümlerini izledim.
Belki gözümden kaçmış olabilir ama herhalde Birand, “28 Şubat ve İsrail” ilişkisini de yansıtmış olmalıdır.
Aksi takdirde belgesel çok eksik kalacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder