AB'ye tokat
Başbakan Erdoğan'ın geçtiğimiz hafta ŞANGHAY BEŞLİSİ ile Avrupa Birliği'ni korkutması birçok kesim tarafından eleştirildi. Bu birlik içinde yer alan ülkelerde demokrasi olmadığı, tek adamlığın ve tek sesliliğin hakim olduğu vurgulandı... Yani özetle Türkiye'nin böyle bir yapı içinde olamayacağı söylendi. Bunları yüksek sesle söyleyenler de içeride Avrupa Birliği'ne gönülden destek verenlerdi!
Peki işin aslı neydi? Türkiye ne istiyor, Avrupa ne diyordu?
Uzun hikaye ama yine de anlatmayı deneyelim...
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa'nın jandarması olmak için kolları sıvadı.
Normandiya Çıkarması'ndan sonra işler değişti.
Washington, bölgede olmak ve Avrupalı devletlerin attığı her adımı izlemek istiyordu. Savaşın izlerini silmek için çırpınan Avrupa da boş durmuyordu. 1950'lerin hemen başında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Almanya ve Fransa sanayinin iki önemli hammaddesini birlikte yönetmek için start verdi.
Bunlara İtalya ile birlikte Belçika, Hollanda ve Lüksemburg da katıldı. Birleşik Avrupa'ya giden yolda ilk hamle yapılmıştı. Avrupa kendi içinde kenetlenirken Amerika, Türkiye'ye yerleşmeye başlamıştı. Bu Ankara'yı içine almak isteyen Birliği ürkütmüştü!
Kömür ve çelik için bir araya gelen ülkelerin amacı Türkiye üzerinden PETROLE ulaşmaktı. Enerji kontrolü Türkiye'nin etrafında gerçekleşiyordu. Ankara bir yandan Kore'ye asker gönderiyor, bir yandan da NATO'ya üye oluyordu. Amerika ile ordunun yakınlaşması dikkatlerden kaçmıyordu. Bu tablo Avrupa'yı mutsuz ediyordu. Ankara ise hem onları hem Amerika'yı idare etmeye çalışıyordu. Ankara, adı konulmayan ALTIN bir dengede yürüyordu.
Amerika'ya karşı kurulan Avrupa Birliği ise Washington'la en sert mücadeleyi Türkiye'de veriyordu! İki taraf için de Ankara vazgeçilmezdi!
Avrupa giderek genişlerken Amerika'dan ara sıra "Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyoruz" sesleri yükseliyordu... Bu sesler, 1970'lerin başında BİRLİĞE üye olan İngiltere'nin Amerika'daki adamlarına aitti... Çünkü Londra tarihsel bir gerçek olarak Türkiye'de çok güçlüydü... Bu nedenle DARBELERİN arkasında Amerika ile kapışıyordu. İkisi de Türkiye'yi kaybetmek niyetinde değildi... 1960 darbesini kazanan taraf İngilizler'di. 1971'de maç berabere bitince Londra bu kez Avrupa Birliği üzerinden Türkiye'yi yanına çekmek için çalışmaya başladı. Ama işi hiç kolay değildi. Birliğin temelini atan iki ülke, yani Almanya ve Fransa, "Londra'nın, Ankara üzerinden enerji kavşağı olan Ortadoğu'ya zıplayacağını" biliyordu!
Bu nedenle kalabalık nüfusu ile BİRLİK içinde dengeleri altüst edecek olan Türkiye'ye geçit vermiyorlardı... Konu Türkiye olunca kendi aralarında bile bir denge vardı! Çok söylenmese de PKK'ya destek veren Avrupa "Kürtler'i dışarıda tutarak" Ankara'yı almak istiyordu! Bunun için de Türkiye'nin bölünmesi gerekliydi! Bu yüzden de terörün azması, bitmemesi isteniyordu... Kürtler adına dağa çıktığını söyleyen PKK da bu gerçeği görmezden geliyor, bunu söyleyenleri de bir bir ortadan kaldırıyordu...
Birlik, Türkiye konusuna çözüm ararken VATiKAN'ın ruhani lideri POLONYALI Papa II.
JEAN PAUL (yani Karol Josef Wojtyla) üzerinden başlattığı kampanya ile eski Doğu Bloku ülkelerini tek tek bünyesine katıyordu! Amerika'ya olan direnç genişliyor ve güçleniyordu. Zaten Papa ana dili olan Lehçe'nin yanı sıra İtalyanca, Fransızca, Almanca, İngilizce, İspanyolca, Portekizce, Rusça, Hırvatça, Latince ve Antik Yunanca biliyordu! Papa demek, Avrupa Birliği demekti!
Avrupa kendi içinde Türkiye'yi tartışırken, Amerikalılar akıllıca davranıp ismi Hüseyin olan, siyahi birini başkan seçtiler. Müslüman olup olmadığı bilerek tartıştırılan OBAMA göreve gelir gelmez "Amerika İslam'ın dostudur"diye konuşuyordu...
Washington'daki derin akıl Avrupa'yı sollayıp Ortadoğu'ya doğrudan mesaj veriyordu...
Belli ki Amerika, İslam coğrafyasında silahla olamayacağını anlamıştı. Bu nedenle Bush dönemi kapanmakla kalmıyor, bölgede kullandıkları DİL de değişiyordu...
Ama bütün bunlar yetmezdi.
Avrupa'nın da Amerika'nın da Türkiye'yi yanına alması şarttı. Ankara olmazsa iki güç de oyun kurup yönetemezdi.Gerçek buydu!
Bu gerçeği Ankara da biliyor ve sonuna kadar kullanıyordu. 150 yıldır masada kaybeden TÜRKLER artık talihlerini değiştiriyordu. Kaderlerini kendileri yazıyordu.
Yeni Ankara bunu bildiği için bazen "Şanghay Beşlisi" diyor ve GÖKTÜRK-2 keşif uydusunu ÇİN'den uzaya yolluyordu!
Yani hem Amerika'ya hem Avrupa'ya "Siz bilirsiniz!" mesajı gönderiyordu!
Yıllarca içeriyi karıştıran Avrupa ve Amerika şimdi kapıya gelip "Bizimle olun" teklifini sunuyordu...
Avrupa Birliği resmen bir şey demese de el altından her üye bunu söylüyordu. Bunlar basına yansımadığı için de Ankara'nın keyif sörfü yaptığını anlamıyorduk!
Ortadoğu'ya 'kim inecekse' Ankara'nın onayını almak zorundaydı.
Bunu gören Obama bir adım önde! Bu yüzden Avrupa kendini kaybetti! PKK'dan sonra uyuyan diğer terör hücrelerini de uyandırdılar!
Avrupa'nın başına çöreklenen İHTİYARLAR, yani Yahudi Baronlar, Ankara'yı kaybetmemek için her yolu deniyor!Ama sonuç alamıyorlar!
Bunu gören Erdoğan da tokat üstüne tokat atıyor! İşte içinde Avrupa olmayan, Avrupa yolculuğumuz böyle bir şey...
Bilmem anlatabildim mi!
Gidecekler!
Tanzimat'ın ilanı, meşrutiyetin getirilmesi, Cumhuriyet'in kabulü gibi değişimler hiç de ders kitaplarında yazdığı kadar kolay ve sancısız olmamıştır...
Her değişim hem taraftarını hem şiddetli karşıtlarını yaratmıştır...
Mücadele eksik olmamıştır.
Fakat bizim topraklarımızdaki çatışmanın temeli hepBATI'ya dayanmıştır... Onların kendi aralarındaki mücadele ülkenin yönünü belirlemiştir...
Kabaca 150 yıldır Türkler, DERİN DEVLETTTEN mahrum kalmıştır!
Cumhurbaşkanlarına, hükümetlere, Başbakanlara, Meclis'e DANIŞMANLIK yapan derin ve akıllı bir teşkilat yoktu!
Bütün büyük devletlerde olan yapı, uzun zaman önce bizde ortadan kaldırılmıştı...
Hafızamızın silinmesi, eskiye dönmemesi için bu şarttı! Adamlar, onların istediği şekilde yaşamamızı istiyordu. İddiasız, amaçsız, hareketsiz ve en önemlisiHAYALSİZ...
Devletin kurumlarının üstünde olan bu yapı, çarktaki her dişlinin sağlıklı dönmesi için gerekliydi!
Ama Neo-Con, Londra, İsrail ve Avrupa koalisyonu Ankara'nın göbeğine kendi derin devletlerini gelip kurdu! Yıllarca bu heyetin aldığı kararlar uygulandı.
Ekonomide, siyasette, hatta sporda bu masanın istekleri yerine getirildi.
Ancak olan biten her şey ülkenin çıkarlarının karşısındaydı...
Adı Türkiye olan ülke, Türkiye karşıtlarına hizmet ediyordu...
Ettiriliyordu!
Kimsenin buna "DUR" diyecek gücü yoktu...
Ama başka coğrafyalarda bizdekinin tam tersi oluyordu! Devletin bekası için yaşayan derin devlet, en önemli kavşaklarda görevini eksiksiz yapıyordu!
Mesela Rusya...
Yakın tarihin en büyük değişimini böyle gerçekleştirdi...
Nasıl mı?
Anlatalım....
Komünizm altında 70 yıl yaşayan SSCB'de, işler istenildiği gibi gitmiyordu. Koca bir dev dışarıya tamamen kapalı da olsa içeriden çatlak sesler geliyordu.
Ve bunlar dışarıdan rahatlıkla duyuluyordu.
Özellikle ekonomi çarkı sağlıklı dönmüyordu! Kimse gelecekten umutlu değildi.
Alternatif olarak dünyada yerini alan KOMÜNİZM sarsılmaya başlamıştı...
Ve bizde olmayan Rus derin devleti sahneye çıktı!
1985'te Gorbaçov lider oldu...
Batı'ya ve Çin'e giderek değişimin ayak seslerinin duyulmasını sağladı...
SSCB, eski SSCB değildi!
Glasnost ve Perestroika ile eskiye ait olan bütün yapılar çatırdamaya başladı. Komünizm sallanıyordu...
Çünkü Rus Derin Devleti, ülkeyi kurtarmak için başka bir seçenek görmüyordu!
Devletin değişerek yaşaması gerektiğine inanmıştı!
Hamleler peşpeşe geldi...
Kökten değişim yaşanırken, küçük bir grup dışında çatlak ses çıkaran yoktu! Önce Reagan ile görüşen Gorbaçov daha sonra Baba Bush'la yeni dünyanın temellerini atıyordu...
Özellikle 9 Eylül 1990 Helsinki Zirvesi'nde son nokta konuluyordu...
O görüşmeden sonra Amerika, şu anda oluşturulan dengenin temellerini attı...
Washington'a göre Asya ile Avrupa, Rus ve Türk desteğiyle kontrol edilebilirdi!
Washington petrol fiyatlarını bilerek yükseltip Rusya'nın zenginleşmesini sağlayacaktı...
Plan buydu!
Ancak zayıf da olsa sosyalist rejimin sevdalıları vardı. Gorbaçov'dan hazetmiyorlardı. 19 Ağustos 1991 sabahı KGB'nin içinden küçük bir grup, YANAYEV ile birlikte hareket eden 8 kişilik İhtilal Komitesi'ne destek verip karşı devrim yapmak istedi. Ancak Gorbaçov'u pek sevmeyen Yeltsin tankların üzerine çıkınca operasyon yattı..
Karşı hareket üç günde tesirsiz hale getirildi...
Komünizm kesin olarak tarihe karışırken, ülkede ne kan akıyor ne de karışıklık yaşanıyordu! Üstelik 11 ülke kendi yoluna gidiyordu! Avrupa ve Asya'nın haritası değişiyordu..
Devleti kurtaran "derin devlet" gereğini yapıyor, ülkeyi geleceğe taşıyordu!
Bütün kurumlar hızla değişiyor ve yenileniyordu!
Derin akıl böyle bir şeydi işte!
Tam bu evrede rahmetli Özal ile birlikte hareket eden birkaç kişi, bu değişimi gördü... Bir şeyler yapmayı düşündüler... Önce ülkenin kanını emen PKK'dan kurtulmak istendi! Ama dışarısı ve içerideki işbirlikçiler buna hazır değildi!
Kanlı 1993'ün arkasında yatan asıl gerçek budur!
Türkiye'nin Rusya'dan sonra değişimi istenmemiştir!
Londra merkezli güç bastırdıkça Washington da karşılık verdi!
Türk devletinin yetki verdiği isimler tek tek ortadan kaldırılırken, kaybeden Türkiye oluyordu!
Özal ile birlikte can veren Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Cem Ersever hep iki gücün çekişmesine kurban gidiyordu! 1990'da SSCB'nin dağılmasını fırsata çevirmeye çalışan Ankara, bunun bedelini pahalıya ödüyordu!
Ruslar rejimi silip atarken, Ankara bir türlü istediği rotada gidemiyordu!
Padişah ve Mustafa Kemal'in ortak Cumhuriyet planından sonra ilk kez 2006'da Türk derin aklı hayata geçti! Siyaset kurumunun destekçisi olan bir yapı artık hayattaydı...
Ama yine de işler kolay değildi. Sovyet Komünist Partisi kendini lağvederken, bizdeki bazı partiler Londra'dan emir alıyordu hala...
En önemli devlet meseleleri bile ortak kararla çıkamıyordu!
Mücadele hem içe hem de dışa karşı veriliyordu!
Dönüşüm çok zor oluyordu!
PKK ve barış meselesinde bile her siyasi oluşumdan farklı bir ses çıkıyordu...
Oysa yapılmak istenen çok basitti... Resmi ideoloji esneyip, bölgeyi yönetecek kıvama getirilecekti. Ama bu bile, yani Büyük Türkiye bile tarafları iknaya yetmiyordu!
Ama derin devlet ayakta ve pes etmeye niyeti yoktu!
Irka bağlı milliyetçilik tarihe karışacaktı...
Büyük devletler nasıl herkesi kucaklıyorsa Ankara da aynısını yapacaktı...
Avrupa gibi, Amerika gibi...
Bu nedenle içeride değişimi anlamayanlar gidecekti! "Ne zaman ve kim?" diye sormayın!
Onlar kendilerini biliyor çünkü!
Derin akıl böyle emrediyor...
Maalesef bizdeki dönüşüm Rusya'dan bile zor oluyor!
Burada kimin eli kimin cebinde belli değil çünkü...
Tarafları anlamamız bile zaman alıyor...
Biraz sabırlı olup bekleyelim...
NOT: Bazı dostlarımız "Rusya dengenin neresinde?" diye soruyor...
Rusya doğalgazla Avrupa'yı elinin altına almış durumda!
Vanayı kapattıkları anda Avrupa donar! Sırada Türkiye'nin petrole hükmetmesi var!
Hesap yakın
Ergenekon operasyonları yeni başlamıştı ve dalgalar peşpeşe geliyordu. Kimsenin aklına getirmeyeceği işler oluyor ve Türk ordusunun kudretli paşaları içeri alınıyordu!
Polis orduevlerinden komutanları toplarken, Genelkurmay Karargahı'ndan dişe dokunur bir karşı çıkış gelmiyordu. Cumhuriyet tarihinin en büyük gözaltıları yaşanırken belgeler, dosyalar, ses kayıtları, gizli tanık isimleri havada uçuşuyordu...
Saf akılla olanları anlamaya çalışmak bazen pek olumlu sonuç vermiyordu. Taşlar çok kere yerine otursa da en önemli alanlar bazen BOŞ kalıyordu.
Haliyle bir gazetecinin cevabını bulamadığı soruyla yaşaması pek mümkün değildi!
Hele benim gibi inatçı birinin asla...
İşte dalgaların tsunamiye dönüştüğü günlerde çokÖNEMLİ BİR YETKİLİYE ulaşmayı başardım... Bir dostumdan aracı olmasını istemiştim. O da kabul etmişti. Gideceğim YETKİLİYİ hiç tanımıyordum.
Ama neler olup bittiğini anlayacağım tek noktaydı!
Heyecanlıydım!
Dersime çalıştıktan sonra bütün Türkiye'nin merakla izlediği O KAPIYA dayandım. Hiç vakit kaybetmeden içeri kabul edildim. Herkesin merak ettiği o masanın bir ucunda ben vardım!
Hazırlıklıydım. Sorularımı hiç sakınmadan masanın diğer ucuna gönderdim! Önce düşük dozlu cevaplar aldım. Aşağı yukarı verilen cevapların tamamına yakınını biliyordum. Akılla oralara kadar gitmiştim!
Masada oburluğum tansiyonu yükseltmişti! Hiçbir cevabı hemen kabul etmiyor, muhakkak ikinci bir soru daha soruyordum... Gerilimin tavan yaptığı sırada cevabını en çok merak ettiğim soruya gelmiştik!
Soru, bir GENELKURMAY BAŞKANI ile ilgiliydi!
Herkes o PAŞA için bir şeyler söylüyordu. Genel kanı, ALINACAK şeklindeydi! Ama benim analizime göre alınması doğru değildi! O masadaki kararı öğrenebilirsem, Ergenekon'un gideceği yeri kestirebilirdim! Sanırım beni odasına misafir eden kişi konu hakkında fazlasıyla bilgi sahibi olduğumu düşündü ki en önemli soruma doğrudan ve samimi bir cevap verdi:
Paşa hakkında bize gelen bilgiler ÇİFT yönlü...
Bir kısım belgelere göre PAŞANIN bir saniye bile dışarıda kalmaması gerekir.
Diğer kanala göre ise o bir kahraman!
Bu nedenle almamız zor!
Bu benim beklediğim şıktı! Cevabın bana çok yararı olmuştu! O günden sonra bütün operasyonlara bu açıklamanın omuzlarına çıkarak baktım!
Öyle bir anahtar bulmuştum ki o saatten sonra açamadığım kapı kalmıyordu!
Paşanın geçmişine hakim olduğum için görüş mesafesi artık benim için sonsuzdu!
Bunları neden anlattım? Ne demek istedim?
ABD Büyükelçisi Ricciardone, önceki gün "Çok uzun süredir hapiste olan milletvekilleriniz var. Askeri liderleriniz aynı şekilde, onlar da terörist gibi cezaevine gönderildi. Onlara bu ülkeyi koruma görevi verilmiş ama hapisteler. Profesörler, eski YÖK Başkanı demir parmaklıklar arkasında.
Tam anlaşılmayan, 16 yıl önceki çalışmalarla ilgili belirsiz suçlamalarla hapse kondular. Şiddet içermeyen gösteri yapan öğrenciler, tutuklandı. Hukuki bir sistemin sonuçları bu şekilde olursa kafalar karışır" diye konuşunca yukarıda verdiğim örnek canlandı hafızamda! Çünkü Büyükelçi'nin söyledikleri ile benim peşinden koşup bulduğum gerçek birbirini tamamlıyordu!
Neydi bu gerçek?
Anlatalım...
Operasyonlar başladıktan sonra her gün yeni bilgiler paylaşılıyordu. Gazeteler yayın ilkelerine göre, bunların peşine düşüyordu! Kimi "yalan iftira" derken, kimi de "Vaayyy be, neler olmuş" manşetleri atıyordu! Bu hengamede büyük fotoğrafı gösterecek yazar da bir elin parmaklarını geçmiyordu!
Herkes kendisine ait pencereden sallıyordu!
Vatandaşın kafa karışıklığını düşünen yoktu! Herkes forma aşkı üzerinden tartışıyordu!
Oysa ortada çok ciddi analiz gerektiren bir hadiseler zinciri vardı...
Sızdırılan belgelerin geniş zamana yayılması operasyonun bir ya da birkaç kişi tarafından yapılamayacağını gösteriyordu. Ayrıca suç olarak kabul edilen faaliyetleri de devletin kurumlarının yaptığı açıklamalarla öğrenmiyorduk!
Mesela BALYOZ darbe planını!
Bu belgelerin tesadüfen ele geçtiği tezini çürütüp aksine ortada bilinçli bir çalışmanın varlığını doğruluyordu!
İşte bu noktada ben çok kişiden ayrılıyordum!
Bence, Ankara'daki DERİN AKIL, MİT'in takip ettiği ilişkileri gazeteciler ve muhbirler üzerinden toplumla paylaşıyordu! Doğrudan MİT açıklamıyordu, çünkü ordu ile arasına HUSUMET girsin istenmiyordu!
Ve yine bence HİLMİ Paşa ve AYTAÇ Paşa'nın da içinde olduğu bu çatı, Ankara'daki yeni masaydı!
Haliyle daha başka isimler de vardı!
Yeni masa operasyon için düğmeye basınca, karşı taraf da yıllardır kullandığı kartları tekrar sahneye sürdü!
Yeni masa artık devletin "Komünizm", "Kürtçülük", "Türkçülük" ve "İrticacı" avına çıkmaktan vazgeçtiğini ilan etti! Bu nedenle rotayı kapısında beklediğimiz AVRUPA'ya değil de yıllardır sokulmadığımız ORTADOĞU'ya döndürdü! Bunu yaparken de rejimin hassasiyet taşıyan konularında ince ayara gitti! Yeni masa bunu yaparken,DIŞARISI boş duracak değildi!
Durmadı da!
Ankara, Avrupa ve Amerika yanlısı faaliyetlerde bulunanları toplamak için harekete geçerken karşı taraf düğmeye bastı! Özellikle AVRUPA içeride çok güçlüydü! Adam yerleştirmedikleri KURUM yoktu! Bu nedenle yeni masanın aldığı her kararın içine kesinlikle çok sayıda SUÇSUZ ve GÜNAHSIZ askerin ismini eklerken zorlanmadılar!
Anlayacağınız kurunun yanında yaş da yanıyordu!
Yukarıda ismini veremediğim PAŞA hakkında çift yönlü belge yağmasının sebebi buydu! Özellikle Avrupa kanadı hiçbir şeyden haberi olmayan isimleri içeri atıp ordudaki bütünlüğü bozmak istedi! Askerin direncini kırmak tek amaçlarıydı. Çünkü devlet KÜRTLER'i tehlike görmekten vazgeçtiğini açıklamışken, bir yandan PKK'nın saldırması bir yandan da askerlerin tutuklanması onların OYUN PLANIYDI! İstedikleri bir yere kadar oldu! Yeni masanın canı yansa da Büyük Türkiye rotasından sapma olmadı!
Hep söylediğim gibi Ankara'da artık DERİN BİR AKIL vardı!
Amerika, yıllar önce YEŞİL KUŞAK projesine uygun olarak İran'da İSLAMCI bir rejim kurmak istemişti! Hazırlıklarını buna göre yapmıştı! Tam sonuç alacakken Sovyetler ve Fransa işin içine girdi!
Operasyonu engellemek yerine ele geçirmeyi denediler!
Ve başarılı da oldular! Bu nedenle Humeyni, Paris'ten gelip Tahran'a indi!
Şimdi Ankara bir benzerini içeride yapmak için düğmeye bastı!
Yargı sistemi baştan aşağı değişecek! Büyük Türkiye'yi engellemek isteyenler BERTARAF olacak...
Silivri'de suçsuz yere yatanların hesabı sorulacak...
Bunu ilk gören Ricciardone oldu.
Nereden mi biliyorum?
Anahtar dedim ya!
Kimin elçisi
Amerika'nın Ankara Büyükelçisi Ricciardone, gazetecilerle yaptığı toplantıdan sonra ülkenin gündemine oturdu. Büyükelçi'nin "Çok uzun süredir hapiste olan milletvekilleriniz var.
Askeri liderleriniz, terörist gibi cezaevine gönderildi. Onlara bu ülkeyi koruma görevi verilmiş ama hapse kondular. Profesörler, eski YÖK Başkanı demir parmaklıklar arkasında...
Şiddet içermeyen, gösteri yapan öğrenciler, tutuklandı..." sözleri iktidarın tepkisine neden oldu.
Hüseyin Çelik "Haddini bil" derken Dışişleri Bakanlığı da dün kendisini davet ederek bir açıklama istedi...
Bunlar herkesin bildiği şeyler!
Ama bir de işin bilinmeyen tarafı var. Saatlerce televizyon izleseniz, bütün gazeteleri okusanız bulamayacağınız gerçekler!
Çünkü sık sık tekrarladığım noktalar bu ülkede konuşulmayan ve üzeri örtülen alanlardır!
Bizim camiada başkasına çalışan çok adam olduğu için de böyle netameli konularda tornistan yapmakadettendir!
Zaten birçoğu da gerçeğin ne olduğunu bilmez!
Kullanıldıklarıyla kalır!
Neyse konumuza dönelim...
Sayın Büyükelçi Ricciardone ilk kez konuşmuyordu.
Ve ilk kez adından söz ettirmiyordu...
Tarihler 26 Kasım 2011'i gösterirken Başbakan Erdoğan sindirim sistemi ameliyatı geçirdi.
Ani gelen bu operasyon bazılarını heyecanlandırdı!
Bu fırtınaya kapılanlardan biri de Ricciardone'ydi!
Büyükelçi kimselere haber vermeden İstanbul'a geldi!
Yok yok Erdoğan'a "geçmiş olsun" demek için değil; gizli ve özel bir toplantı için... Büyükelçi, Aydın Bey'in gazetelerinde görev yapan 4 gazeteciyle Aydın Bey'in sahibi olduğu HİLTON Oteli'nde bir araya geldi. Görüşme tamamen kapatılan ve güvenlik altına alınan bir katta yapıldı! Amerikan Büyükelçisi'nin Aydın Bey'in gazetecileri ile toplantı yapması gerçekten ilginçti!
Çünkü kendisi Başkan OBAMA'nın temsilcisi, o gazeteciler ise Avrupa'nın Türkiye'deki sözcüleriydi!
Yani Londra merkezli BÜYÜK PATRONLARIN ilişkilerini takip ederlerdi!
Ve genellikle bunlar Musevi işadamlarıydı!
Amerika'da da Avrupa'da da güçlüydüler!
Ricciardone'nin gündeminde Erdoğan vardı...
Büyükelçi elbisesini çıkarıp, sağlık memuru gibi davranmaya başlamıştı!
Etrafındaki gazetecilere
O giderse yerine kim gelir gibi onlarca soruyu yöneltti.
Burası Türkiye...
Kendi Başbakanları hakkında bir başka ülkeye bilgi vermek bazıları için sıradandı! Hep söylediğim gibiYABANCILARIN suçu yoktu!
Biz gönüllüydük!
Devam...
Ricciardone bununla da yetinmedi... Belli ki isminin anılması hoşuna gidiyordu! Durmuyordu!
12 haziran seçimlerinden hemen sonra "Başbakan ERBAKAN'ın seçim zaferini kutlarım" dedi.
Tepki gelir gibi olunca "JETLAG olduğum için yanlış yaptım" savunmasına sırtını yasladı.
Ankara'yı sevmişti!
Bir gün Diplomasi Muhabirleri Derneği üyeleriyle bir araya geldi. Bir hanımefendi kahvaltılı toplantıda önüne İMAM BAYILDI koyunca "İmam Bayıldı'ya bayılıyorum. Elçilikteki arkadaşlar da bayılıyor. Zaten Türkiye PATLICANülkesidir. Çok meşhurdur. Patlıcana bayılıyorum" diye ESPRİ yapıverdi...
Tutuklu gazeteciler için de sessiz kalmıyordu...
"Bir yanda gazeteciler gözaltına alınıyor bir yanda özgür basın deniyor, biz bunu anlamıyoruz" çıkışı yaptı.
Bunu da engin Türkçe bilgisini gösterip "Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu..." sözüyle taçlandırdı...
Sayın Büyükelçi Türkçe'ye hakim olduğunu zannetse de "Cami duvarına işemek" sözünden haberi yoktu!
Ricciardone'nin son çıkışı bardağı taşırdı!
Çünkü Sayın büyükelçi göreve geldiğinden beri New York ve Londra'daki BARONLARIN adına konuşuyordu!
Erdoğan-Obama birlikteliğini görmezden geliyordu! İki ülkenin bölgedeki çıkarlarını ve ortak hareket tarzını hiçe sayıyordu!
Zaten göreve atanması çok zaman almıştı!
Amerikan Senatosu bile işin içinden çıkamamıştı!
Eğer benim yukarıda sıraladıklarım yanlışsa, yani Sayın Ricciardone doğrudan Obama'ya bağlı ise yakında "ya susacak, ya özür dileyecek ya da geri gidecek" demektir!
Yok, Büyükelçi kağıt üstünde Obama'ya bağlı olsa da, aslında PARTNERLERİ dev patronlar ise Büyük Türkiye'yi engellemeye çalışan Avrupa ile el ele demektir!
Bu nedenle Ankara'nın sinirlerini bozmak için son noktaya kadar çalışacaktır!
Peşpeşe sıraladığım çıkışlarına bakınca Ricciardone'nin Londra-New York hattına hizmet eden davranışlar içinde olduğunu görüyoruz!
Eğer ben yanılıyorsam, gelen baskıyla en kısa zamanda hatasından dönecektir!
Eğer özür gelmiyorsa az önce altını çizdiğim HAT içeriden saldırmaya başladı demektir!
Çok kısa bir zaman sonra olup biteni anlarız...
Dediğim gibi bu yazdıklarımı not etmezseniz sadece bakar "Ne olmuştu?" diye sorarsınız!
Bizim dostlarımız gereğini yapar da; gerçeği yanlış adresler de arayanlar ne yapar onu bilemem!
NOT: Yazımı bitirdikten sonra bilgi geldi. Ricciardone, "Sözlerim yanlış anlaşıldı" demiş!
Sayın Büyükelçi aynı savunmayı önceki gaflarından sonra da yapmıştı. Bu nedenle gerçeği görmek için beklemek şart!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder