28 Eylül 2012 Cuma

12 Eylül'den hemen önce.. -1980 yazında Hakkari.. -Diyarbakır Hapishanesi.. -12 Eylül darbesi Amerika'dan icazetli miydi? -Otuz yıl sonra “eyvah, kullanılmışız” demenin faydası olur mu? -Abdullah Muradoğlu


12 Eylül'den hemen önce..

“12 Eylül” darbesinin Amerika'nın bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği konusunda kimsenin kuşkusu yok..
NATO üyesi Türkiye'de bırakın habersiz olmayı, Amerika'dan destek almadan darbe yapmaya kimse göze alamaz.
Şimdiye kadar aksini ispat etmeye yetecek bir örnekle karşılaşmadık..
ABD Başkanı Jimmy Carter'in, 12 Eylül darbesi için “Bizim çocuklar becerdi işi” demesi bir darbı mesel halini aldı biliyorsunuz sevgili okurlar..
Amerika'nın onayı olmaksızın Türkiye'de bir askeri darbe yapmak mümkün ama o zaman da “Talat Aydemir” durumuna düşersiniz.
12 Eylül sabahı saat beşte tanklar Ankara sokaklarına indiğinde Washington'da saatler akşam 10'u gösteriyordu ve Amerikalılar gayet şen ve esendiler.
Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya'nın 12 Eylül darbesinden bir süre önce Amerika'ya yaptığı seyahat hep tartışıldı.
Org. Şahinkaya bir takım tetkiklerde bulunmak üzere Ağustos ortalarına doğru gitmişti Amerika'ya.
Kamuoyunun merak ettiği bu gezi hakkında çok şey konuşuldu.
Çünkü iddialara göre 12 Eylül darbesinin ayrıntıları bu seyahat sırasında Amerikalılarla paylaşılmıştı.
1 ay kadar süreceği söylenen Org. Şahinkaya'nın gezisi beklenenden daha kısa sürdü.
Aslında Şahinkaya'nın gizemli Amerika seyahati darbenin geleceğinin bir habercisiydi.
Başta Başbakan Süleyman Demirel olmak üzere kimse anlamak ve inanmak istemedi.
* * *
Org. Şahinkaya onuruna 9 Eylül akşamı(darbeden 2 gün önce) Türkiye'nin Washington Büyükelçiliğinde bir resepsiyon verilir..
Hürriyet'in Washington muhabiri Tuna Köprülü, bu gizemli ziyaret hakkında bilgi almak ister ama Org. Şahinkaya'nın ağzı çok sıkıdır.
Paşanın ağzından laf alamadığı için canı sıkılan Köprülü bara geçer.
İşte bu esnada ilginç bir konuşmaya kulak misafiri olur..
Arka masada Amerikan Genelkurmay Başkanı Org. David C. Jones ile Org. Şahinkaya fıs fıs konuşmaktadır.
Tuna Hanım'ın kulakları ziyadesiyle hassaslaştığından iki komutanın sabah 5.30 buluşacaklarını duyar. Org.Şahinkaya'nın uçağı sabah 6'da kalkacaktır.
İki komutanın o sabah ne konuştuklarını bilen kimse yok ama malum işte..
Tuna Köprülü'nün Büyükelçiliğinin askeri ataşeleriyle yediği içtiği ayrı gitmez derecede sıkı fıkıdır ama onlardan da bir şey öğrenemez.
Hava ataşesi generali İrfan Sarp “Sizi şerefimle temin ederim ki, iki komutan baş başa kahvaltı ettiler, ne beni ne de ABD Genelkurmay Başkanının emir subayını içeri almadılar” diyordu Köprülü hanıma.
Aldığı bu bilgileri Hürriyete geçmiş ama haber değeri yok diye kullanmamışlar.
12 Eylülden bir ay kadar sonra Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Org. Kenan Evren'in resmi konuğudur Amerikan paşası Jones.
* * *
11 Eylül akşamı Hürriyet gazetesiyle iletişim içindeyken teleks hatlarının kapanması üzerine işkillenen Köprülü aracına binerek apar topar askeri ataşelik binasına hareket ediyor(gideceği yeri biliyor tabii).
Washingtonda ılık bir yaz gecesiydi, Türkiye hava oldukça serindi.
Köprülü ile ateşeliğin merdivenlerinde beklerken üç subayla karşılaşır.
General Sarp ve beraberindeki 2 subay önce elçiliğe gitmişler, gelen şifreyi çözdükten sonra ataşeliğe gelmişler.
Yani, darbenin şifresini çözmüşler, sonra sen sağ ben selamet.
General İrfan Sarp'ın yanındaki iki subay da tanıdığımız isimler sevgili okurlar.
Kara ataşesi Yarbay Hurşit Tolon ve Deniz Ataşesi Albay İlhami Erdil.
Tuna Köprülü'nün “Beyaz Saray Anıları” kitabından aktardım bu bilgileri.
Washington'dan arkadaş olan Hurşit Tolon ve İlhami Erdil, iki emekli general şimdi.
Rütbesi sökülen Erdil Paşa bir süre hapiste yattı ve çıktı.
Tolon Paşa 7 ay kadar süren bir tutukluluğun ardından serbest bırakılmış olsa da halen “Ergenekon Soruşturması” kapsamında sanık olarak yargılanıyor.
Kader işte.
Hepimiz aynı gemide miydik!
Aydın Doğan'ın şirketlerine kesilen cezaların yerinde olup olmadığı tartışılmıyor da, aynı durumda başka şirketler varken neden sadece Doğan Grubu'na ceza kesildiği tartışılıyor.
Ahlak, bu tartışmanın neresindedir?
Eğer aynı durumda olan başka şirketlerin varlığından haberdarsanız neden gereğini yapmıyorsunuz diye sormak lazım bu adamlara.
Hani siz gazeteci değil miydiniz?
Hani halkın, kamunun çıkarlarını korumak gibi bir göreviniz vardı?
Medyanın kendi kendini sorgulayıp neden bu kadar kirlendiğini ortaya koymak yerine 'şirket suçları'nın üzerine gidilmesini gazeteciliğin tasfiye edildiğine yormak hayırlı bir yorum gibi gelmiyor bana.
Hepimiz aynı gemideymişiz!
20 yıldır gazetecilik yapıyorum ama bu laf nedense bana hiç hitap etmiyor.
Azgın dalgalarda bizi yapayalnız bırakanlar şimdi “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek feveran etmesi samimi gelmiyor bana.
Tabii ki, “niye o zaman aynı gemideyiz demiyordunuz” diye soracağım.
Bizde şöyle bir hastalık var..
Hangi nedenle olduğu önemli değil, mızrağın ucu size değerse her şey kötüye gidiyor, demokrasi elden gidiyor oluyor.
Ama aynı durum başkalarının başına geldiğinde ise üç maymunu oynuyor aynı insanlar.
Bence medyanın değilse bile gazetecilerin bu gelişmelerden kendisine ders çıkarması gerekiyor.
Gazeteciliğin yaşaması için neye ihtiyacı olduğunun ve nelerden kendisini arındırması gerektiğinin sorgulanması gerekiyor.
Medya-iktidar ilişkisi ister yandaşlık isterse karşıtlık olsun, her zaman tehlikeli bir ilişkilidir..
İktidarla büyürsünüz, bir başka iktidarla küçülürsünüz, belki de mahvolursunuz..
Örneklerini son on yılda gördük.
İktidarla hakiki gazeteciliğin karşı karşıya kaldığı durumlarda eninde sonunda kazanan gazetecilik olmuştur.
Ama bir de diğer türlü bir medya var ki, gazetecilik mesleğini kirletiyor.
Elindeki medya organlarını santaj aracı olarak kullanarak nemalanmak isteyenler gazetecilik mesleğini temsil edemezler.
Böyle gazetecilik olmaz.
Gerçek gazeteciler tasfiyeden falan da korkmazlar.
Onlar her koşulda, simit yiyerek de gazetecilik yapmaya inanmış insanlardır.
Dolayısıyla asıl olarak medyanın kendini medya-dışı işlerle özdeşleştirmesi bir sorun..
Medyayı ticari işlerinin kolaylaştırıcı unsuru olarak görenlerden söz ediyorum..
Doğan Grubu'nun maliye ile yaşadığı sorunlarından yola çıkarak durumu bir 'medya özgürlüğü sorunu' veya bir 'demokrasi sorunu' gibi göstermeye çalışmak yanıltıcı olur bu yüzden.

1980 yazında Hakkari..

'12 Eylül' darbesinden önce Abdullah Öcalan Suriye'ye kapağı atmıştı. Cemil Bayık da 'Kamışlı'da üslenmişti. PKK'lı militanlar Lübnan'da Suriye denetimindeki kamplarda eğitiliyorlardı. Eğitilen militanların 1980 yazında Suriye'den Türkiye'ye sokulmasına Kamışlı'da nezaret eden de 'Cuma' kod adlı Cemil Bayık idi. Öcalan'dan sonra 'Murat Karayılan 'birinci adam' olarak gözükse bile Bayık'ın örgütteki kıdemi daha eskidir.
Şimdi örgüte muhalif olan M. Can Yüce 1990'larda hapisteyken 'Öcalan övgüsü'ne dayanan bir kitap yazmıştı. Kitapta Öcalan'ın '12 Eylül'den bir kaç ay önce verdiği talimatlar da yer alıyor. Buna göre, çok sayıda militan Lübnan ve İran'a çıkarılarak eğitilecekler, öte yandan sınır boylarında Türkiye'ye sızmaları kolaylaştıracak bağlantılar ağı oluşturulacaktı. Öcalan için İran ve Suriye sınırıyla bitişik Hakkari mutlaka düşürülmesi gereken stratejik bir alan idi. Öcalan Hakkari üzerinde o kadar çok ısrarla duruyordu ki Can Yüce ve arkadaşları bu ısrarın nedenlerini anlamakta zorluk çekiyorlardı. Can Yüce bakın ne diyor:
'Hakkari üzerinde bu kadar önemle ve yoğunca durmasının bir nedeni de İran'la ilişkiler, diğer Ortadoğu örgütlerinin bölge düzeyindeki hareket yeteneklerini geliştirmekti. Başkan(Öcalan), bunu enternasyonalist bir görev olarak değerlendiriyordu.'
Türkiye'ye en kolay sızılacak coğrafi alan olması itibariyle Hakkari çok önemliydi. Öcalan'ın görevi de Hakkari'yi sızmalara açık hale getirmekti. Peki ama kimin hesabına? Can Yüce, kitabında 'Ortadoğu örgütleri'nin isimlerini vermiyor. Sözde enternasyonalist, sözde ideolojik terör şebekelerini yönetenler olmasın bunlar! Örgütün talimatlarını körü körüne yerine getirenlerin Öcalan'ın Hakkari ısrarının sebeplerini öğrenmeleri mümkün mü? 'Stalinist' bir örgütün başı olan Öcalan'a hoşuna gitmeyen bir soru sorulabilir miydi?
Hakkari üzerindeki ısrarın nedenlerinden biri örgütün Şemdinli'deki saldırılarıyla ortaya çıktı. Saldırıların Suriye'de düşmekte olan 'Muhaberat rejimi'ne ve destekçilerinin işine yaradığı açık şekilde görülüyor. PKK'nın ölüme gönderdiği gençler hakikatte kimin hesabına öldüklerinin farkında bile değiller. '12 Eylül' öncesini yaşayanlar için ne kadar tanıdık bir durum. Sahi, '11 Eylül günü akan kanlar neden 13 Eylül'de durdu. Çünkü kanlar Evren'i Çankaya'ya taşımak için akıyordu' dememiş miydi Demirel?

Diyarbakır Hapishanesi..

1980'lerde üç hapishane kötü şöhret kazanmıştı.. 'Mamak', 'Diyarbakır', 'Metris'..
'12 Eylül' darbesi, cezaevlerine de çok sert uygulamalar getirdi tabiatiyle.
Mamak askeri cezaevi daha çok 'ülkücü kesim'in gündeminde yer aldı..
Mamak cezaevinde ülkücülere yönelik işkenceler romanlara, türkülere konu olmuştur.
Metris Cezaevi de 'devrimci kesimler' için aynı değerdeydi. Ahmet Kaya'nın 'Metris'in önü kahveler' diye başlayan şarkısını hatırlarsınız.
Kaya'nın söylediği şarkının sözleri Metris'te yatan solcu bir mahkuma aittir zaten..
Diyarbakır Cezaevi ise hem 'PKK'lılar' hem 'Solcu Kürtler' için simge haline gelmiştir.
Öyle ki, PKK'nın asıl olarak Diyarbakır Cezaevi'nde doğduğunu söylerler.
Her üç cezaevinde de ölümler vuku buldu, normal olmayan ölümler..
İşkence sonucunda yahut ölüm oruçlarında yaşamlarını yitirenler oldu..
Kendilerini yakarak öldürenler de oldu..
***
1970'lerden itibaren toplu firarlara sahne olan Bayrampaşa Cezaevi de, politik suçluların yanı sıra yeraltı dünyasıyla ilişkili mahkumlarıyla meşhur olmuştu.
İstanbul'un göbeğinde sivil yerleşim mekanlarıyla iç içe olan Bayrampaşa Cezaevi çok yerinde bir kararla boşaltıldı bir süre önce.
Şimdi de Diyarbakır Cezaevi'nin de şehir içinden taşınması gündemde.
Kötü bir şöhrete sahip olan cezaevinin okul haline getirilmesi düşünülüyormuş.
Yazar Altan Tan'ın babası Bedii Tan da Diyarbakır Cezaevi'nde vefat etmiş.
Aile kaynakları Bedii Tan'ın işkence sonucunda hayatını kaybettiğine inanıyor.
Resmi kayıtlara ise ilkin bağırsak enfeksiyonu olarak geçmiş bu ölüm.
Ancak mahkemede arkadaşları Bedii Tan'ın işkence sonucunda yaşamını yitirdiğini söyleyince daha fazla gizlenememiş bu gerçek.
Elli yaşında genç bir adammış Bedii Tan öldüğünde.
Sanırım oğul Altan Tan da babasının öldüğü yaşta olmalı şimdi.
Tan, 'babamın öldürüldüğü mekanda oğlum nasıl ders görecek' diye itiraz etmiş cezaevinin okul haline getirilmesine.
O halde ya yıkılmalı ya müze haline getirilmelidir bu cezaevi..
***
Müze için uygun mudur bilemem ama tabii başka seçenekler de var..
Bir hastaneye dönüştürülebilir mesela.
Böylece bir zamanlar insanların ölmeye yattığı mekan şimdi insanları hayatta tutmak için kullanılmış olur.
İhtiyaç varsa, kütüphaneye de dönüştürülebilir pekala..
Olmadı, öğrenci yurdu yahut yaşlılar yurdu..
Olmadı yıkalım abiler.
Yerine çocuklar için güzel bir lunapark fena olmaz hani.
Yeter ki barış ve huzurun bir parçası olsun bu mekan.
Mamak, Diyarbakır, Metris
Nice ana babaları çocuklarından, nice çocukları da babalarından etti..
Gidenleri geri getirmek gibi bir kudrete sahip değiliz ama yeni acılar, yeni kayıplar olmasını önleyebiliriz.
Yeni Mamaklar, yeni Metrisler, yeni Diyarbakırlar olmasını engelleyebiliriz.
İşte bu bizim elimizde.

12 Eylül darbesi Amerika'dan icazetli miydi?

12 Eylül darbesi hakkında başlatılan soruşturma kapsamında savcılar dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'ya çeşitli sorular yönelttiler. Bu sorulardan biri de darbecilerin Amerika'dan icazet alıp almadıkları hakkındaydı. 12 Eylül'den hemen önce Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın Amerika'ya gitmesi ve 11 Eylül günü Türkiye'ye dönmesindeki sır perdesi hala tam olarak aydınlanmış değil.
“12 Eylül” darbesi hakkında başlatılan soruşturma kapsamında Generaller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya sorulan sorular arasında, darbenin Amerika'nın icazetiyle yapılıp yapılmadığına ilişkin bir soru da yer alıyor.
“Tahsin Şahinkaya 11 Eylül günü ABD'den Türkiye'ye döndü. Dış destek almak için mi bu ziyaret gerçekleşti” sorusuna Kenan Evren, “Şahinkaya NATO tarafından ABD'ye düzenlenen bir geziye katılmak için gitti ve 11 Eylül'de Türkiye'ye döndü. ABD'den icazet alması söz konusu değildir” şeklinde cevap vermiş.
Bu soru Tahsin Şahinkaya'ya da yöneltilmiş.
Gazetelere yansıyan bilgilere göre Şahinkaya, Amerika'ya yaptığı seyahatin NATO tarafından düzenlendiğini, Evren Paşa'nın kendisine “git ama 11'inde dön” dediğini söylemiş.
Şahinkaya Paşa, Amerika'dan eşinin rahatsızlığını bahane ederek 11 Eylül'de Türkiye'ye döndüğünü, dolayısıyla 12 Eylül'de darbe yapacaklarını Amerikalılara bildirmediklerini iddia etmiş.
Yani, 12 Eylül darbesi Amerikalıların bilgisi dışında gerçeklemiş.
Hatta Türkiye'ye dönmeden önce ABD Genelkurmay Başkanı ile sabah kahvaltısı yaptıkları halde darbeden hiç söz açmamış Şahinkaya.
ABD'li general 12 Eylül darbesini öğrendiğinde “Daha dün sabah beraber kahvaltı yaptık. Niye bana söylemedi” demişmiş.
İNANDIRICI DEĞİL
Türkiye, NATO'nun ABD'den sonra en büyük kara ordusuna sahip üyesi.
Üstelik Amerika ile 1940'ların sonlarından itibaren ilişkilerini askeri, siyasi ve ekonomik açılardan her geçen yıl daha da artırmış bir ülke.
“27 Mayıs” darbesinin akabinde ordunun restarasyonu çerçevesinde binlerce subayın tasfiye edilmesi için gerekli parayı da Amerika vermişti.
Türkiye'nin pek çok bölgesinde Amerikan üsleri kurulmuş.
Özel Harp Dairesi'nin bütçesi Amerika'dan karşılanmış, vs.
Üstelik 12 Eylül darbesinden 1 yıl öncesine kadar hem Amerikan siyasi ve askeri çevrelerinde de, hem de NATO içerisinde askerlerin müdahalesine yeşil ışık yakılmıştı.
Ondan sonra da “12 Eylül darbesinin yapılacağını Amerikalılar bilmiyordu” denilebilir mi?
Hepimizin bu hikayeye inanmamızı bekliyorlar.
Hadi canım sende!
SİVİL HÜKÜMETLER AYAK DİREMİŞLERDİ
Mehmet Ali Birand'ın “12 Eylül” kitabında önemli bir ayrıntı yer alır.
Buna göre 1980'in Ocak ayı başlarında Demirel Hükümeti, ABD ile Savunma ve İşbirliği Anlaşması'nın son ayrıntılarını tamamlamak üzere Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakan Yardımcılarından N. Nimmetz'e “Türkiye'deki üsleri bizim iznimiz olmadan başka amaçlar için(Çevik Kuvvet) kullanamazsınız” denilmişti.
Amerikalılar Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına girmesini veto etmemesi için Türkiye'yi sıkıştırıp duruyordu.
Türkiye ise Yunanistan'dan bir taviz koparmadan NATO'nun askeri kanadına dönmesine izin vermek istemiyordu.
İran'daki rejim değişikliği de Körfez'i hareketlendirmişti.
Türkiye'deki NATO kapsamında kullanılması öngörülen Amerikan üsleri bölgeye müdahalede önemli hale gelmişlerdi.
Ama Türkiye'de ne Yunanistan'ın NATO'ya dönmesine, ne de Amerikan üslerinin amaçları dışında kullanılmasına izin verebilecek bir sivil hükümet sözkonusu değildi.
Hiçbir sivil hükümet bu iki noktada Amerika'nın kendisinden istediklerini yerine getirmeyi göze alamıyordu.
Demokratik bir sistemde olabilecek bir şey değildi bu.
Bu yüzden Türkiye'de sivil yönetime askeri müdahale seçeneği ciddi biçimde ele alınmaya başlamıştı.
Mesela “ABD Silahlı Kuvvetleri Dergisi'nin(US Armed Forces)” Haziran 1980 sayısında şu ibareler yer alıyordu:
“Türkiye'deki gelişmeler öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahalesinden başka bir çıkış noktası görülmemektedir..”
“NE ZAMAN MÜDAHALE EDECEKSİNİZ” DİYORLARDI
Amerikalılar NATO dahil her platformda askerleri bir müdahale yapıp yapmayacakları konusunda sıkıştırmaya devam etmiştiler.
Türkiye'de ideolojik terör ve şiddet olaylarının her geçen gün daha da artması hiç kuşkusuz askeri darbe seçeneğini güçlendirmeye yarıyordu.
1979'un Aralık ayı sonlarında TSK, Hükümete bir de uyarı mektubu vermişti.
Darbenin meşruiyyet kazanması için terör dışında bir gerekçe daha vardı, o da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neredeyse kitlenmiş durumda olmasıydı.
Siviller darbenin adı adım geldiğini görüyorlardı, bu yüzden iki büyük parti, CHP ve Adalet Partisi Cumhurbaşkanı adaylarını emekli generaller arasından göstermişlerdi.
CHP, “12 Mart Muhtırası”na imza atan dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'u, AP ise 12 Mart döneminin en sert generallerinden Faik Türün'ü aday göstermişti.
Ecevit hiç istemediği halde Batur'u aday göstermeye razı olmuştu.
Oysa artık askerler Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgilenmiyorlardı.
Yeni bir Anayasa taslağı hazırlamaları için başta Coşkun Kırca olmak üzere bazı sivilleri görevlendirmişlerdi bile.
Yani, darbe kesinlik kazandığı gibi darbe sonrasında Türkiye'nin anayasal rejimini değiştirmeyi de kafaya koymuşlardı.
İSTESELERDİ CUMHURBAŞKANI SEÇTİRİRLERDİ
Askerler isterlerse Cumhurbaşkanı seçtirecek ve isterlerse şiddet olaylarını önleyebilecek durumdaydılar.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kitleyen kimi sivil siyasetçiler de bilerek ve isteyerek darbecilerin hedeflerine uygun şekilde davranmışlardı.
Askerler sivillerin önüne uygulanması imkansız teklifler getiriyorlardı.
Bu tekliflerden biri Adalet Partisi'nin ve CHP'nin koalisyon hükümeti kurmalarıydı.
CHP içindeki radikal sol kanat ise bu teklifin şiddetle karşısındaydı.
CHP'nin çatlamaması için Ecevit'in radikal kanadın eğilimlerine teslim olduğunu düşünüyorum.
Kimbilir CHP, AP ile bir koalisyon kurma teklifine razı olsaydı belki de Adalet Partisi içinde başka bir hareket bunu önleyecekti.
CHP'nin radikal kanadının Türkiye'yi bir askeri darbeden kurtaracak bu teklife neden şiddetle karşı koydukları benim için hala bir muammadır.
Acaba Türkiye'yi darbeye sürükleyenlerle bu radikal kanadın öncüleri arasında bir gizli anlaşma mı vardı?
Uzun lafın kısası, askerler 12 Eylül'den aylar önce Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgilenmekten vazgeçmişlerdi.
Ama 12 Eylül darbesinin gerekçeleri arasında Cumhurbaşkanı seçimlerinin sonuça ulaştırılmaması ve terör olayları da yer alacaktı.
Gerçekte ise, bütün bunlar bir bahaneydi.
Tahsin Paşa'nın ABD seyahati bir muamma!
Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya'nın “12 Eylül”den hemen önce ABD'ye yaptığı seyahat ile ilgili olarak asker kişilerin anılarında doğru dürüst bir bilgiye rastlayamadığımı ifade etmeliyim.
Bu seyehat nedense geçiştirilmiş.
Dolayısıyla Şahinkaya'nın ABD seyahatı bir muammadır.
Seyahat “NATO”yla ilgili rutin bir gelişme miydi yoksa başka amaçlar mı taşıyordu, biz bilmiyoruz.
Gazeteci Mehmet Ali Birand ise “12 Eylül” kitabında 10 Eylül günü hakkında şunları yazmıştır:
“Washington'da, uçak satışı için gezisini tamamlayan Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya onuruna, ABD Genelkurmay Başkanı J. Allen yemek vermişti. Türkiye Büyükelçisi (Şükrü) Elekdağ ile birlikte , Pentagon, Beyaz Saray ve Dışişleri bakanlığından küçük bir grup oluşturulmuştu. Şahinkaya son derece neşeliydi. Yemek sırasında, Türkiye'deki durum ile ilgili bir tek kelime dahi edilmemesi çok kişinin dikkatini çekti.
Şahinkaya da, Amerika'da bulunduğu sırada müdahale konusunda ne bir kimseyle konuşmuş, ne de kimseye fikir sormuştu. Amerika'ya açıkça sorulduğu takdirde, resmi biçimde HAYIR demek zorunda kalacağı, oysa şimdiye kadar alınan sinyallerle müdahaleyi çoktan beklediği, hatta geç bile kalındığı yolunda bir izlenim içinde olduğu biliniyordu.
Yemekten sonra kahveler içilirken, ABD Milli Güvenlik Konseyi'nin Türkiye uzmanı Paul Henze , Hava Kuvvetleri Komutanına yanaştı. Komutan ertesi gün ayrılıyordu. Son bir defa daha, üstü kapalı bir sinyal vermek istiyordu:
-Umarım Türkiye'de durumun kontrolden kaçmasına izin vermezsiniz.
Şahinkaya geniş gülümsemesiyle Türkçe yanıtladı:
-Merak etmeyin.”
Acaba bu diyalog Birand'ı dediği gibi mi geçmişti?
“Dar Sokakta Siyaset(1980-1983)” başlıklı kitabında gazeteci Yalçın Doğan ise başka bir anlatıya şöyle yer verir:
“10 Eylül 1980'de Amerika'yı ziyaret eden Şahinkaya onuruna Türkiye'nin Washington Büyükelçiliğinde bir kokteyl verilmişti. Konu Türkiye'deki anarşi, siyasal çözümsüzlük , ekonomik tıkanıklık ve Cumhurbaşkanının meclislerde aylardır bir türlü seçilemeyişiydi. Bu yönde kendisine yöneltilen bir soruya Şahinkaya aynen şu yanıtı verecekti:
-Merak etmeyin , önümüzdeki 48 saat içinde Türkiye'nin yeni bir cumhurbaşkanı olacak.”
Sözkonusu kokteylde Amerikalılar da vardı ve Yalçın Doğan'a göre Amerikalılar o günkü havayı çok net anımsıyorlardı.
Hakikaten Şahinkaya'nın dediği gibi olmuştu.
12 Eylül sabahı askerler yönetime el koymuşlar ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren Paşa fiilen “devlet başkanlığı” koltuğuna oturmuştu.
27 Ekim günü geçici bir anayasa kabul edilmişti.
“Anayasa düzeni hakkındaki kanun” ile yine askerlerin 27 Mayıs sonrasında yaptırttıkları 1961 Anayasası'nın Meclis'e verdiği tüm yetkileri MGK'yı oluşturan beş generale ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri de MGK Başkanı ve Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren'e verilmişti.
Askerler sivil siyasetçilerin yapamadığını yapmış ve böylece Türkiye Cumhurbaşkanına kavuşmuştu.
Şahinkaya Paşa için Türkiye'nin Washington Büyükelçiliğinde verilen resepsiyon ile ilgili bir gazetecinin tanık olduğu bir anekdotu daha aktaracağım.
“Hürriyet'”in Washington muhabiri Tuna Köprülü “Beyaz Saray anıları” isimli kitabında kulak misafiri olduğu o anı şöyle anlatır:
“Yan gözle baktığım zaman, ABD Genelkurmay Başkanı General Jones ile bizim Komutanın konuştuklarını gördüm. General Jones, ertesi sabah 06.30'da kahvaltı yapmayı önerdiğinde, Şahinkaya , uçağının 06.00'da hareket edeceğini söyledi. General Jones da , 'O halde 05.30'da buluşalım' dedi ve sözleştiler. Ertesi gün Askeri Ataşeliğe giderek Hava Generali İrfan Sarp'ı ziyaret ettim. Komutanın sabah kahvaltısıyla ilgili bilgi almak istediğimde , Sarp Paşa bir an durakladı ve sabah 05.30'daki kahvaltıyı nasıl öğrendiğimi sordu. Ben de bir gece önce barın arkasında duyduklarımı naklettim. Bnun üzerine Sarp Paşa, 'Sizi şerefimle temin ederim, iki komutan başbaşa kahvaltı ettiler, ne beni, ne de ABD Genelkurmay Başkanı'nın emir subayını içeri almadılar' dedi. Duyduklarımı saati saatine Hürriyet'in yazı işlerine bilgi olsun diye geçtim, ancak bunlar haber olamazdı. Böylece iki gün daha geçti.”
İki komutan başbaşa, hem de emir subaylarını yanlarına almadan, neler konuşmuşlardı, tahmin edebilirsiniz.
Gaflet mi dersiniz, dalalet mi dersiniz, bilemem ama Hürriyet gazetesi böyle önemli bir haberi atlamayı uygun bulmuştu.
Atladıkları daha başka şeyler de vardı ama, her neyse.
Darbecilerden sorulmayan bir hesap daha var!
“12 Eylül” darbesinden hemen sonra askeri yönetimin Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine, karşılığında hiçbir taviz alınmadan izin vermesindeki hikmet-i hükümet bugün bile bilinmiyor.
Amerikalılar “12 Eylül” sayesinde sivil hükümetlere kabul ettiremedikleri her tavizi kolayca aldılar.
Askerler, NATO komutanı General Rogers'in “Rogers Planı”nını kabul etmekle kalmamışlar Yunanistan'ın NATO'ya dönmesini de Türkiye'ye hiç bir yazılı güvence verilmeden kabul etmişlerdi.
Türkiye'nin milli çıkarlarıyla çok yakından ilgili böyle önemli bir olayın hesabının hala sorulamamış olması ilginçtir.
Dönemin Türkiye'nin BM Daimi Temsilcisi Kamran İnan “Cenevre Yılları” başlıklı güncesinde bakın ne diyor:
“18 Ekim 1980 günü (Dışişleri Bakanı) İlter Türkmen ile iç ve dış konuları konuşmaya devam ettik. Amerikalılar Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü konusunu doğrudan doğruya SHAPE(Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı) aracılığı ile, askerlerle görüşmüş ve işi oldu-bittiye getirmişler. Hükümet, Dışişleri Bakanlığı devre dışı kalmış. General Rogers, gizli olarak dün (17 Ekim) Türkiye'ye gitmiş ve planı Evren Paşa ve arkadaşlarına kabul ettirmiş. Yunanistan bir siyasi zafer daha kazanmış oldu; Türkiye , eline geçen kozu kullanamadığı gibi, saflığı ile iade etti.
Konu basına sızdığında olay ortaya çıkmıştı.
Siyasi çevrelerde şok etkisi uyandıran bu gelişme karşısında Ankara bir bildiri yayımlamıştı.
Bildiride Yunanistanın NATO'ya dönüşünün Türk menfaatlerine uygun olduğu ve memnuniyetle karşılandığı belirtiliyordu.
Şimdiye kadar bu Türk menfaatlerinin ne olduğu ve neyin karşılığında Yunanistan'ın elinin güçlendirildiği hususu açıklanmış değil.
Ben olsam, Kenan Evren'e bunu da sorardım.

Otuz yıl sonra “eyvah, kullanılmışız” demenin faydası olur mu?

Gazetecinin görevi hatırlatmaktır.. Genç kuşakları uyarmak da eli kalem tutanların görevidir. 1980'den sonra doğanlar elbette “12 Eylül” öncesinin kanlı ve karanlık olaylarını, o olaylara tanık olanlar kadar sıcak şekilde hissetmezler.
Şimdi bir tarihi mektup hatırlatacağım…
Mektup tarihi 2 Haziran 1977..
Yazan, Başbakan Süleyman Demirel..
Mektubun muhatabı CHP lideri Bülent Ecevit..
Demirel'in mektubu Ecevit'e elden ulaştırıldı.
Peki mektupta ne yazıyordu?
1973 seçimlerinde CHP'yi birinci parti çıkaran Ecevit'in rüzgarı devam ediyordu.
Türkiye 5 Haziran 1977'de yeni bir seçime giriyordu..
Yine “o birileri” bu seçimin yapılmasını istemiyordu..
1 Mayıs 1977'de İstanbul'da Taksim meydanı kana bulanmış, 34 kişi yaşamını yitirmişti.
29 Mayıs'ta İzmir Çiğli Havaalanı'nda Ecevit bir silahlı suikast girişimine maruz kalmıştı..
Bir polisin tabancasından çıkan çok özel bir kurşun Ecevit'i es geçmişti ama hemen yanındaki CHP'li Mehmet İsvan'ın bacağına saplanmıştı..
Tabancanın kazara patladığı iddia edildiyse de kimse buna inanmadı..
Olay öylece kapandı gitti..
Yine aynı gün Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanı'nda patlayan bombalar sonucunda beş kişi yaşamını yitirdi..
Bombaları kimin koyduğu hiçbir zaman ortaya çıkarılamadı.
Miting için gittiği yerlerde Ecevit saldırılara uğruyordu.
3 Haziran'da Ecevit Taksim meydanında konuşacaktı..
Demirel, “gizli, zata mahsus” kayıtlı mektubunda Ecevit'i bir suikaste uğrayabileceği uyarısında bulunuyordu.
Demirel mektubunda Sharaton Otelinin üst katlardaki odalardan birinden dürbünlü bir tüfekle ateş edileceğini belirtiyor ve şöyle devam ediyordu:
“Bu teşebbüsün 29 Mayıs 1977 günü İzmir Çiğli Havaalanında cereyan eden olayla birlikte, 1 Mayıs 1977de Taksim meydanında vukua gelen olaylardan cesaret alan, iç barışı büyük ölçüde sarsabilecek kanlı tertiplere karar veren ve ayrıca 5 Haziran 1977 tarihinde yapılacak olan seçimlerden bir fayda ummayan, seçimlerin yapılmasını arzulamayan veya seçimlere gölge düşürmek isteyen illegal komünist –terörist örgütlerin yanı sıra memleketimizi iç meselelerle uğraştırmak isteyen yabancı kuruluşların ve uluslararası tedhiş teşekküllerinin muhtemel suikast ve sabotaj eylemleri ile özellikle vazifelendirilmiş kimseler tarafından yapılmak istendiği alınan haberler meyanındadır.”
GEREKÇELER DOĞRU AMA ADRES YANLIŞTI
Demirel aynı mektubu Cumhurbaşkanlığı'na, MİT'e, Genelkurmay'a ve İçişleri Bakanlığına da ayrıca göndermişti.
Demirel'in gerekçeleri doğruydu, birileri seçimlerin yapılmasını istemiyordu..
O günlerde darbe yapmak isteyen bir cuntanın oluştuğu iddiaları vardı.
Demirel suikast girişimi için komünist örgütleri yahut ülke dışındaki kuruluşları adres gösteriyordu.
Tabii ki doğru değildi bu ve zaten Demirel'in amacı suikastin önüne geçmekti..
Demirel'in mektubu Ecevit tarafından radyoda o akşam kamuoyuna açıklandı..
Girişim deşifre edildiği için ertesi gün Ecevit Taksim meydanında konuştu.
O gün daha başka ilginç gelişmeler de oldu..
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Namık Kemal Ersun Ağustos Şurası beklenmeden emekli edildi..
Emekli edilenler Org. Ersun'la sınırlı değildi elbette..
Gerisi Ağustos Şurasında gelecekti..
Dedikodulara göre 5 Haziran seçimlerinden önce bir darbe teşebbüsü gerçekleşecekti.
Belki bir cunta tasfiye edildi ama darbe tehdidi son bulmamıştı.
Bakın bugün de Türkiye bir referandum sürecinde..
Mini anayasa paketi önemli değişiklikler içeriyor..
Bakın bugün de şurada burada provokasyon kokan olaylar yaşıyoruz..
İnegöl'den, Dörtyol'dan pis kokular geliyor..
Memleketin selametini her şeyin üstünde tutanlar çok dikkatli olmak zorundalar..
Bu yüzden Demirel'in 33 yıl önce Ecevit'e gönderdiği mektubu hatırlatmak istedik..
Demirel'in o mektupta sözünü ettiği 1 Mayıs 1977'deki Taksim Olayları da, önceden tasarlanmış bir provokasyon sonucunda gerçekleşmişti.
DİSK, ÇARESİZ KALMIŞTI
1 Mayıs kutlamaları DİSK'in önderlik ettiği bir komite tarafından üstlenilmişti..
DİSK seçimlerde CHP'yi destekleme kararı almıştı..
Lakin DİSK'i tutmayan ve kıyasıya eleştiren radikal sol gruplar da kutlamalarda yer almak istiyorlardı..
1 Mayıs öncesinde bir bildiriler savaşı yaşanıyordu..
Sol fraksiyonlar da kendi aralarında bir hesaplaşma için 1 Mayıs'ı bekliyorlardı..
Özellikle “Maocu” olarak bilinen fraksiyonlar Taksim Meydanı'nı bir gövde gösterisine dönüştürmek istiyorlardı..
Üç fraksiyon(Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği) bir araya geliyor, diğerlerini suçluyordu..
Maocu “Aydınlık” ve “Halkın Sesi” fraksiyonu da hem bu üç Maocu fraksiyonu, yanı sıra DİSK ve diğer sol fraksiyonları suçlayıp durmaktaydı..
Fraksiyonlar birbirlerini “ajan provaktörler”, “CIA sosyalistleri” diyerek itham ediyorlardı.
Bu fraksiyonların hepsi de 1 Mayıs kutlamalarını DİSK'in tekeline almasını hazmedemiyordular..
O kadar çok fraksiyon vardı ki listesi sayfalar tutar..
1 Mayıs öncesinde bazı fraksiyon çatışmalarında hayatlarını kaybedenler olmuştu..
Yani, 1 Mayıs günü Taksim meydanında fraksiyonlar arası bir hesaplaşma gerçekleşecekti.
Maocular DİSK'i ve bazı radikal sol grupları “sosyal faşiştler” olarak itham ediyordu..
Diğerleri de onları “Maocu Faşistler” ve “Maocu Bozkurtlar” olarak..
Basın 1 Mayıs'ta fraksiyonlar arası çatışmalar çıkacağını elbirliğiyle ilan etmişti.
DİSK'in aldığı bütün önlemlere karşın olayların önüne geçilemedi.
GÖRÜNÜŞTE MAOCULAR ÇIKARMIŞTI OLAYLARI
Miting sırasında patlayan birkaç el silah yeterli oldu..
Dördü beşi silahla, geri kalanı ezilmeler sonucunda 34 insan yaşamını yitirdi..
Görünüşe göre olaylar sol fraksiyonlar tarafından çıkarılmıştı..
Elbette 1 Mayıs 1977'de birbirine düşman olan sol fraksiyonlar önemli rol oynamıştı ama aslında perde arkasından Taksim Meydanı'nı kana bulayanlar bu durumdan ziyadesiyle istifade etmişlerdi..
“Hürriyet” gazetesi, Taksim olaylarının aşırı solcuların tabanca ve silahlarla kalabalığa ateş etmesi sonucunda gerçekleştiğini yazıyordu.
Haber şöyle devam ediyordu:
“Taksim Katliamı'na DİSK'in dün öğleden sonra düzenlediği 1 Mayıs İşçi Bayramı'nı kutlama törenine silahlı baskın yapan Maocu gruplar yol açtı.. Maocuların başlattığı çatışmaya mitinge katılanların da karşılık vermesiyle adeta bir iç savaş yaşandı.. Bu korkunç savaş, sokak aralarına da yayılarak bütün şiddetiyle, iki saat devam etti. Kan gövdeyi götürdüğü çatışmada gözü dönmüş militanlar, arabaları devirip yakarak, bazı dükkanlara da saldırarak tahrip ettiler.”
Milliyet'e göre olaylara DİSK mitingine sızmak isteyen Maocu bir grubun ateş açması neden olmuştu.
“Günaydın” ise “Maocu vatan hainleri işçi bayramını kana buladı” diye manşet atmıştı.
Sağ kesime ait gazetelerin olayı nasıl verdiklerini tahmin edersiniz..
Bu yüzden “merkez medya” denilen gazetelerden örnek veriyorum.
ÜLKEYİ KARIŞTIRAN MEÇHUL ŞAHIS!
DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 2 Mayısta yaptığı açıklamada CIA'nın ve büyük sermayenin beslediği ve aralarına “katil ajan” yerleştirdiği “faşist ve “Maocu caniler”den söz ediyor, “faşist ve Maocu ölüm çetelerinin gözü dönmüştü” diyordu.
29 Haziran'da Hürriyet'te yayımlanan bir MİT raporuna göre de olayların başlatan ilk silahın bir Ermeni ve Rum militanı olabileceği öne sürülüyordu.
Öyle ya, olaylarda Türk vatandaşı bir Ermeni ve bir Rum da ezilerek hayatını kaybetmişti nasıl olsa!
Raporda olaylardan sol fraksiyonlar sorumlu tutuluyor ama ilk kurşunu atanların kimliklerinin meçhul olduğu ifade ediliyordu.
Hürriyet'in verdiği bu haberde yer alan raporda şu ilginç ibare de yer alıyordu sevgili okurlar:
“Olay, meçhul bir şahsın Türkiye'de büyük bir olay çıkartma girişimi olarak değerlendirilebilir. Suçlu kimdir? Açıkça belli olan bir suçlu yoktur”.
Gülünç değil mi?
Sol kesim Taksim Faciası'nın bir tertip olduğu konusunda mutabık kalmakla birlikte, olayların başlamasına sebebiyet veren fraksiyonların arasına sızmış provokatörlere de dikkat çekmişlerdi.
Yani sol fraksiyonlar tezgaha gelmiştiler..
“Cumhuriyet” gazetesi genel yayın müdürü Oktay Kurtböke'ye göre durum şuydu:
“Kanımca olay, solun kesitleri arasındaki görüş farklılıklarını keskinleştirmek ve araya onulmaz kan davaları sokmak, demokrasimizin dönüm noktası olmasını beklediğimiz 5 Haziran seçimlerini etkilemek ya da yaptırmamak amacına yönelik bir büyük haince plandı..”
Başbakan Demirel'e göre olaylar Maocu gruplar tarafından yaratılmıştı.
Ecevit ise şöyle diyordu:
“Türk toplumunun demokratik gelişmesine ters düşenler belli ki seçimler yaklaştıkça tertiplerini yoğunlaştırmak niyetindedirler. İstanbul'daki vahim olaylar hiç kuşkusuz bu tertiplerin bir parçasıdır.”
Ecevit demokrasinin yaşamasını isteyen tüm yurttaşların kışkırtmalara kapılmaması gerektiğini ifade ederek, “Demokratik seçim yolunu açık tutmak esenliğe ulaşmak için tek çaredir” şeklinde konuşmuştu..
Bir şey daha söylüyordu Ecevit:
“İstanbul'daki vahim olayın nasıl düzenlendiği süratle ortaya çıkarılabilirse, iki yıldır halkımızı yasa boğan kanlı olaylar dizisiyle ilgili tertipler de büyük ölçüde aydınlanacaktır.”
Ne var ki Ecevit'in bu haklı isteği hiçbir zaman yerine getirilmedi ve süratle 12 Eylül darbesine doğru sürüklendi güzel ülkemiz.
SON PİŞMANLIK FAYDA VERMİYOR
Aradan 33 yıl geçti ama hala 1 Mayıs Faciası üzerindeki karanlık noktalar aydınlanamadı.
Sol çevrelerin gündeme taşıdığı tertip iddiaları da cevapsız kaldı.
Şurası gerçek..
Tezgaha gelmeye müsait gruplar olmasaydı bu facia gerçekleşemezdi.
Solun büyük bir kesimi de bu gerçeği kabul etmiştir..
Provokasyonlar, tertipçilerin “hadi birader gel beraber bir provokasyon yapalım” demesiyle olmuyor..
Uygun şartlar, uygun aktörler ve olayları akıl süzgecinden geçirmeyen fanatik taraftarlar olması gerekiyor..
Acaba 33 yıl sonra, Taksim olaylarının başlamasına sebebiyet veren fraksiyonların liderleri 34 insanın yaşamına mal olan bu provokasyon için “keşke alet olmasaydık, katılmasaydık kutlamalara” demişler midir, doğrusu çok merak ediyorum.
Sorum Çorum, Maraş, Sivas gibi arkası karanlık kanlı olaylar ve tarafları için de geçerli elbette..
“ALEVİLER CAMİYE BOMBA ATTI” “SÜNNİLER ALEVİLERİ KESECEK”
Bakın Gazi mahallesinde kahveler tarandığında yaşlı bir alevi insanımız da yaşamını yitirmişti.
Yaşlı alevinin öldürülmesi “Alevi Dedesini öldürdüler” diye duyurulmuştu.
Gerisini hatırlıyorsunuz..
Ülkemizin bir daha böyle karanlık tezgahlar yaşamaması için, insanlarımızın boş yere yaşamlarını yitirmemesi için, saçma sapan düşmanlıkların kökleşmemesi için, demokrasimizin kesintiye uğramaması için bu uyarıyı yapmak boynumuzun borcudur.
İnegöl ve Dörtyol olaylarını analiz ederken hiç kuşkusuz geçmişe bakmak ve neleri kaybettiğimizi idrak etmek gerekiyor.
Bu yüzden hep birlikte kışkırtmalara karşı uyanık olalım.
Otuz kırk yıl sonra “eyvah, bizi acaip kullanmışlar” demenin bir faydası var mı sevgili okurlar?



Hiç yorum yok: