Şam 494 yıl önce bayrama Sultan Selim'le girdi
24 Ağustos 1517'de Suriye'nin kuzeyindeki 'Mercidabık ovası'nda Memluk ordusunu bozguna uğratan Sultan Selim, halkın daveti üzerine tek tüfek atmadan Halep'e girdi. Halep'i Hama, Humus, Şam ve Kudüs izledi. Mısır'ı fetheden Sultan dönüş yolunda Ramazan ve Kurban bayramlarını Şam halkıyla birlikte geçirdi.
Maalesef, 'Şam', 'Halep', Hama','Humus' ve diğer Suriye şehirleri Ramazan Bayramını matem havasında karşılıyor. Osmanlı'nın bu güzide şehirleri şimdi despot bir rejimin tasallutu altında inliyor.
Oysa 'Anadolu', 'Balkanlar', 'Hicaz', 'Mısır', 'Suriye', 'Ürdün', 'Lübnan' ve 'Filistin' aynı idare altında ve tek bir sultan adına okutulan hutbeyle ilk Ramazan bayramlarını Sultan 1. Selim'le Şam'da kutlamışlardı.
Prof. Feridun M. Emecen'in 'Yavuz Sultan Selim' kitabından yararlanarak, aynı ülkenin insanları olarak Türkler, Kürtler ve Arapların bu ilk Ramazan bayramını huzur içinde, birlikte idrak etmelerinin hikayesini aktarmak istiyorum.
Hikaye şöyle başlıyor..
18 Ağustos 1516 günü 'Merzüman' konağında iken Antep Beyi Yunus, Sultan Selim'in ordugahına vararak itaat arzetti ve böylece Antep Osmanlı topraklarına katıldı. 20 Ağustos günü Antep dışında konaklayan Osmanlı ordusu buradan Halep'e doğru hareket etti.
24 Ağustos'ta 'Mercidabık ovası'nda Osmanlı ve Memluk ordusu karşı karşıya geldi. Memluk kuvvetleri yenilgiye uğradı. Halep halkı ve ulemasının yanı sıra Memlukların Halep Beyi Hayır'ın davetiyle Sultan Selim tek bir tüfek atmadan şehre girdi.
Tarihler 28 Ağustos'u gösteriyordu. Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs birbiri ardı sıra Osmanlı idaresine girdi.
Halep, Osmanlı'ya Şam'ın, Şam ise Kahire'nin yolunu açmıştı.
İMAM ZEYNELABİDİN'İ ZİYARET ETTİ
15 Eylül'de Halep'ten ayrıldıktan sonra 19 Eylül'de Hama'ya varan Sultan Selim'in ilk işi 'Ehl-i Beyt'ten İmam Zeynelabidin'in mezarını ziyaret etmek oldu. Sultan Selim 2 gün sonra Humus'taydı.
27 Eylül günü Şam önlerine gelen Sultan, şehrin dışında, 'Mastaba' mevkiinde çadırını kurdu. 11 gün ordugahta kalan Sultan onikinci gün Kürt danışmanı İdris-i Bitlisi ve diğer kurmaylarıyla şehre girdi.
4 Kasım günü, adına hutbe okutulduğu 'Emevi Camii'nde Cuma namazını kıldı. Sonra Hazreti Osman'a atfedilen 'Kur'an-ı Kerim'i görmeye gitti. Ardından Hazreti İsa'nın kıyamete yakın ineceğine inanılan makamı ve yanı sıra pek çok kutsal makamı ziyaret etti.
Sultan Selim 15 aralıkta Şam'dan ayrıldı. Osmanlı öncü kuvvetleri Memluk kuvvetlerini Gazze savaşında da mağlup etti. Osmanlı ordusunun önünde Kahire'ye kadar hiçbir engel kalmamıştı.
MESCİD-i AKSA'DA AKŞAM NAMAZI
Gazze zaferi Sultan Selim'e 26 Aralıkta 'Celculiye' konağında iken ulaştı. Bu arada ansızın 'Kudüs'ü ziyaret etti. 1000 tüfekli yeniçeri ve 500 sipahiyle ikindi vakti Kudüs önlerine gelen Sultan şehrin dışında çadırını kurdurarak bir süre dinlendi. Sonra 'Mescid-i Aksa' görevlilerine haber göndererek akşam namazını orada kılacağını bildirdi.
Sultan, atıyla Kudüs'e girerek 'Kubbetü's-Sahra' önüne geldi, atından indi, 55 adım yürüyüp merdivenlere ulaştı, onbeş adımda buraya çıktı, altmış adımda kapısının önüne geldi. 'Numman-ı Davud Nebi'yi ve 'nahl-ı Hamza'yı ziyaret ettikten sonra 'Hacer-i Sahre'yi dolaşıp on üç basamak altına inip iki rekat hacet namazı kıldı.
Buradan çıkıp yine sahrenin sol tarafında mihrap önüne varıp, namaz kılıp dua etti. Sonra yürüyerek Mescid-i Aksa'ya geldi. Hademeler ellerinde mumlarla Sultanı karşıladılar. Sultan seksen beş adımda mihrap önüne ulaştı, akşam namazını cemaatle kıldı. Sonra da mihrabın iki yanındaki direkleri ziyaret etti, burada biraz durdu, yine mihrap önüne geldi, iki rekat hacet namazı daha kıldı, zikr ve tilavet ile meşgul olup, bol bol dua etti.
Yatsı namazını da Mescid-i Aksa'da kılan Sultan Selim camiden çıktıktan sonra atına bindi, etrafındaki adamları da fanus ve meşaleler yakıp eşlik ettiler.
İSRAİLOĞLU NEBİLERİNE AŞİR OKUTTU
O gece şehir dışındaki otağında kalan Sultan, ertesi sabah Kudüs'te kurbanlar kestirdi. 'Kubbetü's-Sahra'yı bir de gündüz gözüyle gören Sultan Selim, İshak, Yakup ve Yusuf peygamberlerin makamlarının yanı sıra İsrailoğullarının nebilerinden 200 kişinin kabirlerinin bulunduğu mezarları ziyaret etti. Sultan'ın her kabirin başında İsfahani Mehmet Efendi'ye 'aşir'okuttu. Ziyaretlerin ardından, Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerin birarada yaşadığı Kudüs halkına ikramlarda bulunup, hiç bir ayrım yapmaksızın hediyeler dağıttı.
Kudüs'ten büyük bir memnuniyetle ayrılan Sultan Selim 2 Ocak'ta Gazze'ye geldi. Burada üç gün kaldı ve bu civardaki' Halilürrahman'ı ziyaret etti. 9 Ocak'ta Gazze'den ayrılıp Kahire'ye doğru yola çıktı. 'Ridaniye'de Memluk ordusunu bozguna uğratan Osmanlı ordusu Kahire'ye girdi.
Sultan Selim Kahire'deyken 'Kal'atü'l-Cebel'de 'taht-ı Yusuf' makamını ziyaret etti. 8 ay kaldığı şehirde birçok kutsal mekanı ziyaret etti. Bu mekanlar arasında Hz. Ali'nin atının ayak izi olduğuna inanılan yer, Amr b. As'ın ikinci defa şehre girdiğinde oturduğu yer(Mescidü'l-Rahme), 'makamı Ebu'l-Abbas (Ebu'l Abbas el Mürsi Camii)' ve 'Yakut-ı Şazeli' de bulunuyor.
Sultan Selim Temmuz ayında 'kutsal Emanetleri' Mekke Şerifi Berekat'ın oğlu Ebu Nümey'den Kahire'de teslim aldı.
ŞAM HALKI DA YAS TUTTU
Sultan Selim 9 Eylül günü Kahire'den ayrılarak İstanbul'a dönmek üzere Şam'a doğru hareket etti. Dönüş yolunda, 2 Ekim'de 'Menye'de bir gün kaldı ve bu arada 'Şuayip Nebi makamı'nı ziyaret etti.
Sultan Selim'in dönüş yolculuğu Ramazan ayına denk gelmişti. 7 Ekim'de Şam önlerine gelen Sultan Selim yine otağını şehir dışında kurdu. Şam'ın önde gelen zevatı ve uleması Sultanı burada karşıladı.
17 Ekim'de Ramazan bayramı için ilk töreni çadırında yapan Sultan Selim bilahere Şam'a girdi. Şam halkı Sultanı büyük bir nümayişle karşıladı. Bayram namazını 'Emevi Camii'nde kılan Sultanın üzerinde son derece sade, siyah renkte bir elbise vardı. Üzerinde hiçbir süs yoktu.
Rivayetlere göre Sultan, Şam'da iken gördüğü bir rüya üzerine meşhur 'Muhyiddin Arabi'nin mezarını keşfetmiş ve burada bir türbe, cami ve imaret yapılması emrini vermişti.
22 Ekim'den itibaren Sultan, Şam'ın içinde ikamet etmeye başladı. 5 Kasımda çok sevdiği hocası Halimi Efendi vefat etti. Halimi Efendi, Muhyiddin Arabi türbesine yakın bir mevkide(Salihiye) defnedildi. Hocasının vefatından çok üzülen Sultan'ın matemine Şam halkı da iştirak etti, esnaf dükkanlarını kapattı. Üzüntüden hasta düşen Sultan bir süre 'Divan'a çıkmadı, matem elbiselerini giyip kendi içine kapandı, bir köşeye çekilerek dua ve niyazla vakit geçirdi.
Sultan Selim 'Kurban Bayramı'nı da Şam halkıyla birlikte geçirdi. Bayram namazını 'Emevi Camii'nde kıldı. 5 Şubat'ta inşası tamamlanan Şeyh Muhyiddin Arabi türbesi yanına yaptırttığı camide ilk Cuma namazını kıldı. Bu caminin karşısına da 'Selimiye adıyla bir de imaret yaptırdı.
AZ ZAMANDA ÇOK İŞ
22 Şubat'ta Şam'dan ayrılan Sultan Selim 5 gün sonra Humus'a ulaştı, oradan da Hama'ya hareket etti.
11 Martta 'nevruz' kutlaması yapan Sultan 22 Mart günü avlanmak üzere ordugahtan ayrıldı. 21 Nisan'da Halep'e dönen Sultan Selim 19 Mayıs'ta buradan ayrılarak Antep, Maraş, Kayseri ve Afyon üzerinden İstanbul yakınlarına geldi. Bir gemiye binen Sultan Selim 25 Temmuz 1518'te yatsı vaktinde Topkapı Sarayı'na avdet etti.
Sultan Selim 5 Haziran 1516 günü Beşiktaş iskelesinden Üsküdar'a geçerek Memluk seferine çıkmıştı. Aradan iki yıl geçmişti. Bu süre zarfında iki meydan savaşı (Mercidabık, Ridaniye) ve bir çok savaş kazandı, Anadolu'nun toprak bütünlüğünü sağladı, Suriye ve Mısır'ı fethederek İslam'ın siyasi birliğini gerçekleştirdi, kutsal emanetlerin muhafızlığını ve kutsal toprakların (Mekke, Medine) hizmetkarlığını elde etti.
'Suriye', 'Lübnan', 'Filistin', 'Ürdün' 'Mısır' ve 'Arabistan yarımadası' 400 yıl Osmanlı idaresi altında yaşadı.
Sonrasını biliyorsunuz, ızdıraptır...
İdris-i Bitlisi'nin Kudüs tavsiyesi
Sultan 1. Selim'in 1516 yılındaki Halep'in kuzeyindeki 'Mercidabık savaşı'nda Memluk ordusunu yendikten sonra Kahire üzerine yürümeye karar vermişti. Bu arada Kudüs'ü de ziyaret etmek istemişti. Bir kısım devlet erkanı ise Sultanın Kudüs'ü ziyaret etmesini 'tehlikeli' olabileceği gerekçesiyle doğru bulmadıklarnı bildirmişti. Ancak danışmanı İdris-i Bitlisi, Sultan Selim'i şu sözlerle Kudüs'ü ziyaretinden vazgeçmemesini tavsiye etti:
'Bu mukaddes toprakların hükümdarı olmak zahiri ve manevi saltanat gereğince Hz. Süleyman ve Hz. Davud Peygamberlere mahsustur. Onlara nispet edilir. Güçlü sultanlar ve padişahlar Rasulullahın halifesi ve o Peygamberlerin halefleri mesabesindedir. Menzil ve makama yakın olunması itibariyle halef olunana tazim ve saygı göstermek ise yüce şanlı padişahlara layıktır.'
İdris-i Bitlisi ayrıca Peygamberimizden rivayet edilen 'İnsanları ancak üç mescit takviye eder, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidim' hadisini hatırlatmıştı. Bitlisi'nin sözlerinden etkilenen Sultan, Kudüs'e giderek her üç dinde kutsal sayılan mekanları ziyaret etti.
Prof. Feridun M. Emecen Kudüs ziyaretinin önemini şu cümlelerle açıklıyor:
'Padişahın Kudüs'ü ziyareti, onun üstlenmeyi düşündüğü yeni dini misyon içerisinde önemli bir yere sahiptir. 1. Selim böylece bir taraftan hiç şüphesiz kutsal yerlerin bizzat koruyucusu olacağını ilan ederken öte yandan klasik Osmanlı imparatorluk vizyonunu da temsil ettiğini göstermek istiyordu. Bu vizyon bilindiği üzere çeşitli dini grupları Osmanlı idaresi altında birarada yaşatmaktı ve Osmanlılar bu yoldaki tecrübelerini uzun zamandır Batı'daki uygulamalarıyla olgun hale getirmişlerdi. Kudüs her şeyden önce bu anlayışın ve her üç dinden oluşan Osmanlı tebaası için çarpıcı bir yapı taşı olacaktı. Padişahın bizzat gösterişli maiyetiyle Kudüs'ü ansızın ziyareti bu anlamda sembolik bir değer taşıyordu.'
Prof. Emecen'in ifade ettiği gibi bu ziyaretin sembolik değeri büyüktü. Sultan Selim'in Kudüs'teki dini gruplara gösterdiği tavır, Osmanlı misyonunun mahiyetini belirleyecek önemdeydi. Öte yandan dini gruplara bir takım ayrıcalıkların bu sırada bağışlandığı yolunda ileride cemaatler arasında çıkan çeşitli meselelerde Osmanlı hükümet merkezi tarafından daimi olarak kabuıl görecek iddialarına dahi mesnet olmuştu.
Sultan Selim'in Kudüs ziyareti Batı'da da takip edildi. Prof. Emecen'in verdiği bilgilere göre Christen Kauffman adlı bir tacir Ocak 1517'de Papa'ya bu ziyaretle ilgili bir rapor gönderdi. Raporda Sultanın Kudüs'te Hz. İsa'ya atfedilen mezarı ziyaret ettiği, etrafına yapılmış engelleme duvarını mezarın daha iyi görünmesini sağlamak için yıktırdığı, hatta bir ayin dinlemek istediği ve oradaki 'Fransisken tarikati' rahiplerine 20 bin akçe dağıttığı belirtiliyordu. Aynı rapora göre Sultan, Sina çölündeki 'Azize Katerina Manastarı'nı da ziyaret etti.
Ava giden Yavuz sırra kadem bastı
Sultan Selim'in 'Mısır seferi'nden İstanbul'a dönerken Hama civarında bir ay kadar ortalıktan kaybolmuştu. Tarihi kaynaklarında bu bir ay hakkında çok az bilgi bulunuyor.
22 Mart 1518 günü Hama civarındaki ordugahtan avlanmak üzere ayrılan Sultan Selim'in yanında Zeynel Paşa, Beylerbeyi Ferhad Paşa ve Yeniçeri Ağası Ayas vardı.
Hama'dan ayrılan ordu Halep önlerine geldiğinde Sultan hala avdan dönmemişti. Ordu komutanları telaşlanmışlardı. Bir ay kadar süren bu ortadan kaybolma sırasında Sultan'dan çok az haber alınabilmişti.
Sultanın günlüğünü tutan Ruznameci Haydar Çelebi ise bir parça izahatta bulunur. Buna göre Sultan Selim ortadan kaybolma sırasında 'Halep' ve 'Antakya' civarlarında avlanıp durmuştu.
Haydar Çelebi, Sultan'ın Antakya'ya kadar gittiğini, 'Habib-i Neccar' başta olmak üzere şehirdeki kutsal mekanları ziyaret ettiği rivayetine yer vermiştir.
Sultan Selim'in bir ay içerisinde tam olarak nereleri dolaştığı hakkında doyurucu bilgi bulunmamakla birlikte Halep ve Antakya arasındaki kutsal mekanları gezdiği ve çevreyi tanımaya çalıştığı rivayet ediliyor.
21 Nisan'da Sultan'ın sağ salim Halep'e dönmesiyle Osmanlı ordusu rahat bir nefes almıştı.
Suriyeliler gözyaslarıyla Osmanlı ordusunu uğurladı!
Başbakan Erdoğan, “Büyük Türkiye ideali” başlığıyla “Harp Akademileri”nde verdiği konferansta, Medine Müdafaası kahramanı Fahrettin Paşa'dan ve Suriye'nin Havran bölgesinde jandarma komutanlığı yapan Selahattin Günay'dan anekdotlar aktarmıştı. Bu çarpıcı anekdotlarda Arap coğrafyasında Türkiye'ye duyulan derin muhabbetin ülkemizin dış politikasındaki yansımalarına dikkat çekiliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye, Filistin ve Hicaz'dan çekilmek zorunda kalan Osmanlı ordusu “bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz” diyerek ağıt yakan halkın gözyaşlarıyla uğurlanmıştı. İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yapan ayrılıkçılar ise ihanetlerinin bedelini çok ağır ödedi. Kahire, Şam, Bağdat ve Kudüs gibi bin yıldan fazladır İslam medeniyetinin merkezleri şehirlerimiz yabancı güçlerin işgali altına girdi.
Kim ne derse desin, Birinci Dünya Savaşı'nın asıl amacı Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya'daki topraklarını da sömürgeleştirmekti.
İngiliz casus Lawrens ve hempalarının sandıklar dolusu altın dağıtarak, “size Büyük Arap İmparatorluğu vereceğiz” diyerek aldattığı Mekke Şerifi Hüseyin ve yandaşları İngiltere ve Fransa tarafından ihanete uğradıklarını anladıklarında herşey bitmişti.
İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan bir gizli anlaşmayla Suriye ve Lübnan Fransa mandasına, Irak, Ürdün ve Yahudilere yurtluk olarak vaadedilen Filistin ise İngiliz mandasına girmişti.
Osmanlı İmparatorluğu paramparça edilmişti ama Arap ayrılıkçılar da emellerine nail olamamışlar ve bu büyük İslam toprakları sömürgeci Batılı güçlerin egemenliği altına girmişti.
Osmanlı bir ihanete uğramıştı ama ihanet edenler de ihanete uğramıştılar.
İhanet edenler, Mekke Şerifi Hüseyin gibi ihanetlerinin cezasını çektiler ama Arap kardeşlerimizi içine düşürdükleri zillet uzun yıllar devam etti.
Müslüman toplumları birarada tutan İslam hilafeti, Osmanlı yıkıldıktan sonra bir daha tesis edilemedi.
Sadece Osmanlı değil İslam milleti de paramparça edilmişti.
HARBİYELİLERİN DESTANI
Suriye ve Filistin sükut ettikten sonra bu bölgelerdeki Osmanlı askerleri Anadolu'ya doğru çekilmeye başlamıştı.
Medine Muhafızı Fahrettin Paşa, İstanbul hükümetinin “teslim ol ve şehri teslim et” ısrarlarına rağmen bir süre daha direnmişti.
Medine Savunması hafızalarda derin izler bıraktı.
Ali Fuat Erden Paşa bakın bu muhteşem savunma için ne demiş:
“Medine müdafaası, bir çeşit Harbiyelilerin destanıdır. Hiçbir Harbiyeli, bunu göğsü kabarmadan okuyamaz.”
Birinci Cihan Harbi bir imparatorluğun, bir medeniyetin, bir milletin çöküş hikayesidir.
Türk, Arap, Kürt müslümanların yabancı güçlerin çıkarları uğruna birbirinden koparılmasının hazin hikayesidir.
Oysa Osmanlı ordusunun Suriye, Filistin ve Hicaz'dan çekilmesi bölge halkları tarafından gözyaşlarıyla karşılanmıştı.
Mekke Şerifi ve hempalarının ihaneti bu yüzden Arapların ihaneti olarak görülemez, görülmemeli.
Harp Akademileri'nde “Büyük Türkiye ideali” adlı “Komutan Konferansı”nda Başbakan Erdoğan, Fahrettin Paşa ile Suriye'de Havran'da görev yapmış olan jandarma komutanı Selahattin Günay'dan bahsetmiş.
Genç kuşaklar Fahretin Paşa'nın destanlaşan Medine müdafaasını muhakkak okumalılar.
HIÇKIRA HIÇKIRA AĞLADI
Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak Fransız ve İngiliz mandasından çıktı ama Arap kardeşlerimiz bir türlü özledikleri felaha ulaşamadılar.
Hala bu bölgeler İslam coğrafyasının kanayan yaraları.
İşte Suriye'de temellerini Fransızların attığı “azınlık rejimi” kırk yıldan fazladır, Esed hanedanına dayanan “Baas diktatörlüğü” tarafından yönetiliyor.
Arap Baharı'nın Suriye'de verdiği kayıp onbine ulaştı.
Suriye halkı daha iyi bir yönetime kavuşmak için muhabbet duyduğu Türkiye'den yardım bekliyor.
Osmanlı ordusunun Suriye'den ayrılışı sırasında Selahattin Günay karşılaştığı bir manzarayı “Bizi kimlere bırakıp gidiyorsun Türk?” başlıklı hatıralarında şöyle anlatıyordu:
“Bu ayrılış o kadar hazindi ki, bunu layıkıyla izaha imkan göremiyorum. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki bu ayrılışta duyduğum hüzün ve elemi babamdan ve baba ocağından ayrılışımda duymamıştım. O canım yerleri belki bir daha görmemek üzere terk ediyor, vatanın bu parçasını öksüz ve yetim bırakıyorduk. İki gözümüz iki çeşme gayrı ihtiyari boşanıyor her attığımız adımı artık hasretle geride bırakıyorduk. Ah o ne acı anlar ve günlerdi.. Nereden ve nasıl haber almışsa, tam vedalaşıp kaleyi terk ederken büyük kapıdan çıktığımda, tahsil görmüş yirmi beş yaşlarında bir Arap delikanlısı karşıma çıktı. Onu uzaktan görür ve bilirdim. Fakat konuştuğum bir şahsiyet değildi. İki elimi öptü, 'Ah siz ve siz Türkler bizi kimlere bırakıp böyle gidiyorsunuz ya Selahaddin? Arkanızda koca bir tarih bırakarak buradan ayrılıyorsunuz. Ne yazık ki biz sizleri bulamayacağız' diye hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve ayakta duramıyordu. Sonra kalenin duvarına dayandı. Ne çare ki ben yolumdan kalamazdım.”
“HALK HALA SİZİ SEVİYOR'”
Merhum tarihçi-yazar Feridun Kandemir, Medine'de kalan Türk ağır yaralılarını tedavi etmek için görevlendirilen “Hilal-i Ahmer”(Kızılay) heyetine katılmıştı.
Heyet görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a dönmek üzere trenle Şam'a gelmişti. Merhum Kandemir, 1917'de Şam'da karşılaştığı manzarayı 1937'de “Cumhuriyet” gazetesine şöyle anlatmıştı:
“Yollarda; Şam'da hüküm süren Türk düşmanlığını dinleye dinleye kulaklarımız dolmuştu. Fakat biz Şam sokaklarına Kızılay üniformalarımızla çıkmaktan korkmamıştık. Halk etrafımızı sardı. Boynumuza sarılanlar; ağlaşanlar hesapsızdı.”
Şam halkı baklava tepsileriyle koşup sokak ortasında Kızılay heyetine ziyafet veriyor ve bu sırada da “Yaşasın Türkiye” diye bağırıyorlardı.
Kızılay heyetinin Şam'da nasıl karşılandığını söyle anlatıyordu merhum Kandemir:
“Ertesi günü, sonraları Irak Saray Nazırı ve ilk gününden ölümüne kadar Kral Faysal'ın Başyaveri bulunan Tahsin Kadri Beyin –ki daha evvel Medine'de Fahri Paşa maiyetinde bulunuyordu-delaletiyle Faysal tarafından kabul edildik.
Hakkımızda büyük samimiyet gösteren (!) Faysal; ayrılırken; o gece için bizi heyet halinde tiyatroya davet etti; memnuniyetle gittik. O gece Faysal da maiyeti ile tiyatroda idi. Biz localarımızda görünür görünmez; hıncahınç tiyatro salonunda “Yaşasın Türkiye!..” diye kir kıyamettir koptu. O koca kubbe bu devamlı nida ile çınladı durdu. Bütün gözler muhabbetle bize çevrilmişti.
Son perdeyi mütaakip sokağa çıkıyorduk. Şam'ın büyük meydanı halkla dolmuş, taşıyordu. Arabalarımıza polisin yardımı ile açılan yoldan güçlükle binebildik. Ve bir lahzada gördük ki faytonların atları çözülmüş ve halk birbirini ite kaka; bağıra çağıra arabamızı çekmeye çalışıyor.. O gece sabaha kadar bizi bırakmadılar.
Ertesi sabah seyahat işlerimiz için son defa Faysal'ın yanına girdiğim zaman, onun titrek dudaklarından şu sözleri işitmiştim:
-Halk, hala sizi seviyor. ..
Zavallı Lawrens.. Ne kadar isterdim ki elinde bir salkım altın sarısı üzümle 'Şam sizi selamlıyor!' müjdesini aldıktan birkaç ay sonra aynı Şam sokaklarının şahit olduğu bu büyük sevgi tezahürünü de görseydi.”
Osmanlı Şam'dan böyle çekilmişti.
Halep-Şam treninde bir hasbihal
Merhum Feridun Kandemir, Fransız işgali altındaki Suriye'ye 1937'de ikinci kez gittiğinde de, 1917'de karşılaştığı manzara değişmemişti. Suriyelilerin Türkiye'ye olan sevgisine tanık olan Kandemir “Cumhuriyet” gazetesinde şunları yazıyordu:
“Halep'ten Şam'a giden trendeyim. Bizim kompartımanda ak sakallı, çenesi bir lahza durmayan bir Fransız papazı, gazetesini okumaya dalmış bir Fransız subayı, ipek entarili, kırmızı fesli bir Şamlı, iki yerli izci ve ben bir garip cemaat teşkil ediyoruz.
Papaz kaşla göz arasında izcilerle ahbap oldu. Eski talebeleri imiş. Şamlı güler yüzüyle, hepimizle dostluk kurdu, tepesindeki ağdan çantasını indirdi. İçinden çıkardığı şeylerle hemen bir küçük nargile yaptı.
'İştahlanan buyursun. Yolculukta naz olmaz.'
Pişkeşine iltifat eden çıkmayınca marpucu dudaklarından ayırmadan, ellerini tekrar çantasına daldırdı baklava kutusunu çekti, kapağını açarak, 'Faddal. Faddal!', 'Buyurun, Buyurun' diye gezdirdi. Sonra, onu bıraktı, biraz evvel köylü çocuklardan aldığı yemiş sepetlerine davrandı. Elma, üzüm, nar ikram etti.
'Reddeden kalbimi kırar' diyordu. Bu esnada yanımdaki izci, elimdeki gazeteye yan gözle uzun uzun baktıktan sonra, sordu:
'Affedersiniz', dedi, 'Bu gazete..', 'Türkçedir'.
Şamlı tiryaki, nargilesinin dumanını savururken, birden kulak kabartarak, irkildi:
'Demek siz Türksünüz... Hiç de belli olmuyor, nerede bizim bildiğimiz Türkler... Cemal Paşa bile sakallı idi. Enver Paşa'nın palabıyıkları vardı.
Bunları söylerken, hemen çıkardığı yuvarlak bir şekerleme kutusunun kapağını açtı, bana uzattı:
'Türksün de, deminden beri neye söylemiyorsun ya Hayyu?.. (Kardeşim?) Buyur Allah aşkına. Ye atanı seversen... Afiyetler olsun, ye de, ne Şam'ın şekeri ne Arabın yüzü, deme... Bir daha al, bu kayısıyı da tat, Muhammed aşkına... Türksün ha! Buyur Allah aşkına!'..
Ve bu ikrama hayretle bakan izcilere döndü, 'Darılmaca yok, bundan size veremem... Hediye götürüyorum. Kutu bozulursa ayıp olur'..
Delikanlılar gülüyorlardı, 'Kutu zaten bozuldu... İşte mösyö aldı ya..'
O ana kadar kalender, babacan, şakacı olan Şamlı tiryaki birden sinirlenir gibi oldu..
'Mösyö mü?... Gözlerinizi açın, Türktür o!.. Ona canım feda.. Şekerlemeyi hediye edeceğim yere, yolda bir Türk'e rastgeldim, dayanamadım, kutuyu açtım desem, neye bizim için de ikram etmedin diye kıyameti koparacaklarından eminim... Siz ne diyorsunuz çocuklar? Ama sahi siz ne bileceksiniz bizim bildiğimiz Türkleri?”
Beyrut rıhtımında muhteşem veda
1920'de Meclis-i Mebusan birinci reis vekilliği yapan, “Misak-ı Milli” metnini kaleme alanlardan, merhum devlet ve fikir adamlarımızdan merhum Hüseyin Kazım Kadri Bey1918'de mütareke ilan edildiğinde 6 yıldır Beyrut'ta bulunuyordu.
Kadri Bey, Osmanlı bayraklarının indirilip yerine Arap bayraklarının çekildiğini görmüştü. Daha sonra da Arap bayraklarının indirilip, yerlerine Fransız bayraklarının çekildiğine şahit olmuştu
Suriye ve Lübnan'ın her yerinden yüzlerce Osmanlı subayı ve idari memurları aileleriyle birlikte Beyrut'ta toplanmıştı. Fransız işgal makamları bir an önce Beyrut'u terketmelerini istemişti.İstanbul'a dönmek üzere hazırlanan aileler eşyalarını rıhtıma indirmişlerdi
Bundan sonra olanları Hüseyin Kazım Bey anılarında şöyle anlatıyordu:
“Vapur da geldi, yanaştı; kocaman bir transatlantik... Bir taraftan da hükümetin istediği defteri tanzim ediyorduk. Her ailenin elinde fotoğraflı ve lazım gelen izahatı havi bir vesika vardı ve defterlerimiz muntazam halde idi. Fakat rıhtımda toplanan eşyayı vapura taşımak bir mesele idi; hamal bulmak ve sonra bir çok para vermek lazımdı.
Miralay Tomson da vapurun o akşam hareket edeceğini ileri sürerek eşyanın hemen vapura naklini istiyordu. Şaşırıp kalmıştık. Bir an için düşünüp bir çare buldum ve “ben bu eşyayı iki saat içinde vapura naklettiririm, fakat siz hiç itiraz etmeyecek ve uzaktan seyirci kalacaksınız” dedim. Tomson güldü ve “Muhammed'in yeni bir mucizesini mi göstereceksiniz” cevabıyla mukabele etti. “Evet, çok iyi keşfettiniz! Ben de Muhammed (S.A.V)'in bir mucizesini size göstermek istiyorum” cevabını verdim. “Pek iyi, hiçbir itiraz etmem” dedi.
İngiliz ordusunun ahmal ve eskalini taşımak için yüzlerce Mısırlı hamal vardı. Bunların çavuşları olan eli kamçılı bir Arap orada bulunuyordu. Yanına giderek ve bizim müslüman ve muhacir olduğumuzu bildirdikten sonra eşyamızın vapura nakli için maiyetindeki hamallara emir vermesini rica ettim. Adamcağız derhal avazı çıktığı kadar bağırarak: “Bakınız evlatlar! Amucamız(!) bize ne teklif ediyor. Bu eşyalar şimdi vapura taşınacak; biz de Müslüman kardeşlerimize dinen mecbur ve mükellef olduğumuz yardımı yapacağız!” sözlerini söylemişti ki yüzlerce Mısırlı hamallar bir anda tehacüm ederek eşyamızı iki saata varmadan vapurun ambarına indirdiler. Tomson hayret ve hiddetle bakıyordu. “İşte Muhammed'in mucizesi” dedim. Hiçbir cevap vermedi ve oradan çekilip gitti.
Ellenga vapuru tayin edilen saatte hareket etti. Başta müfti olduğu halde memleketin uleması ve ekser eşrafı bizi teşyi için geldiler. Kucaklaştık, ağlaştık. Ve bu tarzda Suriye'den ebediyyen ayrıldık. Çok yorgun idim. Banyoya girdiğim sırada vapur da hareket etmeye başladı. O aralık kapıya bazı zevat gelip hemen dışarı çıkmamı istiyorlardı. “Ne oluyor” sualime de “çıkınız, neler göreceksiniz!” diyorlardı.
Güverteye çıktığım vakit, eşyamızı vapura taşıyan Mısırlı hamallarla Beyrut'lu binlerce adamların rıhtım üzerinde saflar teşkil edip ve bir bayrak açıp “Allahu yansuru'l-İslam (Allah İslama yardım etsin)” diye bağırdıklarını ve bizimkilerin de vapurdan mukabele ettiklerini gördüğüm zaman bila-ihtiyar gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Orada hazır bulunan İngiliz ve Fransız zabitleri put gibi hareketsiz durmakta ve bu heyecanı ve tezahüratı hayretlerle görmekte idiler. Miralay Tomson “Muhammedin yeni bir mucizesini” daha görmüştü. Bu hal, din-i Muhammediye'nin vücut vermiş ve asırlardan beri idameye muvaffak olmuş olduğu “uhuvveti-i diniye”ye ait bir tezahür ve galeyan idi.”
Suriye 95 yıl önce ferasetsizliğin kurbanı olmuştu!
Osmanlı aleyhtarı Arap milliyetçiliğinin siyasi merkezi olan Suriye'nin dramatik öyküsü aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız mandasına girmesiyle başladı. İngiliz desteğiyle Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin'i de içerisine alan “Büyük Arap İmparatorluğu” kuracaklarını zanneden Arap isyancılar aldatıldıklarını anladıklarında artık herşey bitmişti. Fransızlar Suriye'yi üç parçaya bölmüşler ve Lazkiye'de özerk bir Nusayri devleti kurulmasına izin vermişlerdi. Suriye 1946'da bağımsızlığını kazanınca Nusayri devleti de son buldu ama Nusayriler uzun süre bu durumu kabullenmediler. Nusayriler Baas Partisi'ne sızarak siyasi nüfuzlarını sürdürdüler ve 1970'deki Hafız Esad darbesiyle iktidarı ele geçirdiler. Nusayriler 41 yıldır “Esad ailesi”yle azıklık iktidarını sürdürüyor.
Birinci Dünya savaşı'nın en hassas döneme girdiği sırada muhteris Mekke Şerifi Hüseyin'e bağlı isyancı Arap birlikleri İngilizler ve Fransızların bölgede kolaylıkla yayılmasını sağlamışlardı.
1917'de Kudüs düşmüştü.
İngiliz askerleri Selahattin Eyyubi'nin Haçlılardan kurtardığı bu şehrin kapılarından muzaffer bir edayla girmişlerdi.
Kudüs şehrinin ana meydanında büyük bir kalabalık tarafından karşılanan İngiliz general Allenby ile Siyonist Haim Weizman'ın sıcak bir şekilde tokalaşmaları artık belgesellerde yer alan bir görüntüdür.
Bu tokalaşma anında Arap isyancılar ne düşünmüşler bilemem ama Filistin'in satıldığı andır bu.
Kudüs'ün yenik düşen Osmanlı subayları tarafından İngilizlere teslim edilmesi anını gösteren bir başka fotoğraf daha vardı.
O fotoğrafta İngiliz askerlerinin ve Arap isyancılarının mutlulukları yüz ifadelerinden bellidir.
Aynı fotoğrafta yer alan Osmanlı subaylarının yüz ifadelerinden ise Arap isyancılar tarafından uğratıldıkları ihanetin acısını okuyabilirsiniz.
İNGİLİZLERİN YOLUNU ARAP İSYANCILAR AÇTI
Kudüs'ün düşmesinden sonra Osmanlı kuvvetleri birkaç ay daha Filistin'in bazı bölgelerinde tutundular.
Meşhur Filistinli yazar İzzet Derveze hatıratında bakın neler yazıyor:
“Osmanlılar birkaç ay, yani Eylül 1918'e kadar Salt-Nablus- Nasıra hattında tutundular. Bu tarihte İngilizler ve müttefikleri yeniden saldırıya geçtiler ve Filistin'in kalan bölgelerini ele geçirmeye, Osmanlı kuvvetlerini püskürtmeye ve onları önlerinde önce Şam'a, sonra Halep'e ve daha sonra da Anadolu'ya çekilmeye mecbur bıraktılar. Faysal komutasındaki Arap isyan güçleri Osmanlı kuvvetlerinin püskürtülmesi, Şarki Ürdün'deki Akabe cephesinde ve Havran'da Osmanlı ordusunun ulaşım ve erzak yollarının ortadan kaldıırılması konularında rollerini etkin bir şekilde yerine getirdiler. Bu güçler Ekim 1918'de Şam'a hızlı bir şekilde girmek suretiyle de rolünü etkin bir şekilde gerçekleştirdi.”
Artık Osmanlı idari birimleri Suriye bölgesinden Anadolu'ya rücu etmek zorunda kalmışlardı.
Şehirler birer birer düşüyor, Osmanlı bayrakları indirilip yerlerine yeni uydurulmuş Arap bayrakları çekiliyordu.
Bu bayrak indirmek ve yerine Arap bayrakları çekme sadece Suriye'de değil başta Beyrut olmak üzere bütün Lübnan şehirlerinde de vuku bulmuştu.
Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Faysal Şam'a girmesini sevinçle karşılayan İzzet Derveze şöyle anlatır:
“Çok geçmeden haber aldık ki Faysal , Arap isyanının birlikleri ve kendisine katılan mücahitler, Suriye ve Irak subaylarıyla beraber atının üzerinde Şam'a girmiş. O anda öylesine bir gayret ve infiale kapıldım ki, fesimi telgraf aletlerinin bulunduğu salonun tavanına fırlattım. Şam telgraf memurlarının bize bildirdikleri hususlardan biri de Faysal'ın Suriye'nin bağımsızlığını ilan ettiği ve Arap isyanı hedefine varabilmek için yanında müttefik ve dost İngiliz birlikleri olduğu halde bazı birliklerinin başında Halep'e gittiğiydi.”
ARAP BAYRAKLARI YERİNE FRANSIZ BAYRAKLARI
Emir Faysal Şam'a girmiş, Suriye'nin bağımsızlığını ilan etmişti ama İngilizler kıs kıs gülüyorlardı.
“Şimdilik bırakalım Emir Faysal kendisini Irak, Suriye Lübnan Filistin ve Ürdün'ü de kapsayan Büyük Arap İmparatorğunun Kralı olarak görsün” demişlerdi.
İşin gerçeğinde ise Irak ve Filistin İngilizlere, Suriye ve Lübnan Fransızlara bırakılmıştı.
Savaş bitip de Osmanlı Devleti ateşkes sözleşmesini imzaladıktan sonra zaten bilinen ama bir türlü Arap isyancılar tarafından kabul edilmek istenmeyen gerçekler de kendisini bütün gücüyle dayatmıştı.
Emir Faysal ve adamları Suriye'den ve Lübnan'dan çıkarıldılar. Arap bayrakları indirildi, yerlerine Fransız bayrakları çekildi.
Faysal'a İngiliz kontrolünde bir Irak Krallığı, kardeşine de aynı şekilde bir Ürdün Emirliği tevcih edildi sadece.
Emir Faysal, Suriye'nin Fransız mandasına girmesindense İngiliz mandasına girmesini yeğ tutuyordu.
Bu yüzden meşhur gazeteci Muhammed Kürt Ali'den Suriyelileri İngiliz Mandasına girmeye çağırmasını istiyordu.
Olacak şey değildi, İngilizler ve Fransızlar çok daha önceden aralarında anlaşmışlar ve Arap isyancıları aldatmışlardı.
Gerçek buydu.
1950'lerde ortada Irak Krallığı falan da kalmadı. Faysal hanedanı ve Faysal'dan kalan yönetici elit Irak'ta vahşi bir şekide tasfiye edildi.
Mekke Şerifi Hüseyin ise daha 1920 başlarında İngilizler tarafından yüzüstü bırakılmış ve bunun neticesinde Suudiler tarafından yenilerek Kıbrıs'a sürgün edilmişti.
Arap isyancılar büyük bir oyunun içerisine birer piyon olarak sokulduklarını anlayacak ferasette değillerdi.
Elbette Arap isyancıları bütün Arap halkını temsil etmiyorlar.
Öte yandan geleneksel ulema sınıfı da çoğunlukla “Osmanlı Hilafeti”ne sadık kalmıştı.
LAZKİYE'DE ÖZERK NUSAYRİ DEVLETİ
Suriye Fransız mandasına girdikten sonra birkaç parçaya ayrılmıştı.
Lazkiye'de Fransızların desteğiyle bir küçük “Nusayri Özerk Devleti” bile kurulmuştu.
Suriye ve bilhassa Şam Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde Arap milliyetçi muhalefetinin merkezi durumundaydı.
Yüzyıllarca hor gördükleri Nusayriler(Suriye Alevileri), Fransız manda yönetimi ile sıcak bir ilişki kurmak suretiyle durumlarını güçlendirmişlerdi.
Fransızlara karşı ayaklanan Arap isyancılarına karşı Fransız konutanların emrine giren Nusayriler savaşmışlardı.
Dürzi Lider Sultan el-Atraş'ın büyük kıyamının hedefine ulaşmasının önünde de yine Nusayriler durmuştu.
Fransızların Suriye'de kalmasını isteyen tek grup da Nusayriler idi.
Nusayri eliti kaderini Fransız mandasına bağlamıştı ve Sünni Arapların Suriye'yi yönetmelerine itiraz etmişlerdi.
Bu yüzden Fransız mandasına karşı mücadele eden “Suriye Kongresi”ne delege göndermeye bile gerek duymamışlardı.
Bir Nusayri lideri 1926'da Milletler Cemiyeti Daimi Manda Komisyonu oturumlarında “Biz üç ya da dört asırda yaptığımız ilerlemeden fazlasını son üç dört yılda başardık. Bunun için bizi bu halde bırakın” demişti Fransızlara.
Fransızların kurduğu ordunun kilit mevkileri Nusayrilere teslim edilmişti.
NUSAYRİLER MANDA'DAN MENNUNLAR
1936'da Fransızlar Lazkiye merkezli Nusayri Devleti'ni Suriye ile birleştirmek istediğinde Nusayrilerin itirazıyla karşılaştılar. Daniel Pipes'in yazdığına göre Lazkiye Nusayri Devleti'nin muahafaza edilmesi ve Sünni Araplarla aynı birlik içerisine sokulmaması için Fransa Başbakanı Leon Blum'a bir mektup göndermişlerdi.
Altı Nusayri liderin gönderdiği mektupta Süleyman el Esad'ın da imzası vardı. Kardaha'lı Süleyman el Esad 30 yıl Suriye'yi demir bir yumrukla yöneten Hafız Esad'ın büyükbabasıydı.
Lazkiye Aralık 1936'da özerkliğini kaybetmekle birlikte özel bir idare ve mali rejime sahip olmaya devam etmişti.
Bu arada Nusayrilerden Süleyman el-Mürşid isyanı başgösterir.
İsyanın amacı Fransızlara Nusayri Özerk Devleti'ni kabul ettirmektir.
Bir taraftan isyan sürerken, diğer taraftan Fransız makamları nezdinde girişimler art arda geliyordu.
Suriye 1946'da bağımsızlığını elde ettikten sonra da Nusayri isyanları devam etti.
Nusayrilerin Suriye dışında kalma çabaları 1950'lerin yarısında sükuta uğradı.
Ama iş burada bitmedi, Nusayriler Baas Partisi'ne sızarak iktidarı ele geçirmekten vazgeçmediler.
Nusayriler Fransız mandasından itibaren orduda yer almaktan memnun kalmışlardı.
Önlerinde tek seçenek de buydu ve bunu çok da iyi kullandılar.
Böylece Arap dünyasının karmaşası içinde allak bullak olan bulanık atmoferde giderek rollerini artırdılar.
Laik, ulusalcı, sosyalist “Baas İdeolojisi” Nusayriler için kendilerini rahatça ifade edebilecekleri bir zemin yaratıyordu.
Hafız Esad da geleceğini Orduya yazılarak kurmayı amaçlamış bir Nusayri idi.
Ordu içerisindeki Nusayri hiziplerin desteğiyle kariyer basamaklarını birer birer tırmanmıştı.
Baas partisinin askeri kanadında yer alarak kendine bir alan açmayı başarmıştı.
Hafız Esad ve Baas Partisi...
1963'deki Baas Hükümet darbesinde Nusayriler etkindirler.
Nusayri hizbi 1966 Darbesi'nde daha da etkin bir rol oynamıştı.
1970 Kasımındaki Hafız Esad darbesiyle Nusayri etkinliği zirveye ulaşmıştı.
Hafız Esad'ın askeri kariyerindeki yükselişiyle Nusayrilerin politik yükselişi parelel gitmiştir hep.
Daniel Pipes'in de vurguladığı gibi Hafız Esad 1963 darbesiyle iktidarın tadına varmıştı.
Hava Kuvvetleri Komutanı Esad'ın Şubat 1966'daki isyanı vaktinde desteklemesi Nusayrilerin iktidara gelmelerini sağlamada belirleyici bir rol oynamıştır, ödülü ise yeni rejimin ilanından yirmi dakika sonra Savunma Bakanlığına atanması olmuştur.
Böylece Ordunun bütünü üzerinde hakimiyet kuran Esad, Baas Partisi içindeki Nusayri rakibi Salah Cedid'i de 1970'de devre dışı bırakmayı başarmııştır.
Artık Hafız Esad'ın önünde hiçbir engel kalmamıştır.
Zamanla Baas Partisi'nin rejim üstündeki nüfuzunu da ortadan kaldıran Esat artık “tek adam” olmuştur.
Ordunun ve istihbaratın bütün kilit noktalarını Nusayrilere ve bilhassa kendi kabilesinden güven duyduğu adamlarıa teslim etmiştir.
Aslında Esad bir Nusayri olmasına rağmen Sünni İslami muhalefeti etkisiz kılmak için mümkün olduğunca “Arap-Müslüman” kimliğini öne çıkarmaya çabalamıştır.
Bu yüzden iktidar bileşenlerinde Baas İdeolojisine bağlı Sünni Araplara, Dürzilere ve Çerkeslere de yer vermiştir.
Ama kökü derinlerde oln bir ihtiyatlılıkla asla kilit mevkileri Nusayri olmayanlara teslim etmemiştir.
1930'lardan beri Suriye'de örgütlü bulunan “Müslüman Kardeşler”in muhalefeti 1970'lerde şiddetlendi.
1950'lerde Arap laik-milliyetçi otoriter rejimleri popülerlik kazandığından Müslüman Kardeşler'in Suriye ve Mısır'daki faaliyetleri kuvvet kullanılarak durduruldu.
Suriye'de 1982'deki Müslüman Kardeşler ayaklanması büyük bir şiddetle bastırıldı, Hama ve Humus yerle bir edildi, binlerce insan yaşamını yitirdi.
Onbinlerce kişi Suriye'den kaçarak sürgünde yaşamaya devam ettiler.
2000'de Hafız Esad öldü ve yerine oğlu Beşşar Esad geçti.
Baas İdeolojisi iflas etti ama “Tek Adam” rejimi değişmedi.
Rejimi bir soğana benzetirsek, en üstte Beşşar Esad, onun altında kilit askeri mevkileri işgal eden Nusayri aktörler onun da altında çeşitli etnik kökenlerden gelmekle beraber Esad rejimine bağlı politik aktörler, onun da altında bir bütün halinde Nusayri toplumu yer alıyor.
Gerçekte Suriye rejimi bir azınlık rejimidir.
Sorun da burada.
Beşşar Esad ve Suriye iç dengeleri..
Babasından daha ılımlı olan ve Batı üniversitelerinde eğitim alan Beşşar Esad rejimi biraz daha yumuşatmak için bazı açılımlar gerçekleştirdi ama hiç bir zaman “Müslüman Kardeşler” muhalefetini serbest bırakmayı göze alamadı.
Sürgündeki Suriyelilerin ülkelerine dönmesine izin vermedi. 1950'lerden kalma otoriter ve totaliter rejimlere yönelik sivil başkaldırıdan Suriye'nin etkilenmemesi düşünülemezdi. “Kuzey Afrika” ve “Yakın Şark”taki eski rejimlerin gitmesi ve yerine demokratik rejimler kurulması yönünde uluslararası kamuoyunun ciddi bir baskısı sözkonusu. Suriye'de yaşanan olaylar, Beşşar Esad ve “Tek Adam” rejimini tehdit ediyor. Değişimin iç savaşlara yol açmadan, kansız bir şekilde gerçekleşmesi gerekiyor. Suriye iç dengelerini bozmayacak bir şekilde, Nusayrileri, Dürzileri ve Kürtleri de içine alan geniş tabanlı bir muhalefet cephesi açılmadan Esad rejiminin işbaşından uzaklaşması zor görünüyor.
Çünkü Esad rejiminin çelik çekirdeği Nusayrilerden oluşuyor. Nusayrileri tatmin etmeyen çözümler, Suriye'nin bölünmesini ve bunun sonucunda askeri bir müdahaleyi davet edebilir. Son tahlilde Nusayriler istemedikleri bir rejimde yaşamak yerine Batı koruması altında küçük bir devlete rıza bile gösterebilirler. Bu da hiç bitmeyecek bir iç savaş anlamına gelir. Bölünmüş ve zayıflatılmış bir Suriye kimin işine yarar? Herkesin bu soru üzerinde ciddiyetle düşünmesi ve adımlarını buna göre atması gerekiyor. Suriye'de demokratik değişim gerçekleşecekse, yukarıda da ifade ettiğim gibi bütün tarafları tatmin edecek bir program şart.
Türkiye'nin sürece olumlu katkıları da bu program çervesinde mümkün olabilir.
75 yıl önce de Suriyeliler Türkiye'ye sığınmışlardı..
Başbakan Erdoğan bugün Kilis'teki Suriyeli sığınmacıların barındığı konteynir kenti ziyaret edecek. Esed rejiminin mağduru olan Suriyeliler 75 yıl önce de Fransızlara karşı özgürlük mücadelesi başlatmışlardı. Türkiye Suriyeli kardeşlerimizin bağımsızlık mücadelesine de destek vermişti. Can güvenlikleri tehlikeye düştüğü için yüzlerce Suriyeli aile 1937 yılında Türkiye'ye sığınmıştı. Mardin'e sığınan mülteciler adına çeşitli aşiretlerin reisleri tarafından kaleme alınarak Hükümete gönderilen bir mektupta Suriyeliler Türkiye'ye şükran duygularını ifade etmişlerdi.
Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları 'Büyük Arap İmparatorluğu' vaadiyle Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerle işbirliği yapmışlardı.
Oysa İngilizler ve Fransızlar arasında 1916'da yapılan bir gizli anlaşmayla Suriye ve Lübnan Fransızlara bırakılmıştı.
Müslüman Arapların haberdar olmadığı bu gizli plan saat gibi tıkır tıkır işlemiş, Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Emir Faysal utanç verici bir şekilde Suriye ve Lübnan'dan çıkarılmıştı.
Emir Faysal'ın Savunma Bakanı Yusuf El Azme ise onurlu bir direnişi seçerek 1920'de az sayıdaki askerleriyle Lübnan-Şam arasındaki 'Maysalun'daki dar bir vadide Fransız tanklarını karşılamıştı.
Yusuf El Azme ve arkadaşları esir düşmüşler, ancak Fransızlar tarafından telgraf direklerine bağlanarak infaz edilmişlerdi.
Şehit Yusuf El-Azme Suriye'nin bağımsızlık mücadelesinin simge isimlerinden biridir.
'Sykes-Picot anlaşması'nın ortaya saçılmasından sonra Suriye'de gaflet içindeki Arap isyancılarının zehirlediği hava değişmişti.
Anadolu ve Suriye ayrı ayrı ama birbirleriyle de dayanışma içerisinde bağımsızlık mücadelesi veriyordu.
'Suriye ve Filistin Müdafaa-i Kuva-yi Osmaniye' heyeti başkanı Cevdet Beyzade Ali Şefik Bey tarafından kurulan 'Demokrat Cemiyeti' ,Türkiye ile işbirliğini savundukları için Emir Faysal tarafından tutuklattırılan mücahitleri kurtarmak için faaliyet gösteriyordu.
Fransızlar manda döneminde Suriye'nin Türkiye ile manevi rabıtasını kesmek için, 40 yıl sonra 'Esed rejimi'ne temel sağlayan uygulamaları hayata geçirmişlerdi.
Esed rejiminin temelleri manda döneminde atılmıştı.
Türkiye bugün de özgürlük ve demokrasi istedikleri için Esed rejiminin zulmüne uğrayan Suriyeli kardeşlerine kucak açtı.
ATATÜRK'E SEYFÜL-İSLAM ÜNVANI
Dr. Ömer Osman Umar'ın 'Türkiye-Suriye İlişkileri(1918-1940)' başlıklı eserinde Suriyeli mücahitlerle Türkiye arasındaki ilişkilere dair önemli bilgiler, belgeler yer alıyor.
Buna göre Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri Anadolu'da Milli Mücadeleyi başlattıklarında Suriye halkı maddi ve manevi yardımlarını esirgememişti.
O dönemde Halep'te de 'Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti' kurulmuştu.
'Halep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti' tarafından Mustafa Kemal Paşa'ya iletilen bir mesajda şu ibareler yer alıyordu:
'Halep'te, Hama ve Humus'ta ve Şam'da halet-i ruhiyenin mübarek ve mukaddes gayenize müteveccih ve efkarı umumiyenin hemen yüzde 90'ını sizinle beraber olduğunu temin ederim'
13 Kolordu Komutanı Ahmet Cevdet Bey'in 18 Aralık 1919'da Dahiliye Nezareti'ne yazdığı yazıda ise, Halep'te halkın dükkanlarını kapayarak Osmanlı lehinde gösteri yaptıkları, İngilizleri ve Fransızları protesto ettikleri, aralarından bir heyet teşkil ederek Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarıyla ilişkiye geçmek üzere Sivas'a gönderme kararı aldıkları belirtiliyordu.
Selahattin Adil Bey'in Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Nezareti'ne gönderdiği 31 Ekim 1920 tarihli bir raporda ise Halep halkının Fransızlardan menfaat temin eden çok az bir kısım eşraf dışındaki orta tabakanın Türkiye taraftarı oldukları ve hatta Fransızlara karşı bir ihtilal başlatmaya hazır oldukları ifade ediliyordu.
Ankara Hükümeti, Fransızlarla yaptığı 'Ankara Anlaşması'na rağmen Suriyeli mücahitlerle ilgisini kesmemişti.
Türkiye'nin Yunanlılara karşı kazandığı zafer Halep'te büyük sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Bu esnada Halepliler Mustafa Kemal Paşa'ya 'Seyfu'l- İslam(İslamın kılıcı)' ünvanı vermişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa, Şam Müftüsüne çektiği bir telgrafta Yunanlılara karşı kazandığı zaferi bildirmiş ve ondan camilerde İslam davasının başarıya ulaşması için mevlit okunmasını ve dua edilmesini istemişti
Bunun üzerine 22 Eylül 1922 akşamı Şam'da birkaç camide merasim düzenlenmiş, Şam eşrafı, şeyh ve bilginleri tarafından Ankara'ya tebrik telgrafları çekilmişti.
Ayrıca Beyrut'ta 10 bin altın toplanarak Ankaraya gönderilmişti.
DİRENİŞÇİLER ANKARA İLE TEMASTALAR
1923 yılı başlarında Lübnan'da Fransız askeri makamlarının yayımladığı bir genelgede ise Halep, Antakya ve Hama'da üzerinde Osmanlı bayraklarının yer aldığı Suriye haritalarının satıldığı belirtilerek, bu türden bütün haritalara, resimlere ve kitaplara el konulması isteniyordu.
Fransızlar Halep'teki dükkanlarda sergilenen Mustafa Kemal posterlerinin satışını da yasaklamışlardı.
Hilafetin kaldırılması Suriye ve Lübnan müslümanları tarafından büyük bir üzüntüyle karşılanmasına rağmen Türkiye'ye olan alaka azalmamıştı.
1925 ve sonrasında Suriye'de Fransızlara karşı ayaklanmalar ile Türkiye arasında ilişki kurulmuştur.
Mesela Beyrut'ta yayımlanan yarı resmi gazete 'La Syrie' ve 'Hür Arap Masonları' adına konuşan 'Lisanu'l-Hal' gazetelerinde 17 Aralık 1925'de yer alan makalelerde Güney Suriye'de ayaklananlar ile Türkler arasında, Fransızları Kuzey Suriye'de ve Hama-Humus bölgesinde zor durumda bırakmak için bir antlaşma yapılmaya çalışıldığına işaret ediliyordu.
'Suriye-Filistin Konferansı' Türkiye'ye yakınlığıyla bilinen Şam'lı Yahya Hayati Bey'i kuzeydeki isyancıları organize etmek ve Türkiye ile bağlantıyı sağlamak amacıyla Ankara'ya göndermişti.
Türkiye, bu bağımsızlık mücadelesi sırasında kendisine sığınan Suriyeli direnişçileri hep bağrına basmıştı.
CENEVRE'DE GİZLİ GÖRÜŞME
Suriyeli vatanseverler 1930'larda da Fransız mandasından kurtulmak için Türkiye'nin desteğine ihtiyaç duymuşlardı.
Dr. Ömer Osman Omar'ın verdiği bilgiye göre 'Suriye Fırkası' tarafından görevlendirilen bir zat, Türkiye'nin Cenevre Konsolosuyla yaptığı görüşmede Ankara'ya şu hususların bildirilmesini istemişti:
'1-Hükümetiniz, Türkiye Suriye menfaatlerini temin için teferruatı sonradan tespit edilmek üzere gizli bir antlaşmaya taraftar mıdır?
2-Suriyeye mühimmat geçirilmesine imkan var mıdır? Mühimmatın nerelerden geçirilmesi lazım geleceği sonradan bildirilecektir.
3-Gerektiğinde Türkiyeye iltica edenlerin Türkiyede hayatlarını kazanmaya müsaade edilebilir mi?
4-Türkiye, Suriyenin müdafaası zımmında müzahareti maneviye, yardımlarda bulunabilecek midir?'
Bu bilgiler Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tarafından 26 Ağustos 1933'te Başbakan İsmet İnönü'ye iletilmişti.
Hükümetin bu tekliflere ne cevap verdiğini bilmiyoruz ama Türkiye her platformda Suriye'nin bağımsızlığını kazanmasından yana olduğunu açıkça telafuz etmişti.
Zaten Tevfik Rüştü Aras 1932'de 'Milletler Cemiyeti'nde yaptığı bir konuşmada Türkiye'nin tavrını belirtmiş, bunun üzerine Suriyeli vatanseverler Cumhurreisi Atatürk'e teşekkür mektubu göndermişlerdi.
MARDİN'E SIĞINAN SURİYELİLER
Fransızlar , Suriyedeki halkın can güvenliğini tam olarak sağlayamadıklarından, yanı sıra dini ve etnik ayrımcılıktan dolayı zor durumda kaldıkları için yüzlerde aile Türkiyeye sığınmıştı.
Ağustos 1937 başlarında Amude'de hıristiyan ve Müslümanlar arasında meydana gelen olaylardan dolayı binden fazla müslüman katliamdan kurtulmak için Mardin'e kaçmışlardı.
Türkiye, Suriyeli sığınmacılar için elinden gelen her yardımı yapmıştı.
Mardin'de 1100 mülteci namına çeşitli aşiretlerin reisleri tarafından imzalanarak 17 Ağustos 1937 tarihinde gönderilen şükran mektubunda şu ibareler yer alıyordu:
'Evlerimizin yakıldığı, mallarımızın gasp edildiği, canlarımızın ölümle pençeleştiği gün büyük şefkat ve merhamet kucağını bizlere açan ilticamızı kabul buyurmak suretiyle bizleri hayata kavuşturan ve cenupta kalanların da refah ve necat ümitlerini kuvvetlendiren Cumhuriyet Hükümetinin büyük atıfetini hürmet minnetle karşılarız. Gerek naklimiz sıralarında ve gerekse ibate ve iaşemizde, trahumlularımızın ve hastalarımızın teşfiye ve tedavisinde her türlü esbab-ı huzur ve istirahatimizin temininde gösterilen ciddi alaka ve teshilata karşı kalplerinden doğan sonsuz sevincin minnet hissiyle arzı şükran eyleriz.'
75 yıl sonra Başbakan Erdoğan, benzer gerekçelerle Esed rejiminden kaçan Suriyeli kardeşlerimizin barındığı Kilis'teki konteynir kenti ziyaret ederken bu tarihi dostluk ve kardeşlik ilişkisini bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.
İki kardeş hakikat karşısında anlaşsınlar..
Suriyeliler Fransız mandasından kurtulmak için gösterdikleri çabaların sonuç vermemesi üzerine Türkiye'yi tek umut olarak görmeye başlamışlardı.
Türkiye'ye dayanarak bağımsızlığı gerçekleştirmek için bir takım girişimler de sözkonusuydu.
1939 yılı Mayısında Paris'te bulunan Suriye hükümetinin Ankara temsilcisi Adil Arslan, Cenevre'de sürgünde bulunan ağabeyi Emir Şekip Arslan'ın karısı Süleyma Hanım'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:
'Fransızlar ile uzlaşma katiyen gayri kabildir. Hatta Fransa tarafından bugüne kadar tasdik edilmeyen muahedenin tasdik ve tatbiki de bugün gayri kabildir. Bunun için biz Suriyelilere kalan iş, öteden beri söylendiği halde kabul etmediğimiz bir hakikatı kabul ederek , Türklerle anlaşmak ve onların kuvvetine iltica etmektir. Başka çaremiz kalmamıştır'.
Süleyma Hanım bu mektubu okuyunca şu cevabı vermişti:' Esasen Suriye denilen memlekette halkın yüzde 50'si Türk taraftarıdır. Ben bunu söyledikçe kocam bana kızdı. Şimdi iki kardeş hakikat karşısında anlaşsınlar'.
Dün Hama, bugün Humus...
'Esed rejimi'nin Humus'ta gerçekleştirdiği yıkımın sonuçları yeni yeni ortaya çıkıyor.
1982'de Hafız Esed'in kardeşi, 'Hama kasabı' lakabıyla şöhret kazanan Rıfat Esed'in Hama'da gerçekleştirdiği katliamlar ise hala hafızalarda yaşıyor.
1990'larda Suriye'ye giden gazeteci Robert Fisk, harabeye dönmüş Hama'da katliamın izlerini arıyordu.
'Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğunun Fethi' isimli kitabında bakın neler anlatıyor:
'Ve olup bitenleri hatırlamaya , bir avuç cesur insan hazırdı. Muhammed(seçtiği isim buydu) Geylani'deki dar bir sokakta, yavaşca ve büyük bir sakınganlıkla başladı anlatmaya: 'Savaş boyunca burada yaşadım. Evim , ordu ile asiler arasında, ön cephedeydi. Altı kişilik ailemle birlikte onsekiz gün boyu bodrumda yaşadım. Yiyeceğimiz bittiğinde neler hissettiğimizi tasavvur edemezsiniz. Sürüne sürüne dışarı çıktım ve petrol tankının yanında biraz bayat ekmek buldum. Ekmekler petrole bulanmıştı, fakat yedik. Sonunda, savaşın son günü bodrumu terk edebildik'. Muhammed'in herşeye rağmen benimle konuşması, en az anlattığı hikaye kadar olağan dışıydı. Suriye'deki korku iklimi dağılıyor muydu? Yoksa Hama'daki kan banyosuna artık yeni bir perspektiften mi bakılıyordu? Alt düzey bir hükümet çalışanı (haliyle ismini vermedi, ama Esad'a kalpten bağlıydı.), Şam'daki Sahra restoranda öğle yemeği yerken bana bu durumu açıklamaya çalıştı. Beyaz keten masa örtüleri ve iki dirhem bir çekirdek garsonlarıyla pahalı bir mekandı burası ve ironik olan o ki, sahibi Hama ayaklanmasının ezilmesine nezaret eden adamdı: Başkanın kardeşi Rıfat. 'Hamada olanları, cinayetleri, infazları onaylamadığını biliyorum Robert' dedi hükümet elemanı. 'Fakat şunu anlamalısın ki, başkanımız o isyanı bastırmasaydı Suriye bugün Cezayir'den farksız bir ülke olacaktı.'
Hükümet elemanı Robert Fisk'le konuşmasına şöyle devam ediyordu:
'Suriye'de asla İslami köktenciliğe dayalı bir devlet olmayacak. Siz Batıdakiler bize müteşekkir olmalısınız. Biz burada İslami fanatizmi ezdik. Ortadoğuda köktendinciliği tümüyle bastırmış olan tek ülke biziz.'
Hama'yı yakıp yıkanlar 30 yıl sonra Humus'u yakıp yıkmaktan kaçınmamışlardı.
Suriyeliler özgür bir Suriye için ayağa kalktıklarında Esed rejimi Batılılara hitaben 'biz gidersek radikal İslam gelir' teranesine başvurmuştu.
Hatta İsrail'in güvenliği konusundaki istikrarın da Esed rejiminin devamına bağlı olduğu bildirilmişti.
Esed rejimini meşrulaştırmak isteyenlerin kulakları çınlasın.
Suriye'de Fransızlara kök söktüren müritlerin şeyhi İzmitliydi
Beşşar Esed'in muhalif güçleri zayıflatmak ve Suriye halkını etnik olarak birbirine düşürmek maksadıyla Suriye'nin kuzeyindeki bazı şehir ve kasabaları Kürt gruplarının ele geçirmesine izin vermesi 'Suriye bölünüyor mu?' sorusunu akla getirdi. Kürt Dağı'nın da içinde yer aldığı bölge 1920'lerden 1940'lara kadar Fransız manda rejimine en fazla baş kaldıran bölgeydi. Kürt Dağı'nda halkı işgal güçlerine karşı örgütleyen şahsiyet ise İzmitli esrarengiz bir Nakşi şeyhiydi.
Fransızlar 1920'lerde manda rejimine direnen Suriye halkını etnik bileşenlerine ayırarak, Arap, Dürzi, Kürt, Alevi, Sünni diye bölerek milli direnişi zayıflatmaya çalışmışlardı. Manda rejiminin 'böl, parçala, yut' politikasına en fazla direnenler de Suriye'nin Kuzeyinde, Türkiye sınırına yakın 'Kürt Dağı'nda yaşayan halk idi.
Kürt Dağı, Suriye'de ayrlıkçı Kürt milliyetçileri ile Ermeni Taşnak milliyetçilerinin birlikte kurdukları 'HOYBUN' un nüfuzunun geçmediği nadir Kürt bölgelerinden biriydi.
Başta Afrin olmak üzere Kürt Dağı havalisinde yaşayan halk 1928'den 1940'ların başlarına kadar Fransız işgalcilere kök söktürdüler. İşin ilginci, kendisi Kürt olmayan, Türkiye'den Kürt Dağı'na gelen bir Nakşibendi Şeyhi'nin önderlik ettiği direniş Hatay'ın Türkiye'ye ilhakını da kolaylaştırmıştı.
Suriye üzerine çalışan araştırmacılar Hatay meselesinin kızıştığı dönemlerde Türkiye'nin faaliyetleriyle Cezire'de karışıklıklar çıktığını, bölgenin Türkiye'ye bağlanması yönünde taleplerin yükselmeye başladığını vurgulamışlardır.
Türkçe kaynaklarda pek yer bulmayan bu hareket Fransız kaynaklarında 'Mürid Hareketi' olarak nitelendiriliyor. Oryantalist-diplomat Roger Lescot'un 'Le Kurd Dagh et le mouvement Mouroud (Kürt Dağında Mürid Hareketi) isimli kitabında bu direniş geniş bir yer tutuyor.
Yıllar önce bir dost meclisinde sözkonusu Nakşibendi Şeyhi'nin ilginç hayat hikayesi hakkında bölük pörçük bilgiler edinmiştik. Arı İnan'ın 'Tarihe tanıklık edenler' kitabında dönemin Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer, Hatay'ın ilhakını kolaylaştırmak maksadıyla propaganda çalışmalarına katılması için, Atatürk'ün çok sevdiği bir Nakşibendi şeyhini Hatay bölgesine gönderdiğinden söz etmesi konuya olan merakımızı kışkırtmıştı.
Sökmensüer'in ismini vermediği Nakşibendi Şeyhi'nin ismi, 'Seyyid Ebu Nureddin' künyesiyle de anılan 'İbrahim Halil (Soğukoğlu)' idi. Geçenlerde dostum Müfit Yüksel de bir yazısında Halil Efendi'ye kısaca değinmişti.
SIRLAR AYDINLANIYOR
Suriye'deki Kürt Dağı'na yakın bölgelerde, bilhassa İslahiye ve Kilis civarında, 1930'larda büyük bir şöhret sahibi olan İbrahim Halil Efendi'nin esrarengiz hayatı hakkında bazı araştırmalar yapıldığını belirtmeliyim.
Bu araştırmaların başında Prof. Mustafa Öztürk'ün '1938/Suriye Olayları ve Halil İbrahim Efendi'nin Faaliyetleri' isimli risalesi ile 'İzziye Kazasının Kuruluşu ve Milli Mücadeledeki Yeri' başlıklı makalesi yer alıyor.
Halil Efendi'nin esrarengiz hayatı hakkında en önemli kaynak, müritlerinden Afrin'li 'Fakirü'l-Hak' lakaplı Musa Na'san Efendi'nin 'Şeyh İbrahim Halil Kimdir' isimli el yazmasıdır.
Bir diğer çalışma ise Fehmi Soğukoğlu'nun 'İbrahim Halil Efendi'nin Hayatı ve itikadi Görüşleri 'isimli yüksek lisans teziydi. Şeyhin dini eserlerini inceleyen Soğukoğlu hem yukarıda bahsettiğim çalışmalardan, hem de Şeyhin yakın aile fertleriyle yaptığı görüşmelerden elde ettiği bilgilere tezinde yer verdi. Dolayısıyla yazımdaki bilgiler de bu çalışmalara dayanıyor.
HAMİDİYELi ŞEYH, KÜRT DAĞI'NA BAŞ OLDU
İbrahim Halil Efendi 1902'de İzmit'in Gölcük ilçesine bağlı 'Hamidiye Köyü'nde (eski adı Borçka) dünyaya geldi. Hamidiye, Sultan II. Abdülhamit tarafından kurdurulan bir Gürcü köyüdür. Halil Efendi'nin annesi Emine hanımın ailesi Batum muhacirlerinden olup Adapazarı'nın Fevziye Köyü'ndendir..
Küçük yaşlardan itibaren, başta babası Said Hilmi Efendi'den dini eğitim alan İbrahim Halil tasavvuf yolunda pişmek için Suriye, Mısır, Irak, Arabistan, Yunanistan, Ürdün ve Lübnan'a gitti, birçok şeyhle birlikte bulundu. Şeyh Kemaleddîn el-Bektaş (Bektaşi Şeyhi) dahil kırk bir şeyhten icazetli olduğu öne sürülen Halil Efendinin mürşitlerinden birisi de Humuslu Şeyh Ebü'n-Nasr Halef'dir..
Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca, Gürcüce, Çerkezce, Pomakça, Lazca, Arnavutça, Bulgarca ve Romanca konuşabildiği söylenen Halil Efendi'nin 'Şeyh Saîd isyanı'nın ardından ihtiyat askeri olarak askere çağrıldığı, on yedinci kolordu, istihbarat kalem kâtipliğinde onbaşı olarak görev yaptığı belirtilir. 1928'de askeri bir emirle, istihbarat takibi için Suriye'ye gönderilen Halil Efendi'nin bir daha birliğine geri dönmemiştir.
Kürt Dağı bölgesinde verdiği Cuma vaazlarıyla meşhur olan Halil Efendi'nin binlerce Kürt müridi olur. Bu arada Fransızlarla işbirliği içindeki aşiret ağalarının husumetini de üzerine çeker.
Başta İbrahim Hananu olmak üzere 'Kütletü'l-Vataniye'nin liderleriyle temas kurarak Fransız manda rejimine karşı Kürt Dağı'nda halkı bilinçlendirmeye başlar. Fransızlar, köylüler üzerindeki nüfuzlarını kaybeden aşiret ağalarını Halil Efendi'ye musallat ederler. Onlarca köyü mürit yapan Halil Efendi hem aşiret ağalarına, hem de Fransız işgal güçlerine karşı mücadele eder.
Türkiye 1921'de Fransızlarla anlaşma imzaladığı için mürid hareketine açık destek vermez ama gerek Fransızlar, gerekse Kürt milliyetçileri Şeyhin Türkiye'nin casusu olduğu söylentisi yayarlar. Bu durumu İbrahim halil Efendi şu sözlerle anlatıyor:
'Ben Suriye'deyken Şeyh İsmail Ağalar ve diğer akrabası olan ağalar dehâletle bir taraftan Fransızlara Türkçü olduğumu; diğer taraftan Türkiye'nin Kilis Kazası'nın Halk Fırkası Başkanı İsmail Bey'e aleyhde idâre-i kelâm ettiğimi ve tarikat şeyhliğiyle meşgul olduğumu bildiren raporlar veriyorlardı.'
ŞEYH HALİL'İ İÇERİ ATTILAR
Afrin bölgesindeki faaliyetleri nedeniyle 1930'da Fransızlar tarafından tutuklanan İbrahim Efendi Türkiye'ye teslim edilir. Kilis'te 16 ay hapis yatan Şeyh Efendi şapka aleyhinde halkı tahrik etmekle ve 1925'deki Şeyh Said isyanına karışmakla bile suçlanmıştır. Suçlamalar ispatlanamaz ve serbest bırakılır. Şeyh, Bakanlar Kurulu kararıyla 1934-1937 yılları arasında Bilecik'te zorunlu ikamete tabi tutulur.
Bu arada Kürt Dağı'nda Şeyhin müritleri Fransızlara karşı silahlı mücadeleyi hızlandırırlar. Kaynaklara göre Suriye'de Fransızlara karşı bağımsızlık mücadelesi veren tek silahlı hareket Kürt Dağı'yla sınırlı kalmıştır. Afrin bölgesi müridlerin her şeyi kontrol altına almasıyla, adliye, maliye, askeriye organları bulunan İslamî ilkelere bağlı bir yönetim halini almıştı. Daha çok kırsal kesimleri içine alan bu bölgeye Fransız kuvvetleri girememekteydi.
HATAY'A GÖNDERDİLER
Bu arada Hatay meselesinin halledilmesi konusunda Şeyhin Suriye'nin kuzeyineki nüfuzundan faydalanmak ister.. Böylece sürgünü kaldırılan Şeyh, 1938'de ikinci kez Suriye'ye girer. Hatay da yaptığı hizmetlerden ötürü Halil Efendi Türkiye içerisinde bir nebze olsun rahatlamıştır. Şeyh aynı yıl ailesini de yanına alarak Halep'te ikamet etmeye başlar.
Bu ikinci ikametinde Şeyh, Şeyh Ebü'n-Nasr, Şeyh Ahmed Murad, Şeyh İsa Beyanuni ve Vatan Bloku'nun bazı liderleriyle istişare ettikten sonra Kürt Dağı'na geçerek bir süre önce durdurulan silahlı mücadeleyi yeniden başlatır(Suriye Müslüman Kardeşler teşkilatının halen yaşayan liderlerinden Ali Sadreddin Beyanuni, Şeyh İsa Beyanuni ve Şeyh İzzeddin Beyanuni ile aynı ailedendir.)
Fransızların yanı sıra işbirlikçi aşiret ağalarıyla kıyasıya bir mücadeleye başlayan Şeyh hasımlarını büyük kayıplara uğratır. Fransız uçakları Kürt Dağındaki mürit köylerini, milis-sivil ayırt etmeden günlerce bombalarlar. 'Vatan Bloku' tarafından da yalnız bırakılan Şeyh Halil bir kaç müridiyle Türkiye'ye teslim olur.
Fransızlar, Türkiye'yi Suriye'de kalan müridlerin silah bırakmaması halinde Türkiye'ye iltica eden aileleri sınır dışı etmeye zorlarlar. Bunun üzerine dağdaki bazı müridler de silah bırakarak Türkiye'ye iltica ederler. Binden fazla silahlı mürid grubu ise Bekir Fehmi ve Reşid İbo komutasında Fransızlarla mücadeleye devam ettiler.
Fransızlar, İbrahim Halil Efendi'nin Türkiye tarafından Hatay'ın Türkiye'ye katılımını kolaylaştırmak ve Kürt Dağ bölgesini Türkiye'ye katmak için gönderildiğini düşünüyorlardı.
FRANSIZLAR GİDENE KADAR DURMADI
Bir müddet Kilis'te tutulduktan sonra, Bilecik'e sürgün edilen Şeyh Halil, Haziran 1940'da sınır bölgesindeki silahlı müritleriyle birlikte tekrar Suriyeye girer.
Maksadı, Kürt dağı ve havalisinin Fransızlardan özerkliğini elde etmesidir.
Ancak bu plan aşiret ağaları tarafından engellenir. Bu arada Şeyh, Ağaların düzenlediği bir pusudan son anda kurtulur. Müritler ile ağalar arasında pek çok çatışma yaşanır.
Halil Efendi , Fransızların Türkiye'ye baskı yapmaları üzerine daha fazla mücadele edemeyeğini anlayarak Türkiye'ye dönme kararı alır. Türkiye'ye dönmesi halinde Suriye'de Fransızlar'a karşı giriştiği mücadeleden dolayı herhangi bir yargılamaya tabi tutulmayacağı sözünü alır.
Ağustos 1941'de bir kaç ay pasaportsuz seyahat ve ruhsatsız silah taşımaktan hapse atılır. Bilahare bir daha doğu illerine gitmemesi şartıyla Manisa'da zorunlu ikamet etmesine karar verilir. Öldürüldüğü 1952 yılına kadar bu şehirde yaşar.
Kürt Dağının şeyhini Manisa'da vurdular
Suriye'nin Kuzey Batısında Fransız işgalcilere karşı silahlı mürid hareketi başlatan Nakşibendi Şeyhi İbrahim Halil Efendi Türkiye'ye teslim olmasının ardından 1941'de Manisa'da zorunlu ikamete tabi tutuldu. Burada yerleşmesi için devlet arazisinden kendisine toprak tahsis edildi.
Yanında ikamet eden müritleri yüzünden Manisa'da 'Kürt Beyi' olarak anılan Halil Efendi devamlı tarassut altında yaşadı. Şeyh olduğunu gizleyen Halil Efendi Kürt dağının Suriye ve Türkiye taraflarındaki müritleriyle irtibatını devam ettirdi hep.
İbrahim Halil Efendi'ye 1950 yıllarında bir süreliğine serbest dolaşım hakkı verilmişse de kısa bir süre sonra hakkında tekrar Manisa dışına çıkma yasağı konmuştur.
Kürt dağında aşiret ağalarının yoksul Kürt köylüleri üzerindeki tahakküm kurmalarından nefret eden Şeyh Halil Efendi, Manisa'da benzer bir takım olaylara tanık olur.
Soğukoğlu ailesine göre Şeyh Efendi'nin bazı köylüleri yörede geniş nüfuzu olan 'Karaosmanoğlu ailesi'nden korumak istemesi düşman kazanmasına sebebiyet verir. Zaten Antep ve Kilis çevresinde de, çok mürit kazandığı gibi sert kişiliği ve bir takım olaylara adının karışması yüzünden epey düşman da kazanmıştır (Yöre de Şeyhin gizli devlet görevlisi olduğuna inananlar az değildir. Şeyhin 1930'larda 'binbaşı' rütbesinde bir subay iken Suriye'ye geçtiği bilgisi ise aile yakınları tarafından doğrulanmamıştır).
Menderes Hükümetinde İçişleri Bakanlığı yapan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve bazı yakınlarını köylüleri mağdur ettikleri ve bazı suistimaller yaptıkları gerekçesiyle mahkemeye veren Halil Efendi 1951 yılında silahlı bir saldırıya uğrayarak ağır yaralanır.
İyileştikten sonra Başbakan Menderes nezdinde yaptığı girişimler akim kalır. Şeyhin 'Demokrat Parti' aleyhinde çalıştığı şeklindeki bir yalan bilgi yüzünden Menderes onunla görüşmeyi dahi kabul etmez.
Müritlerinin ısrarına rağmen Manisa'da kalmaya devam eden Halil Efendi aldığı tehditlere de aldırmamıştır. Nihayet, 1952 yılının nisan ayı sonlarında, azmettiricisi aile efradı tarafından bilinen kiralık katiller tarafından evinden tarlaya giderken pusuya düşürülerek öldürülmüştür. Müritlerinin iddialarına göre cinayet gereği gibi soruşturulmayarak üzeri örtülmüştür.
Askerler sınırı geçip müritleri korudular
'1938/Suriye olayları ve Halil İbrahim Efendinin faaliyetleri' başlıklı makalesinde Dr. Mustafa Öztürk, 1938 yılında Türkiye sınırına yakın bölgede Şeyh İbrahim Halil'in müritlerinin Fransızlarla çarpışmalarına Türk askerlerinin müdahale ettiğini belirterek şunları söyler:
'Şeyh Horoz Köyü'nün uçaklarla bombalanıp yakılması, hemen karşısındaki Türk köylerinden (mesela Cukanlı, Mağaracık gibi) görülmekteydi. Sınırın beri yakasındaki halk da, gözlerinin önünde cereyan eden ve adeta katliama dönüşen bu hadiselere seyirci kalamamış ve yer yer Müridlerin safında çarpışmalara katılmışlardır. Nesela Balıköy'de (Suriye'de) Fransız kuvvetleri tarafından sıkıştırılan bir grup mürid, hemen beri taraftaki Cukanlı Köyü'nün halkının verdiği ateş desteği ile kurtarılmış ve Türkiye tarafına geçmeleri sağlanmıştır(Ateş desteği verenlerin içinde Murat Öztürk, Ahmet Demirkıran, Ali Aslan ve ismini sayamayacağımız bütün köy halkı vardır.)
Yine Ahmet Demirkıran'ın yeminli ifadesine göre; Kilis'e bağlı Deli Osman Köyü'nün hemen karşısında, Fransızlar tarafından sıkıştırılan ve imhaları muhakkak olan bir grup mürid, bu sefer Deli Osman karakolundaki Türk askerlerinin müdahalesi ile kurtarılmıştır. Hatta Deli Osman köyündeki Türk bölüğü, Fransızları takip amacıyla yaklaşık 5-10 kilometre sınırı geçmişlerdir. Bu çarpışmalar yaz ayları boyunca devam etmiştir. Sözkonusu olaylar yüzünden yerni yurdunu terkeden binlerce Suriye Türkü Türkiye'ye sığınmıştır. O dönemlerde bugünkü gibi sosyal tesisler bulunmadığından, bütün sınır boyundaki Türk köyleri (Cukanlı, Mağaracık, Pertikli, Saatli, Bulamaçlı, Kilorlu, Hisar, Kazıklı vb.) bu mültecileri misafir etmişlerdir. Hemen her evde en az 5 mülteci ailesi misafir edilmiştir. Öte yandan 1938 yazında sınırın Suriye tarafında, müridlerin bıraktıkları köyleri, başıboş hayvanları, hatta ağaçları dahi çapulcular tarafından yağma edilmiştir. Bu insanlar, hepsinin burada anlatılması ve tarifi mümkün olmayan büyük sıkıntılar ve acılara maruz kalmışlardır. Nihayet olaylarn durulmasından sonra mültecilerin bir kısmı eski köylerine dönerken, bir kısmı da Türkiye'de kalıp yerleşmişlerdir. Daha sonra bu aileler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçirilmişlerdir. Bugün bu ailelerdeden çoğu Kilis, Islahiye, Kırıkhan ve çevresine yerleşmişlerdir.'
Burada anlatılan olayların tanıkları arasında müellifin babası Murat Öztürk de bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder