26 Temmuz 2012 Perşembe

Sevr Paranoyası-Sevr’i Anlamak-Sevr Haritası -Kötü İngilizler, İyi Türkler -Serdar Kaya


Türkiye’de, Sevr ve Lozan hakkındaki değerlendirmeler, ekseriyetle ideolojik kaygılarla şekillenir. Ülkede en güçlü ve belirleyici sese sahip olagelen resmi söylem, Sevr’i adeta bir yokoluşa denk tutarken, Lozan’ı ise büyük bir zafer olarak sunar. Bu iki büyük abartı, birbiri ile yakından ilişkilidir. Şöyle ki, Sevr ile Lozan arasındaki uçurum, Ankara rejiminin ve kurucusunun yegane meşruiyet kaynağı durumundadır. Zira Sevr’in yokoluş, Lozan’ın ise kurtuluş olması, Ankara’nın (başta İstanbul olmak üzere) ülkenin geri kalanına, “Vatanı biz kurtardık” diyebilmesine ve kendisini ülkenin yeni sahibi ilan edebilmesine imkan tanır. Başarının bir Tek Adam‘ın dehasına atfedilmesi ise, söz konusu Tek Adam’ın halkı temsil etmeyen iktidarına meşruiyet kazandırma işlevi görür. Zira herkesi O’nun kurtarmış olması durumunda, herkesi yönetmenin de yine O’nun hakkı olduğunu iddia etmek kolaylaşacaktır.
Sevr ile Lozan arasındaki fark azaldığı ölçüde ise, böyle büyük iddialarda bulunmak zorlaşır. Bu nedenle, resmi söylem işin başından beri hem Sevr’in hezimetini hem de Lozan’ın başarısını abartarak bu iki anlaşma arasındaki farkı gerçekte olduğundan büyük göstermeye mecbur olagelmiştir.
İslami Kesimin Muhalefeti
Resmi söylemin bu abartılı iddialarına itirazlar, Cumhuriyet’in kuruluşundan (ve hatta öncesinden) bu yana ekseriyetle İslami kesimin içinden gelir. Lozan’ın Türkiye aleyhindeki maddelerini dile getiren ve anlaşmanın aslında bir zafer değil hezimetolduğunu vurgulayan bu itirazlar, bugün itibariyle İslami kesim içinde halen güçlüdür. Bu yaklaşıma göre, vatanı tek bir kişi değil, hep birlikte halk kurtarmış, ancak halkın başarısının karşılığı Lozan’da gerektiği ölçüde alınamamıştır. Çünkü, Türkiye’nin Lozan’da kabul ettiği pek çok önemli madde, ancak Sevr’dekilerin bir tekrarı olabilmiştir.
İslami kesimdeki bu yaklaşım resmi söylemin Lozan konusunda gözardı ettiği kimi gerçekleri isabetli bir şekilde vurguluyor olsa da, Lozan (ve genel anlamda ilgili dönem) hakkında objektif olmaktan uzaktır. Zira, resmi söylem herşeyi bir Tek Adam’ın başarısı olarak sunma adına Lozan’ı nasıl yüceltiyorsa, ilgili İslami söylem de Tek Adam propagandasına duyduğu tepkinin tesiriyle Lozan hakkında abartılı yergilerde bulunur. Yani burada söz konusu olan, iki farklı grubun bir olayı iki farklı şekilde algılamasından ziyade, her iki grubun da gerçekleri (aralarındaki çekişmenin gerektirdiği şekilde) esnetme eğiliminde olmasıdır.
Bu eğilim, bir zihniyetin yansımasıdır ve dolayısıyla, tarafların başkalarına karşı sergiledikleri tavırlara da yansır. Hatta, Sevr ve öncesi söz konusu olduğunda, taraflar ortak bir düşman karşısında aynı safta yan yana gelmiş olurlar ve Lozan konusunda birbirlerine karşı sergiledikleri subjektif ve gerçekleri eğip büken tavrın bir benzerini, bu sefer birlikte İngilizlere yöneltirler. Neticede, ne spesifik olarak karşı tarafın taleplerini, ne de genel anlamda geçmişte yaşanan olayları doğru bir şekilde anlamlandırabilmeleri mümkün olmaz.
Sonsöz
Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’nin tarihinde de çok sayıda olumsuz gerçeklik var. Ancak Türkiye’de bu olumsuz gerçeklikler karşısında takınılan yaygın tavırlar, rasyonel olmaktan çok uzak. Bu durum, Sevr için de geçerli. Tıpkı 1915, Dersim ya da bahsinden hoşlanılmayan pek çok diğer olay gibi, Sevr de analiz edilmek ve anlaşılmak istenen değil, resmi tarihin hakkında verdiği hüküm gereği hapsedildiği yerde kalması dilenen bir gerçeklik durumunda. Bu nedenle de, Sevr hakkında verilmiş olan hükmün yanlış olma ihtimali, (anlam dünyalarını alt üst edeceğini sezmelerinden ötürü) insanları korkutuyor.
Ne var ki, insanların bir gerçekliğe gözlerini kapamaları, o gerçekliğin niteliğini değiştirmiyor. Dahası, böyle bir devekuşu sendromu geliştiren insanlar, uzak durmaya çalıştıkları gerçeklikleri değil, kendilerini değiştiriyorlar. Şöyle ki, bütün dünyanın bildiği gerçekleri kendilerinden saklayan insanlar, bu tavrın kaçınılmaz bir sonucu olarak kendilerine ve tarihlerine yabancılaşıyor, sahte bir dünyada yaşamaya alışıyor ve gün gelip gerçekler kapılarını çaldığında ise çocukça tepkiler vermeye başlıyorlar. Bu durum kitlesel olarak yaşandığında ise, sürekli bir korku ve inkar halinde yaşayan hasta bir toplum ortaya çıkıyor.
İçin için hep Sevr paranoyasıyla yaşamak, Sevr haritasının tasvir ettiği paylaşılmış Anadolu imgesinden ürkmek, ama Sevr’in gerçekte ne olduğunu, ne anlam ifade ettiğini bile bilmemek, bu türden acınası bir durum. İlgili haritanın gerçeği yansıtmadığından dahi haberdar olmamak ise, paha biçilemez.

Sevr’i Anlamak

I. Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkesi’ni imzaladı. Bu gayet doğal, hatta sıradan bir gelişmeydi. Aradan 14 gün geçtikten sonra, İtilaf Devletleri, (Mondros’ta Osmanlı Devleti’nin kendilerine tanıdığı hakka dayanarak) İstanbul’u işgal ettiler. Bu gelişme de aynı derecede doğal ve sıradandı. İşgaldeki amaç, Anadolu’yu ele geçirmek ya da paylaşmak değil, savaş sonrası şartları oluşturmayı kolaylaştırmaktı. İtilaf Devletleri, bunu başardıktan sonra İstanbul’u terk ettiler.
İngilizlerin Hedefleri
I. Dünya Savaşı sonrasında, İngilizlerin (Osmanlı Devleti özelinde) başlıca üç hedefleri vardı: (1) Osmanlı Devleti sınırları içindeki milletleri ulus-devletler haline getirmek, (2) savaş yılları boyunca gayrimüslimlere karşı büyük insanlık suçları işleyen İttihatçıların yargılanmalarını sağlamak, ve (3) savaş sonrası dönemde Türkiye sınırları içinde yaşayacak olan gayrimüslim azınlıkların müslümanlarla eşit haklara sahip olmalarını temin etmek.
10 Ağustos 1920′de imzalanan Sevr Anlaşması’nın metni, bu üç hedefin bir ifadesi gibidir. Ne var ki, resmi söylem, Sevr Anlaşması’nın genel çerçevesini belirleyen bu üç noktayı ya gizler, ya da sistemli olarak çarpıtır.
Resmi söylemin İngilizlerin birinci hedefi konusunda yaptığı belki de en büyük çarpıtma, “Osmanlı Devleti’nin bölünmesi” konusunu “Anadolu’nun bölünmesi” şeklinde sunmaktır. Halbuki, Sevr’in çerçevesi bu değildir. Sevr, Ege adalarını (Madde 84 ve 122), Hicazı (Madde 98), Mısır’ı (Madde 101), Sudan’ı (Madde 113), Kıbrıs’ı (Madde 116) ve Libya’yı (Madde 121) Osmanlı’dan kopararak müstakil ulus-devletlere dönüştürmeyi karara bağlar. Bu, son derece geniş bir çerçevedir. Ancak resmi anlatı, bu geniş çerçeveyi sadece Anadolu’yu içerecek şekilde daraltma ve herşeyi bu dar çerçeve dahilinde değerlendirme eğilimindedir. Bu eğilim, (elbette) nedensiz değildir ve belli bir siyasi amaca hizmet eder.
Efsane Üretimi
Sevr’in üç kıtaya yayılan hükümlerini gözlerden uzakta tutarak herşeyi Anadolu ile sınırlandırmak, Ankara Hükümeti’nin başarılarını gerçekte olduğundan daha büyük gösterme işlevi görür. Şöyle ki, yukarıda bahsi geçen devasa kayıplar, Lozan’da da herhangi bir değişiklik göstermez. Yani, İngilizlerin Osmanlı’yı parçalama hedefini gerçekleştirme noktasında Sevr ile Lozan arasında pek bir fark yoktur. Dolayısıyla, konu “yedi düveli dize getirme” hamaseti bir kenara bırakılarak düşünülecek olursa, Lozan’ın TBMM’de onaylanmasından sadece bir ay sonra İngilizlerin İstanbul’u terk etmiş olmaları kendi doğallığı içinde anlaşılabilir.
Herşeyi Anadolu çerçevesine sıkıştırarak değerlendiren resmi anlatının bunu bugünün sınırlarını esas alarak (yani sanki o dönemde tam olarak bu sınırlar hedefleniyormuşçasına) yapması da ayrıca problemlidir. Böyle bir anlatı, kaybedilen (ve dolayısıyla da bugün itibariyle sınırların dışında kalan) yerleri otomatikman önemsiz kılarken, kurtarılan her toprak parçasını da ayrı bir zafer haline getirir. Böyle bir çerçevede, (sözgelimi) bugünkü sınırların dışında kalan Musul’un, Kerkük’ün ya da Batum’um kaybı çok fazla önemsenmezken, sınırlar dahilinde olan her karış toprak ise uğrunda ölmeye değer bir hüviyet kazanır. Bu durum, Sevr ve Lozan’ın anlaşılış şekline de doğrudan yansır. Örneğin, Sevr, Ege adaları ve İzmir’i (birlikte) Yunanistan’a verir. Adaların Yunanistan’a verilmesini Lozan da teyit eder. Ama bu çok önemli değildir. Önemli olan İzmir’i almış olmaktır.
Bütün bunlar, geçmişte yaşananları doğru bir şekilde aktarma değil, belli bir perspektifi telkin etme kaygısıyla şekillenen bir anlatının ürünüdür. Dikkat edilecek olursa, bir siyasi iktidar, bu çarpık yaklaşım ile kendisini her durumda muzaffer gösterebilir.
Sonsöz
Sevr’den Lozan’a giden süreç, Türkiye adına açık bir başarıdır. Ancak bu başarı gerçekte ait olduğu çerçevede incelenirse, ilgili dönemde yaşananların, (kabaca) İttihatçıların A kadrosunun devleti bir maceraya sürükleyerek yokoluşa götürmelerinin ardından, B kadrosunun birkaç önemli mevziyi geri kazanmasından ibaret olduğu görülebilir. Dahası, bu süreç ileri seviyede efsaneleştirilerek halka sunulmuş, otoriter bir rejimi gerekçelendirmekte kullanılmış ve bu durumu sürdürülebilir kılma adına bir halk nesiller boyunca temelsiz bir Sevr korkusuyla paranoyaklaştırılmıştır.
İlgili süreç içinde, başarı olup olmadığı nereden bakıldığına bağlı olarak değişen konular da vardır. İzmir’i yakmaksoykırım suçlusu İttihatçıların yargılanmasına engel olmak ve 1914′te başlayan soykırım furyasına 1925′e kadar devam etmek gibi…
Sevr Haritası
Sevr Anlaşması dendiğinde, Türkiye’de hemen herkesin zihninde aynı harita imgesi canlanır. M.E.B. tarih ders kitaplarının vazgeçilmez bir öğesi olan bu harita, farklı milletlerce paylaşılan bir Anadolu tasvir eder. Ne var ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana en az üç neslin zihnine kazınmış olan bu harita (ve yorumlanış şekli) gerçek dışıdır.
Gerçek Harita
Sevr Anlaşması metninin ikinci bölümünde yeni Türkiye’nin sınırları açıkça belirtilir. Anlaşma metninin sonunda, bu yeni sınırları gösteren bir harita da yer alır. Ancak (bugün itibariyle internetten kolaylıkla ulaşılabilecek olan) bu gerçek Sevr haritası, M.E.B. kitaplarında yer alan ve Türkiye’yi (kabaca) İç Anadolu Bölgesinin kuzeyi ve Orta Karadenize hapseden sözde Sevr haritasından farklıdır.
Gerçek haritada Lozan’dan farklı olarak Türkiye aleyhine yorumlanabilecek sadece dört nokta göze çarpar. Birinci nokta, İzmir’dir. Sevr Anlaşması, İzmir’de Türk egemenliğinin devam etmesini, ancak şehrin yönetiminin Yunanistan’a devredilmesini ve İttihatçılarca tehcir edilen gayrimüslim İzmirlilerin şehre geri dönmelerinin temin edilmesini öngörür. Şehir, kurulacak yerel bir meclisle yerinden yönetilecektir. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bu yerel meclis (muhtemelen bir referandum sonrasında) Yunanistan’a bağlanma kararı alabilecektir. İzmir konusundaki bu farklı uygulamanın nedeni, şehirde gayrimüslim nüfusun çoğunlukta olmasıdır. Ulus-devlet anlayışıyla hareket eden Sevr (ve Lozan), tıpkı diğer sınırlar gibi İzmir civarındaki sınırları da yerel etnik yapıyı dikkate alarak çizmiştir. İzmir’in “kurtuluşu”ndan hemen sonra Türk ordusunun şehri yakmasının ve gayrimüslimlerden “temizlemesinin” nedeni de budur. Neticede, Lozan’da İzmir’in Türkiye’ye verilmesi sadece askeri başarının değil, bu başarının hemen arkasından gelen Türkleştirme sürecinin de bir ürünü olmuştur.
Gerçek Sevr haritasında göze çarpan ikinci nokta Trakya’dır. Sevr, Türkiye-Yunanistan sınırını İstanbul’un batısından başlatır ve boğazları silahsızlandırarak uluslararası trafiğe tamamen açık bırakır. Anlaşma, İstanbul’un Türkiye’nin başkenti olmaya devam edeceğini ve sultanın orada ikamet edeceğini de açıkça belirtir (Madde 36). Ancak Lozan, Türkiye-Yunanistan sınırını Meriç nehrine çeker. Boğazların (sivil gemilerin geçişinin serbest olması şartıyla) Türkiye’nin kontrolüne bırakılması ise, 1936 yılında imzalanan Montrö Anlaşması ile olur.
Üçüncü nokta, güneydoğudur. Resmi söylemin aksine, Sevr Anlaşması güneydoğuda bir Kürdistan kurulacağını söylememekte, sadece güneydoğuda yoğun olarak yaşayan Kürtlere otonomi tanınmasından söz etmekte, bağımsızlık konusunu ise Kürtlerin iradesine bırakarak bu konuda bir referandum öngörmektedir (Madde 62, 63 ve 64). Bu noktada, gerek otonominin gerekse Türklerle bir arada yaşayıp yaşamama konusundaki kararı Kürtlere bırakmanın zaten demokrasinin bir gereği olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, Türkler ve Kürtlerin bu türden medeni ve barışçıl bir süreçte karar kılmaları için herhangi bir uluslararası anlaşmada bu yönde bir madde bulunması elbette gerekmez. Ancak belli ki İtilaf devletleri, Kürtlerin hakları konusunda İttihatçılara güvenmemektedirler – ki Lozan’dan bugüne yaşananlar, Sevr’de ifade bulan bu kaygının temelsiz olmadığını gösterir. (Bu noktada, Sevr’in, Kürtlerin Lozan’ı olduğu da söylenebilir.)
Dördüncü nokta, kuzeydoğudur. Sevr, (kabaca) Giresun ile Van Gölü arasındaki çizginin kuzeydoğusunda kalan kısımda bir Ermeni devleti kurulmasını öngörür. İlgili devletin sınırlarını ABD Dışişleri Bakanlığı çizmiştir. Amaç, Türkiye’yi 1914′ten itibaren işlediği savaş suçları nedeniyle cezalandırmak, suçluların yargılanmalarını temin etmek (Madde 226 ila 230) ve yaşanan trajedinin ardından Ermenilere takriben 3000 yıldır yaşamakta oldukları toprakların en azından bir kısmını geri vermektir. İtilaf devletleri Lozan’da bu konularda da geri adım atarlar.
Sonsöz
Netice itibariyle, Sevr ile Lozan arasındaki tek ciddi farkın literatürde “Wilson Ermenistanı” olarak adlandırılan bölge olduğu, Anadolu’nun paylaşılmak istendiği yönündeki iddiaların ise gerçeği yansıtmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Sevr’in (padişahın onay imzasından geçmediği için) hiçbir zaman geçerlilik kazanmadığı düşünülecek olursa, bu noktada şu iki soruyu sormak ilginç olabilir: Ermenilerin artık yaşamadıkları bir coğrafyada sadece kağıt üzerinde varolan Wilson Ermenistanı konusundaki ihtilaf diplomasi ile çözülebilir miydi? Yoksa İstanbul’un işgalinin ardından Anadolu’da direniş örgütleyen İttihatçı çetelerin hiç yoktan Yunan işgaline kapı açmaları daha mı iyi oldu?

Kötü İngilizler, İyi Türkler

İtilaf devletleri, ne Sevr’de, ne de Lozan’da, Türkiye’yi kaldıramayacağı bir yükün altına sokmayı hedeflemediler. Sevr’in 231. maddesi, konunun bu yönünün bir özeti gibidir. İlgili madde, (anlaşma metninin bütününden koparılarak ele alınması bir parça problemli olsa da) özetle, Türkiye’nin saldırgan ülkelerle bir olup girdiği savaştan yenik çıktığını, bunun neticesinde tazminat talepleriyle karşı karşıya kaldığını, ancak böyle bir ödeme yapabilecek ekonomik güce sahip olmadığını, dolayısıyla da, İtilaf devletlerinin tazminat taleplerinden (kimi istisnalar haricinde) vazgeçtiklerini ifade eder.
Sevr’deki bu gibi (Osmanlı Devleti lehine yorumlanabilecek) maddeleri resmi söylemin sunduğu çerçevede izah edebilmek pek mümkün değildir. Çünkü, resmi söylem, İtilaf devletlerini, Osmanlı Devleti’ni esir etme adına elinden geleni ardına koymayan, hatta bundan adeta zevk duyan kötücül aktörlerolarak resmeder. Bu problemli tasvir, aradan geçen bir asra yakın zamanın ardından ilgili dönemin Türkiye’de hala rasyonel bir şekilde değerlendirilemiyor olmasının en büyük sebeplerinden biridir.
Devletin Korku Filmi
Resmi söylemin Sevr anlatısı bir korku filmi formatındadır. Bu film, (tıpkı Yeşilçam filmlerindeki gibi) ya tamamen iyi, ya da tamamen kötü olan karakterler içerir. Filmde, grinin tonlarına yer yoktur. Filmin kötü karakterleri, İstanbul’u işgal eden, Anadolu’yu paylaşma planları yapan ve bu planlarını Sevr ile uygulamaya koyan İngilizlerdir. İyi karakterler ise, sınırlı imkanlarla vatan müdafaasında bulunarak hayatta kalma mücadelesi veren Türklerdir.
Böyle bir çerçeve, olayların nasıl olup da o noktaya geldiği konusunu tamamen dışarıda bırakır. Daha da tuhaf olan, resmi söylemin, sanki kısa bir süre öncesine kadar birbirleriyle savaşmakta olan iki silahlı güçten değil de, iyi ile kötünün mücadelesinden söz ediyormuş gibi yapmasıdır.
Burada gözardı edilen bir diğer önemli nokta da, kötücüllük ile rasyonellik arasındaki farktır. Bu fark, önemsiz bir fark değildir. Şöyle ki, kötücül aktörler sadisttirler ve kötülüğü sırf kötülüğün hatrına yaparlar. Rasyonel aktörler ise, sadist değil acımasızdırlar ve amaçlarına ulaşma adına kimi zaman kötülük de yapmaktan çekinmezler.
Devletler, kötücül değil, rasyonel aktörlerdir. Zira, çoğu zaman kendi öncelikleri ve menfaatleri doğrultusunda hareket ederler. En büyük suçları işlerken dahi, kötülük onlar için bir amaç durumunda değildir. Örneğin, İttihatçıların I. Dünya Savaşı yıllarındaki kimi politikaları her ne kadar korkunç olsa da, kötülük yapma isteğinin değil, soğuk ve acımasız bir rasyonelliğin sonucudur.
Rasyonel Devletler, İrrasyonel Vatandaşlar
Devletler kendileri rasyonel olsalar da, vatandaşlarını irrasyonel kılmak isteyebilirler. Bu da yine rasyonel bir politikadır. Çünkü, mantıklarından ziyade duygularıyla hareket eden insanlar, yönlendirilmeye daha müsait olurlar. Böyle insanları bir masala inandırmak, bu masal üzerinden üretilen kahramanlara taptırmak ya da hiçbir zaman yazılmamış olan kimi anlaşma maddelerinin tekrar yürürlüğe girmesiyle korkutmak daha kolaydır.
Dahası, irrasyonel insanlar, kendilerine sunulan kurguyu sorgulamaktan ziyade savunma eğilimindedirler. Böyle bir insan (sözgelimi) Sevr Anlaşması metninde İtilaf devletlerinin Anadolu’yu paylaşmalarını öngören herhangi bir madde bulunmadığını duyduğunda, anlaşma metnini okuyarak bu argümanın doğruluğunu sınamak yerine, tepki göstermeye yönelir. Bu tepkinin nedeni, kişinin, zihnindeki kurgunun tehdit altına girdiğini hissetmesidir. İlgili kurgunun kişi için ifade ettiği anlam derinleştiği ölçüde, bu muhafazakar tepki de sertleşir. Dolayısıyla, “İtilaf devletleri neden Anadolu’yu paylaşmak istesinler?” ya da “Biz bütün dünyanın gözünün Anadolu’da olduğundan neden bu kadar eminiz?” gibi sorular, Türkiye özelinde basit birer soru değil, ciddi birer tehdit durumundadır.
Halbuki, insan kulaklarını ne kadar tıkasa da, sorular geçerliliklerini yitirmez.
Sonsöz
Türkiye halkını İngilizlerin geldikleri gibi gittiklerine inandırmak durumunda olan resmi söylem, Sevr’de İtilaf devletlerinin Anadolu’yu paylaştıkları gibi gerçek dışı bir iddiada bulunmak durumundadır. Zira, bu sayede, İngilizlerin baştan zaten talep etmedikleri bir şeyi onlara vermemiş olmak büyük bir başarı haline gelir. Bu propagandanın diğer yönü ise, İngilizlerin istediklerini başından beri gizlemedikleri, hatta uğrunda savaşı göze alacaklarını açıkça belirttikleri Musul konusunu gözlerden mümkün mertebe uzak tutmaktır.
Resmi söylem, yedi düveli böyle böyle dize getirir.

Hiç yorum yok: