12 Şubat 2012 Pazar

Tarihi bugüne getiren adam Yahya Kemal


Yahya Kemal, Batı aktarmacılığına ve özellikle “Tek Medeniyet Batı’dır” algısına karşı kaynağını tarihimizden alan ciddi bir duruş sergilemiştir. O, “Horasan’dan gelen Alperenler ne yaptıysa biz de onu yapacağız” demiş, modelleri kendi medeniyet birikimimiz içinde aramayı teklif etmiştir.

Yahya Kemal’in neslinden pek çok kişi gençlik yıllarında Avrupa’ya kaçmıştır. Fakat orada yaşananlar ve düşüncelerin yeniden inşası noktasında Yahya Kemal emsallerine göre çok farklı bir portre olarak çıkar karşımıza. Fransa’daki eğitim hayatında özellikle tarihçi Albert Sorel’den etkilenmiştir.Fransa’daki hocalarının tarih ilmine verdiği önem ve onu kullanış tarzları Yahya Kemal’i içinden çıktığı milletin tarihine yöneltmiştir.

Milli Mücadele ve Yahya Kemal

Doğduğu toprakların büyük acılarla kaybedildiğini gören Yahya Kemal, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden mütareke yıllarında Anadolu coğrafyasını ve Misak-ı Milli sınırlarını elde kalan son vatan parçası olarak telakki etmiş ve bunun korunması için hem üniversite öğretim üyesi hem de gazeteci olarak elinden geleni yapmıştır.

Mütareke döneminde Darülfünun’da hocalık yapan Yahya Kemal, başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere eserlerini Cumhuriyet döneminde vermiş, pek çok yazarın yetişmesinde katkı sağlamıştır. Yahya Kemal, Milli Mücadele döneminde Zaman, İleri ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde yazdığı yazılarla üzerine düşen vazifeyi yapmıştır. Aynı dönemde Dergah mecmuasının çıkarılmasında baş rolü oynamıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Darülfünun’daki Yahya Kemal’in Milli Mücadele’ye verdiği desteğişöyle anlatıyor: “Bize bakarak, bize hitap ederek sanki kendisini arıyordu. Pek az sonra herhangi bir dersi dinlemediğimizi, daha doğrusu bir düşüncenin solosunu seyrettiğimizi anladık. Yahya Kemal’in düşüncesi önümüzde bir çeşit Nijinsky olmuş, ‘Kurdun Ölümü’nü, daha doğrusu, arkasında bütün bir tarihten ve ıstıraplarımızdan bir fon, İstiklal Mücadelesi’nin acıklı ve şerefli raksını yapıyordu. Belliki konuşurken buluyordu ve bulduğu şey bizimle beraber onu da tesiri altında bırakıyor, coşturuyor, kızıştırıyordu. Nedim, Nef’i, Galib, Milli Mücadele, hürriyet ve istiklal aşkı, Alfred De Vigny’nin şiirinin çerçevesinde, ıssız ormanda, ay ışığında, yaralarını yalayarak ölen kurdun etrafında çok tabii unsurlar gibi toplanmıştı.”

Batı karşısında Yahya Kemal

Yahya Kemal’in Paris yıllarında aldığı eğitimi çok iyi hazmettiğini söyleyebiliriz. Öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar bu yüzden onun için “Avrupa ile kültür alışverişimiz başladığı andan itibaren hiç kimse o kadar şey borçlu olduğumuz Garp âleminin karşısında Yahya Kemal kadar tam bir eşitlik içinde konuşmağa muvaffak olamamıştır.” diyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında bütün dünyaya ve aydınların zihnine hâkim olan Avrupa pozitivizmi âdeta Batılının “üst insan”, geri kalanların da“sıradan insan” olduğu şeklinde bir algı meydana getirdi. Pek çok aydın için bu topraklardan daha da uzaklaşmaya yardım eden Avrupa hayatı, Yahya Kemal’de içinde yaşarken tam fark etmediği değerler üzerine kafa yorma sürecini başlatır. Yahya Kemal gençliğini anlatırken şöyle der: “1903’e doğru bizim gençlik kozmopolitti. Vatan haricine çıkmak arzuları doğardı. Din ve milliyetimize muhalifti. Milliyetimin kıymetini Paris’te duydum.”

En yakınlarından biri olan Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal’in ölümünden bir yıl sonra yazdığı onsuz geçen bir yılda neler yaptıklarını anlattığı yazısında şu görüşlere yer verir: “Avrupa’ya gönderdiğimiz pek çok insanın oradan ya Parisli yahut kozmopolit dönüşüne mukabil senin Türklüğü en çok Avrupa’da hissedip orada öğrenip, daha çok Türk döndüğün bu kitaplarda yazılıdır”

Yahya Kemal, Batı aktarmacılığına ve özellikle “Tek Medeniyet Batı’dır” algısına karşı kaynağını tarihimizden alan ciddi bir duruş sergilemiştir. O, “Horasan’dan gelen Alperenler ne yaptıysa biz de onu yapacağız…” demiş, modelleri kendi medeniyet birikimimiz içinde aramayı teklif etmiştir.

“Sebebi zuhurumuz Sünniliktir”

Yahya Kemal için 1071 tarihi bir milattır. Sultan Alparslan komutasında Malazgirt ovasına yürüyen ordu Bizans ordusunu bozguna uğrattıktan sonra Anadolu’ya yerleşen Türk boylarının bu coğrafyada yeni bir terkip meydana getirdiğini söyler. Ona göre bu terkibin 1000 yıldır sağlıklı bir şekilde devam edebilmesinin sırrı “Sünnilik” hassasiyetidir. Halkın olup biten hadiselere “biz şuuru” ile bakabilmesini sağlayan kaynak budur. Bu “Sünnilik” hassasiyeti Yahya Kemal’in halk içinde yüzyıllardır yaşamaya devam eden görüş, bakış ve duyuş tarzlarını dikkate alarak onların üzerinden yeni terkipler meydana getirmesini sağlamıştır. Tanpınar, Türk edebiyatının şaheseri olan “Huzur” romanında Anadolu ve Rumeli türkülerinin eşliğinde sözü Yahya Kemal’i canlandıran İhsan karakterine bırakır. Dinledikleri türkü, “Bulut gelir pare pare”dir. Bu türkü İhsan’a “İşte bunu sevmeliyiz” dedirtir. İhsan sözlerine şöyle devam eder: “Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda. Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz.”

Bektaş Subaşı’nın oku ve tarihin sürekliliği

“Tarihin sürekliliği” fikri Yahya Kemal’in hayata bakışında temel taşlardandır. Bunun en güzel örneklerinden birini “Ok” isimli şiirinde görürüz. Bu şiir Yavuz Sultan Selim’in huzurunda ok atanBektaş Subaşı’nın hikayesini anlatır. “Titrek elleriyle” oku hedefin kalbine isabet ettiren ihtiyar asker Yavuz Sultan Selim’in “Bu sihirli oku nereden buldun?” sorusuna tam da Yahya Kemal’in tarih görüşünü özetleyebilecek cevabı verir. Hedefi bulan bu ok 60 yıl evvel İstanbul’un kuşatılması sırasında Bektaş Subaşı’yı yaralayan okturYahya Kemal ihtiyar askerin varlığıyla dede Fatih ile torunu Yavuz’u bir araya getirir.

Yahya Kemal’in zihninde, Anadolu’daki bin yıllık tarih en canlı unsurlarıyla âdeta raks etmektedir. Tarihin sürekliliği Yahya Kemal’e göre Malazgirt Zaferi’nden, İstanbul’un Fethi’ne oradan da Milli Mücadele’ye kadar akıp gelen bir çizgidir.Milli Mücadele’ye yazdığı günlük makalelerle büyük destek veren Yahya Kemal aynı günlerde tarihin sırlarını aramayı da ihmal etmez. Topkapı Sarayı’ndakarşılaştığı güzellik onu derinden etkiler. Duyduğu Kur’an-ı Kerim sesinin nereden geldiğini merak eder. Rehberi Lütfü Bey “Hırka-i Saadet Dairesi’nden” cevabını verir. Bu hatmin hangi zamanlarda indirildiğine dair sorusuna aldığı cevap Yahya Kemal’in içini titretecektir: “Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü bilfasıla…” Hayatın her alanında devamlılığı aramaya vakfetmiş bir insanın dört asrı aşmış bir geleneği keşfetmesi ona kelimelerle anlatılması zor bir mutluluğu yaşatmıştır. Yahya Kemal, o duyuşla, “Bu hadiseyi idrak ettikten sonra‘İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz?’ sorusunun cevabını bulmuş gibi oldum.” demiştir.

Yahya Kemal ve medeniyet eksenli düşünce


Yahya Kemal daima “eldeki imkanlarla ne yapabiliriz” düşüncesini taşır. Tarihi malzemeyi değerlendirme ve bugüne getirme konusunda onun bakış açısını yakalayabilmiş çok az aydınımız vardır. Yahya Kemal, tarihimizi yargılamak için değil, anlamak için ele almıştır. Yahya Kemal’in “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” şeklinde özetlenebilecek olan tavrı medeniyet eksenli uzlaşma çizgisini üretmiştir.

Aydınların Osmanlı’dan kaçtığı bir dönemde o, hem Osmanlı tarihine, hem de Osmanlı tarihi boyunca gerek âlim ve sanatkârların gerekse halkın ürettiği/yaşattığı kültür malzemesine büyük bir dikkat ve hassasiyetle yaklaşır.
Tarihimizin/kültürümüzün bütünlüğüne ve devamlılığına zarar verebilecek her türlü radikal/pozitivist yaklaşım için Yahya Kemal metinleri âdeta panzehir hüviyetini taşımaktadır. Türkiye’nin son 30 yılında, Ortadoğu rüzgârlarıyla gelen ve içinde Marksizm etkileri taşıyan radikal bir anlayış âdeta halka tepeden bakan bir din algılaması üretmiştir. Oysa topraksız ve tarihsiz telakkiyle kalıcı bir şey üretmek mümkün değildir. Bu etkiye maruz kalanların Yahya Kemal’in cemiyete ve tarihe yaklaşım tarzından alacakları çok şey vardır. Yahya Kemal, halka birlikte yaşama şuuru veren değerleri işlemeyi hep gündeminde tutmuştur. Yahya Kemal’de tarih ve tarih düşüncesi, geçmişte kalan bilgi yığınları değil geleceğin inşasındaki en büyük güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Sağıyla soluyla aydınların çoğunun “tek medeniyet Batı” kabulünün karşısında ezildiği ve Osmanlı tarihinden, gelenekten, sosyal ve kültürel düşünmekten kaçtığı bir ortamda Yahya Kemal “Türk muhafazakârlığı” için içerik üretme derdini taşımıştır. Türkiye üzerine düşünmeye çalışanların Yahya Kemal’in düşünce metoduyla, terkip fikriyle tanışmaları elzemdir.

15 milyonluk nüfus nasıl 80 milyon olur?

Madrid büyükelçiliği sırasında verdiği bir davette yabancı konukları Yahya Kemal’e Türkiye’nin nüfusunun ne kadar olduğunu sorarlar. Yahya Kemal, “80 milyon” cevabını verir. Dinleyenlerden biri“birkaç gün önce bir gazetede Türkiye’de nüfus sayımı yapıldığını ve nüfusun 15 milyon kişi çıktığını” söyleyerek itiraz eder. Yahya Kemal, yine kararlı bir tavırla, “Ben ölenlerimizi de saydım. Cevabım doğrudur. Zira biz onlarla bir arada yaşarız.” cevabını verir.

Gerçekten de eski şehirlerimizde mezarlıklarla evlerin yan yana olduğunu görürüz. Yahya Kemal bu cevabıyla ölümle hayatı birbirinden ayrı görmeyen bir milletin dünya görüşünü yansıtmaktadır. O, ecdadın mezarlarının vatanın tapusu olarak düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu görüşünü şu cümlelerle kökleştirmiştir: “Bizim vatanımız her vatan gibi fethedilmiş. Fethedilince Türkleştirmek için mezarları esaslandırılmış. Bu mezarlarla vatanımızı Müslüman etmişiz. Ecdadımızdan birçokları için nerede oturur demeyiz de, nerede gömülü olduğunu yazarız. Biz ölülerimizle yaşıyoruz.”Mezarların sandığımızdan çok daha fazla şey ifade ettiğini Yahya Kemal’den yıllar sonra bir başka kültür adamı Prof. Aykut Kazancıgil’in hayatında görüyoruz. Kazancıgil, Ahlat’taki Selçuklu mezarlarını gördükten sonra “Ben buralıyım işte” der ve Paris’te yaşama kararından vazgeçer.

Pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak…

Bir sohbette “Üstad, bu millet Viyana’ya kadar nasıl oldu da gidebildi?” sorusuna Yahya Kemal, “Cevabı gayet basit, pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak gittiler” cevabını veriyor. Yahya Kemal,Viyana’ya yürüyen ordunun hem maddi hem de manevi gıdasını alarak yürüyüşüne devam ettiğini ifade ediyor. Mesnevi burada aynı kaynaklara bağlılığa işaret ediyor. Aynı kaynaklar etrafında ortak bir dil kurabilen, ortak bir dünya görüşüne hayatiyet kazandırabilen toplulukların kalabalık olmaktan kurtulup millet olabildiğine vurgu yapıyor.

Bu ortak ruh ve dil Yahya Kemal’in başka bir sohbetinde şöyle tezahür ediyor: “Annem derdi ki: Evvela Peygamberimizi sonra Sultan Murad Efendimizi severim. Hangi Murad bilmezdi. Namaz kılarken bizi buraya getirmişler diye dua ederdi.” Her şeye rasyonel gözle bakanlar için Yahya Kemal’in annesinde bulduğu aidiyet şuuru pek cazip gelmeyebilir. Fakat Yahya Kemal bir âlimle halktan bir kişinin hakikatlere dâhil oluşunun aynı seviyede olmayacağını idrak etmiş bir beyindir. Bu şuurla yaşayan bir halk sadeliği içinde sarsılmaz bir samimiyet duygusunu taşır.

Yahya Kemal’in düşünce dünyasından


Annemin çocukluğundan beri yanından ayırmadığı, köhne cildli, küçük bir mushafı vardı. Bu mushafın son sahifesinin başında, babamın el yazısıyla benim ve kardeşlerimin veladetlerimizin tarihi yazılı dururdu. Garip bir tecelli ile bu mushaf, ailemizin temel taşlarından biri telakki edilirdi. Evin içindeki diğer mushaflarımız ona benzemezdi. İlk sofuluk zevkini annemden almıştım. Ramazan akşamları ölülerimizin ruhuna Yasin okumayı ondan öğrenmiştim. (Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım)

Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler. İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur-an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.(Aziz İstanbul, s.121)

İSTANBUL’UN FETHİNİ GÖREN ÜSKÜDAR


Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri!
Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri.

Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!”

Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o!
Sanki halkın uyanık gördüğü rü’yâ idi o!

Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan;
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan;

Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl;
O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha
Şanlı nâmıyle “Büyük Top” denilen ejderha.

Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,
Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;

Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu;
Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.

Hiç yorum yok: