11 Mart 2013 Pazartesi

JURNAL kitabından alıntılar - Cemil Meriç


JURNAL cilt 1 – Alıntılar 1

22.7.1955   JURNAL I3

Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor.
İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak…
İnsan zekâsı bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor.

Vücudumuzu aşmak, ‘ben’in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: işte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Sessizce solan yabani bir menekşenin kaderi bize cazip gelmez. Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı. Dinî ve mistik tesellilerden mahrum olanlar kahredici bir ikilemin karşısında bulurlar kendilerini: sersemlemek, kendini unutmak, oyalanmak, düşüncelerinin alevini alkolde, kumarda, geçici zevklerde söndürmek, yabanileşmek, hayvanlaşmak, bitkileşmek; ya da boyut kazanmak, çoğalmak, müthiş bir aşk ve seziş gayretiyle bir ordu olmak. Devam etmek demek yaratmak demektir.
Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir.
Ruhun ölümsüzlüğü bir mitosdan ibaret değil. Metampsikoza inanmak lazım. Yine de bir ayırım gerekli:
Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekâlı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır; dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar.
Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir dâvaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler; ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür. Bu ölümsüzlük tabii ki, beşeri olan her şey gibi, nisbi, ama yeterli ve teselli ediyor.
Neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz…
Çoğu hiç de orijinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekâretini bozmak neye yarar?
Kim beni okuyacak?
Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler… İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikâyesi.”

23.7.1955      JURNAL II

“Felaketlerimiz üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir. Entelektüel teşhircilik cinsel teşhircilik kadar tiksindirici.
Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: kendimizi İden‘in (benlik) diktatörlüğünden kurtarmak.
Sevmek zenginleşmektir, çoğalmaktır.
Bir başkasını düşünmek, zindanımızın kapısını aralamak demektir.
Sakatlıkların en kötü yanı, kanatlarımızı kırarak, bizi, ‘ben’imize zincirlemektir; çaresizliğimiz bir kâbus gibi sarar etrafımızı, bizi toplumla bağdaşamaz hale getirir, bu çaresizlik yüzünden çabuk hiddetleniriz, egoist oluruz. Lüzumsuzluğumuzu hissederiz.
Gereksiz biriyizdir. Acımız kısırdır… Ama Thierry’nin de gözü görmüyordu…”

11.8.1955  JURNAL III

İnsanlar hür doğarlar, eşit haklara sahiptirler: hiçbir hülya bana bu kadar çocuksu, bu kadar anlamdan yoksun gelmemiştir.
Çoğunlukla karmakarışık bir hayal dünyaları olan ve gerçekle gerçek olmayanı karıştıran bu insanların dürüstlükleri ve iyi niyetleri hususunda en ufak bir şüphe duyabilmem mümkün olsaydı, bu şatafatlı ve aldatıcı iddiayı soğuk ve yersiz bir alay kabul ederdim.
Yeni doğan bir çocuğun hürriyetinden nasıl bahsedilebilir?
En bahtsız köle çocuktan daha şanslı. Çocuk hareketsiz bir et yığını, ihtiyaçlarına zincirli, yararsız olmaya mahkum, tek hakkı, bütün insanlarla ortak tek hakkı, ne yazık ki inlemek ve ağlamaktan ibaret.
Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır.
Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır.
Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim hem de bir imkândır.
Eşitliğe gelince, eşitlik daha da hayal. Bir kere kaderimiz doğumumuzdan çok daha önce saptanıyor. İlk Günah’ın felsefi bir anlamı var. Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor, iki kuşak önce yaşamış bir anneannenin zekâ kıtlığı silinmez bir iz bırakabiliyor bizde de. Sonra coğrafya… Başka medeniyetlerin birkaç yüzyıldan beri aşmış olduğu bir medeniyet merhalesine zincirli kalmış milletler var: coğrafî bir kader bu da.
İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil.
Ve dünya insan zekâsının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak. Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak. Hatta bana öyle geliyor ki, bu hayalî eşitlik, sosyal adalet rüyaları gerçekleşse bile daha uzun zaman kendini bekletecektir.
Evet, insan zekâsı ve bilim tabiat kuvvetlerini kontrol edebilir, hürriyetimizin sınırlarını genişletebilir, bütün insanlara asgari bir refah düzeyi sağlayabilir. Ama ya beynimiz?

9.1.1963        BİRKAÇ KOZMOPOLİT ÜZERİNE HİCİV DENEMESİ

Onlar için Anadolu yoktur, İstanbul yoktur, Türkiye yoktur, üzerinde insanların gözyaşı döktüğü, sefalet çektiği, didindiği bir dünya yoktur. Onlar için insan jigololarından ibarettir… Bu koca imparatorluğu paşa babaları batırdı. Çürümeye yüz tutan ağacın meyvelerini bir hamlede devşirebilmek için onu kökünden devirdiler… Veyl bu hanımefendilerin imtiyazlarına dokunan gafillere!
Nihayet medrese ve saray. Efendilerinin her cinayetine eli titremeden fetva veren yıkılış çağlarının ulemayı rüsumu: mensuplarını herhangi bir vatandaş gibi askere yollamaz, ezelî zilleti içinde, bu zilletin nimeti saydığı bir takım imtiyazları inatçılıkla muhafazaya çalışırdı.
Değişen nedir?
Said Nursi’nin risalelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabii hukuk bakımından hamakatle kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak taktire lâyıktır. Soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar… Davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum.
Yazılı kâğıt bezirganları, odalarında kitap okuyan bu, belki gafil ama hiç şüphesiz tertemiz insanların tevkifini adeta alkışlayarak ilan ediyorlar. Vicdan hürriyetine indirilen bu ağır darbe gerçi bizim için ebedi bir maceradır. Yarı münevver, sadizmini, kendi tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline getirmiştir…
Sonra 142. maddenin kaldırılması için imza toplayan bir zat, 142. maddenin hışmına uğrar, asil üniversitemiz kutuplar kadar sessiz karşılar hadiseyi… .
Fakir memleketin sunduğu ulufeyi bir nevi fetih hakkı telakki ederek, üniversiteye eski ve huysuz bir kapatmayı ziyaret eder gibi, ayda yılda bir uğrayan şımarık, küstah ve züppe bir doçent, mahza üç beş kuruş kazanmak ve adeta devlete meydan okumak için, murdar üslubu ile manevi buluğa ilelebet erişemeyecek olan şebban-ı vatana Marx’i anlatmaya kalkışır, hayli zaman takibata uğramaz. Nihayet yakalanınca medrese feryadı basar. Medrese haklıdır, kelepçe erkeğe takılır. Kelepçe bazen bir lejyon donör nişanının kordonundan çok daha kutsaldır, bir kozmopolitin efemine bilekleri kirletir onu…
Kanun karşısında eşitlik düsturu!…
Her cinayete fetva veren, fikir hürriyetini menfaatlerine dokunduğu anda ayaklar altına alan insanların bu hürriyet-perverlikleri, kendilerini imtiyazlı bir zümre, adeta devlet içinde devlet saymalarının ifadesidir. Hiçbir mukaddesleri olmadığı ve memleketin hiçbir derdiyle ilgilenmedikleri için, kozmopolitliğin, yani, insanlardan kopuşun yeni bir şekli olan salon sosyalizmi ile flört etmeye kalkışmaktadırlar.

26.1.1963      MARKSİZM’E, İŞÇİ SINIFINA VE HAZİN BİR MACERAYA DAİR

Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırdım.
Bu, ümitsizlikten doğan bir isyandı.
Bir nevi meydan okuyuş.
O yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları çeşitli “humiliation”lar içinde geçen, kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir komünüteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten. Bir bakıma parya, bir bakıma prens. Parya, çünkü köksüz, koruyucusuz. Hasta bir baba, çocuğunun maddi ve manevi buhranlarından habersiz. Toprağından söküldüğü için bir türlü kendine gelemeyen zavallı bir anne. Ve yuvasına ekmek yetiştirebilmek için kadınlığından vazgeçmek zorunda kalan yiğit ama gözyaşlarından başka yardımı dokunamayan bir abla.
Sonra?
Sonrası yok… Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor.
Neden? Neden onu hor görüyorlardı?
Dünyada milletler olduğunu dahi bilmiyordu henüz. Ama mahallesindekiler başka bir dil konuşuyorlardı. Çerkezler vardı, Kürtler vardı, Türkmenler vardı, Türk yoktu. Ne var ki bunu bir ırk meselesi saymamak lâzım. O şehirden gelmişti, konuşması da giyinmesi de farklıydı başkalarından, yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplarına kapandı…
Sonra lise yılları. Yine yalnız, yine yabancı. Açlık, midenin, etin ve ruhun açlığı. Ve inkisarlar. Sevdiklerinin küçüklüğü, hayalinde kurduğu dünyaların birer birer yıkılışı. Evvela öbür dünyanın. Sonra, evet sonra… Etütte yutar gibi okuduğu Yusuf Akçora, “Türk Yurdu” koleksiyonları, “Türk Yıllığı”. Mubassırdan yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için,, sömürgeciliğe karşı olduğu için hırpalanış… Sonra İstanbul, sefalet ve bir hezimete, kahkâri bir hezimete benzeyen, dönüş… Sancaktaki hürriyet havası. Putları yıkılan göçmen çocuğu yeni putlar peşindedir. Ailesinden kopmuş, muhiti zaten yok… Sonra ‘Tercüme Kalemi’, kitaplar. Köy öğretmenliği… Ve bir nisan sabahı evinin aranışı, nezaret, hapishane.
Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi, sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Seksüel buhran, ruhi buhran… en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Yüksek tahsil yapmayı ümit edemezdi. Ne olabilirdi o vakit? Hiç. Bir köy öğretmeni.
Marksizm, silinmemek, ezilmemek için sarıldığı bir daldı belki. Belki de inanıyordu Marksizme. Nasıl inanabilirdi?
Onun için, ezilen insanlar, kurtarılması gereken insanlar vardı, ama kim olduklarını bile bilmiyordu onların. Fakirdi. Ne var ki kültürü ile adeta tek bir varlık, bir nevi aristokrasi idi… Üç beş kitap okumuştu o konuda, ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Orada sınıf kavgası bambaşka renkler altında tecelli ediyordu… O, rüyalarıyla Marksistti belki. Yani kahredici realiteden kurtulmak için ilk mütefekkire sığınıyordu. Sonra… Sonra yine aç kaldı, yine işsiz kaldı. Sözde beraat etti ama yirmi yıl peşini bırakmadı polis…
Bu memleketin büyük faciası, .en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dâva, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi.
Marksizm bir tecessüstü onda. Herhangi bir Batı memleketinde büyük bir fikir adamı olabilirdi, bir teorisyen olabilirdi… Ezdiler. Acaba ezilen daha kaç kişi? Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. Türkiye’de bir sınıf savaşı var mı? Var veya yok, dâva bu değil. Her oyunun kaideleri var. Avrupa burjuvazisi iktidarı beşiğinde bulmadı. Dünya proletaryası her hakkını şehitler vererek kazanabildi. Ama o ülkelerin hâkim sınıflan insanı bu kadar küçülmeye zorlamadı-lar, düşünceyi kuduz köpek gibi kovalamadılar…
Batıyoruz. Ayağımızın altındaki uçurumu kendimiz kazdık. Aydın gölgesinden korkuyor.
Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok.
Neden İşçi Partisi’ne girmiyorsun?
Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum. İşçi sınıfına karşı beslediğim sevgi de platoniktir, tanımıyorum onları…

16.2.1963 BU ÜLKE 89′DAN BERİ SU ALAN BİR GEMİ

Bulanık akıyor şuur ırmağı, bulanık. Derinlikleri seçilemiyor. Aksettirdiği, gökte soluk bir kaç yıldız.
Neden eğilmek istiyorsun hep?
Kalbini teşrih masasına yatırmaktan bıkmadın mı?
Hayat dışarda.. Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yaratmaktan, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığınan bir köpek gibi. Ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp, kaçmaya zorluyor seni.
İnsan, selâhiyetinin sınırlarını çoktan mı aştı?
Dünyanın batan bir gemiye benzemesi bundan mı?
Tabiat, fare ile oynayan kedi gibi, soyumuzla alay mı ediyor?
Tedirgin, küstah, azgın insan sürüleri.
Batan bir geminin ister serenine tırman, ister küpeştesine yan gel.. Bu ülke 89′dan beri su alan bir gemi. 89′da tasfiye edilen yalnız Batı aristokrasileri, yalnız derebeylik nizam-ı içtimaisi değil; 89 burjuvazinin zaferi, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı.. Asırlarca krallardan baç alan Devlet-i Aliyye’nin mecalsiz avuçlarında fetih kılıcı yok artık, dilenci keşkülü var. Birbirinin gırtlağına sarılacakları mesut günü iple çeken renk renk insan., ve nihayet çözülüş. Hasta adam hâlâ can çekişiyor. Can çekişen yalnız o mu?
Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı.
Cemiyet tek mit’e dayalı: Atatürk miti. Başka bağ yok.
İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi kendine düşman insanlar haline geldik.
Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz.
Din ölüm yatağında.
İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı.
Nihayet dil de gitti elden.
Türk milleti.
Hangi millet?
Milliyetçiyiz..
Hangi milliyetçilik?
Batı’nın en bedbaht, en sarsak, en hasta fikir adamı basubadelmevt (ölümden sonra dirilme) hülyalarıyla avutabilir kendini. Kadirşinas bir el, gübre altında kalan inciyi asırlarca sonra insanlığın tefekkür gerdanlığına iliştirebilir. Dilin medeni memleketler argosundan çok daha büyük bir hızla değiştiği bir ülkede, yarım okka esrar içen bu kadar çılgınca bir hayale kaptıramaz kendini.. Hangi “posterite”?.. Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..
O halde? Tefekkürün her ülkede bir nevi “martyr” olduğu belki bir vakıa. Ama şehvet dolu bir “martyr”. Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli. Nihayet manastır var Batıda. Yaralanan insan köpek gibi sokağa terkedilmez.

1.3.1963  YALANA DAİR

Söz zehirli bir kama.
Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil’in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgârı hepsini alır götürür. Bir rebabın tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan. Kelime şuurun güneşinde eriyiveren bal mumundan düşüncelere giydirdiğimiz elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya mahluklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement. İki kere iki dört eder. İsterse dört bin etsin. Maddeyle zifaf halinde yaşayan büyücü çırağı, homo faber’le devleşmiş bir sülük kadar iğrenç bakkal.. Rakkamlarıh katı, dilsiz ve sözde belagati bu iki cins yaratığı ilgilendirir. Rakkamların doğruluğu bir iskeletin donuk gözlerindeki, yahut oyuk göz bebeklerindeki doğruluk. Yalan söylüyorsun dostum, yaşadıkça yalan söyleyeceksin.
Peygamber harp hiledir diyor. Savaş halindeki bir cemiyette herkes bir mohikan. Ölmemek için öldüreceksin.
Ölmemek için öldürmek mi?
Peki öldürürsem ölmeyecek miyim?
Belki öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin. Ama bunu ne zaman kavrayacak insan?
Ya örs olacaksın, ya çekiç diyor Goethe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi?
Aynı varlık. Tek varlık. Hakikat bu mu?
Harbin hud’a olduğu mu hakikat?
Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?

2.4.1963 OSMANLI DÜŞÜNCESİ, GERİCİ İLERİCİ, ZAVALLI HİNT, ZAVALLI BEN

Ve karşılarına üç yol çıktı şehzadelerin. Osmanlılar adem endişesinden habersiz yaşadılar. Ölümden sonra yollar üçe ayrılıyordu: cennet, cehennem, âraf. Araf kısa bir duraktı. Gerçi cehennemin, içinde katran kaynayan kazanları, bir dudağı yerde bir dudağı gökte zebanileri, zaman zaman- rüyalarını kâbusa çeviriyordu Osmanlının. Ama cennet, kılıçların gölgesi altında ve Allah gafurrurrahimdi.
Budizm Türk insanını ne kadar değiştirdi bilmiyorum. Daha doğrusu Türk insanı Budizmi ne kadar değiştirdi? Bildiğim şu ki, bütün Osmanlı edebiyatında metafizik ürperti yok. Bizde derviş, Tanrıyla vuslat halinde yaşadığı için, suretler âleminden tecerrüt etmiş bir gönül adamı değil, aksiyondan kaçan bir meczup, bir hasta, bir yarı deli, yani bir sapıktır. Fuzuli’nin tasavvufu bende daima tercüme intibaı yaratır. Tasavvuf kim, istiğrak kim, Osmanlı kim? “Makber”de öyle retorik var ki, bu yapma çiçeklerin arasında, tüveycinde kan ışıldayan gerçek bir iki gonca bulmak çok güç.
Cennet, cehennem… her meseleyi basit bir “dilemma’ya irca etmişiz. Daima iki ihtimal. İkiden fazlasını düşünemiyoruz. Avrupa! Ah Avrupa, canım Avrupa! Neden “ah Avrupa”? Hep gözün rehberliği: “beldeler, kâşaneler” masalı. Arka sokaklar, arka sokaklardaki sefalet? Ondan bahseden yok… Tarihin ölüme mahkum ettiği kavimlerde hep aynı psikoz: kendini küçük görme psikozu. Avrupa cennet, Asya cehennem. Neden “beldeler, kâşaneler”? Sanıyorum ki şarklı olduğundan utanan tek şarklı kavim biziz. Gerici, ilerici… Şarklı gericidir, garplı ilerici. İslamiyet huzuru çok ucuza satmış.
Yollar o kadar belli ki düşünmeye lüzum yok. Şarap içmeyecek, domuz yemeyecek, zina yapmayacaksın, beş vakit namaz v.s. Sonra periler, gulamlar, huriler… Tasavvufun itibara mazhar olmaması da bundan. Yunus Emre’de bile hep: “şol cennetin ırmakları”!
Bugünün Türk insanı Hint düşüncesini kavrayacak durumda mıdır?
Hayır.
Kendi vokabüleri ile ya gericidir, ya ilerici. Gerici ise müslümandır: cennet, cehennem.
İlerici ise Batı hayranı: caz, dans, cinsî hürriyet ve teknik.
Düşünmeye teşebbüs eden, düşünen demiyorum, kaç kişi var?
Herkes panase meraklısı. Sosyalizm dağları devirecek, demokrasi altına çevirecek yurdu. Avrupa, ah Avrupa!
Galiba işittiklerini papağan gibi tekrarlamaktan zevk almayan tek çağdaş Peyami idi. Falih’ler ne kadar sığ, ne kadar yalınkat. Hele bir Nadir Nadi! Kimin söylediğini hatırlamıyorum, insan kırkından sonra ya dünyadan elini eteğini çeker yahut da insan denen koyunu kırkmak için kollarını sıvarmış… Üniversite talebesi “Toprak” dergisi sahibini yakalamış, tartaklamış ve herifin bütün küçüklükleri, ayak yalamaları kâr etmemiş. Asil Atatürkçü Tarık Tunaya kolundan yakalamış “suçluyu ve galiba polise götürmüş. Darendeli bedbahtın biri, “Toprak” dergisi lağım ama Tarık Tunaya ne? İnsanı seveceksin. Hangi insanı? Darendeli’yi ve Tarık Tunaya’yı… Buda ve Türk insanı…
Hamit’ten yıllarca sonra Yahya Kemal Hint’e gitti. Pakistan sefir-i kebiri, o ülkeden tek kartpostal bile getirmedi. Biz Hint’i anlayamayız. Avrupanın bütün ıstırabı kapitalizmden geliyor.
Peki, kapitalizm nereden geliyor?
Kapitalizmi tasfiye edecek insan Mars’tan zembille mi inecek?
Harem ağasının kafası. İnsanı sevmiyoruz. Hint düşüncesi karşısında elimizi tabancamıza atışımız bundan. Bir tarih hocasının Hint’le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim. Eskiden Batı afaroz edilirdi, şimdi Doğu afaroz ediliyor. Daima afaroz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl kıracağız bilmiyorum. Kitabım basılırsa çok az kimse okuyacak ve belki hiç kimse anlamayacak. Gericiler toptan mahkum edecekler, ilericiler toptan mahkum edecekler…
Konferans.
Evet kaç kişi dinleyecek konferansımı?
Bütün ülkeler birbirine benzer dostum, iki ıstırap kadar, iki gözyaşı kadar birbirine benzer. Eldorado, vehmini kaybedenlere efsus, hezar efsus… Gobineau böyle düşünmüyor, Gobineau hatta Taine. Tatar ağası ile Montesquieu bir mi?
Bir, diyeceği geliyor insanın. Ben insanı, Fransız insanını hastanede gördüm. Memleketlimden hiçbir farkı yoktu, hatta daha bayağı idi, daha korkak, daha menfaatperest, hatta daha ahmaktı. Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa kendi karanlığından kaçmak boşuna… Hint. Evet, Hint’in kazandırdığı huzur çok ferdi ve muayyen bir dünyada, muayyen bir iklimde gerçekleşebilecek bir mucize. Üstelik, yaşadıktan sonra, vücudu ile insiyakları ile yaşadıktan sonra mümkün.
Hint’in keşfi gerçekten Bâtı’da bir rönesans yaratmış mı, sanmıyorum. Belki birkaç batılıda yahut batı şuurunun mahdut bir bölgesinde. Batı kavga içinde, Hint felsefesi keskin bir kavga silahı olmak vasfından mahrum. Marksizm var, Hıristiyanlık var… Ve maalesef daha çok irticaın elinde bayrak Hint. Romain Rolland’ı çıkarırsak, sol cenahta Hint’le uğraşan kimse yok. Halbuki bence, bütün kavgaların üstünde bir ahlak Budizm. Ahlak karanlık kelime, yol. Ama kimsenin senfoni dinleyecek hali yok. Sokakta silah sıkılıyor, tepede jetlerin uğultusu… Acaba Hint de bir mistifikasyon mu, bir sahte hal sureti mi, sanmıyorum. Proletaryanın o kadar dolambaçlı yollardan zararsız hale getirilmesi imkânsız… Şimdilik Hint, bizim için, kütüphanelerimize eklenen bir raf bile değil. :
Zavallı kitabım!
Belki müstehcene kaçan bir iki şiir tercümesi için okunacak.
Kaldı ki basılacağı da belli değil. Ve bu kubbenin altında hiçbir akis bırakmadan “resurrection”u bekleyecek. Galiba ‘samsara’ yalnız insanlar için değil kitaplar için de var.

28.6.1963 GOETHE’YE GÖRE DÂHİ

La Harpe hiç hoşlanmaz “genie” kelimesinden, “talent” nemize yetmiyor der. Dile bu kaypak, bu müphem kelimeyi sokanlara atar tutar. Schopenhauer’a göre, “talent” sahibi, belli bir hedefe başkalarından daha maharetle ok atabilen adamdır. Dâhi başkalarının oklarıyla değil, bakışlarıyla dahi ulaşamayacakları bir hedefe oklarını saplayabilen adam. Goethe daha güzel söylüyor:
“kendi yağı ile kavrulan dâhi yok. Dâhi bütün intibaları benimseyen ve onları kullanmasını bilen, karşısına çıkan malzemeler yığınını düzenleyen, canlandıran, kiminden tunç, kiminden mermer alıp bu hammaddelerle ebedi bir âbide kuran kişi.
Ben ne yaptım, ne gördüm, ne duydum, ne işittimse bir araya getirdim, hem tabiatın eserlerinden faydalandım, hem insanların.
Yazılarımdan her birini binlerce insana veya binlerce nesneye borçluyum.
Âlim de, cahil de, bilge de, deli de, çocuk da, ihtiyar da eserimi yazarken yardımcım oldu.
Yani realitede mevcut olan unsurları, çeşitli unsurları toparlıyor sadece benim eserim, Goethe dedikleri bu bütünden ibaret.”
Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.
JURNAL cilt 1 – Alıntılar 2

11.8.1963 MANEVİ DALTONİZM

Kimi kızılı göremez, kimi yeşili.
Manevî bir Daltonizm bu. Hepimizini kafasında “no man’s land”ler var. İnsan yalnız önünü gören bir araba beygiri. Cuvillier’nin “Manuel de So-ciologie”sinde telefon rehberlerini kıskandıracak bir isim bolluğu karşısmdasınız. Pîr-ü berna sosyoloji kelimesini ağzına alan herkes yazarın iltifatlarına nail olur. Yalnız İbni Haldun bir dipnotuna misafir edilir. Marx yarım asırdan fazla arafta bekledi Bizim için bütün irfan dünyası bir memnu bölgedir.
Batı.
Hangi Batı?
1963 Türkiyesi’nde Tomist olabilir miyim?
Linç ederler. Kilise babaları örfün fermanı ile yasak. Çağdaş Avrupa’da düşünce turnuvasını temsil eden silahşorlar malum. Marksizm, geç bir kalem. Yüksek Hâkimler Kurulundan sözde liberal bir zatla konuşuyordum. Yıllarca zindanda süründükten sonra salıverilen komünizm zanlılarından söz açtım. Ahmet Akat’ın, Faruk Atay’ın ibretâmiz macerasını anlattım. Hakkınız var, dedi, ama ne olsa millî menfaatler.. Bu adam için milletin beynini millî menfaatler adına köpeklere yedirmek milliyetperverlikti.
1914 savaşında şehir dolusu aydın kaybettik. O savaşı yedek subaylar yaptı. Yedek subaylar yani entelijansiya. Sonra Sevr ve Lozan.. Mustafa Kemal 150 aydını mektepten talebe kovar gibi sınır dışı etti.Zaten memlekette düşünen adam sayısı da aşağı yukarı o kadardı.
Sonra sol cenaha döndü, onları da, kırkayak tepeler gibi, ezdi.
Cavit beyi astı.
Sonra filozof istiyoruz. Kuzum ne filozofu?
Demokrasi kahramanı İnönü beş hocayı kürsüsü ile beraber uçurdu. Tan matbaası sosyalist lider Ti-ritoğlu’nun himmeti ve hürriyetperver üniversite gençliğinin kuvvet ve kudreti sayesinde yerle bir edildi. Zekeriya radikal sosyalist bile değildi, demokrat ve oportünistti. Mütefekkir bir ip cambazı değildir. Bir İttihat ve Terakki fedaisi değildir. Voltâire’ler, Rousseau’lar bütün bir burjuvazi tarafından destekleniyorlardı. Rousseau’ya Fransa’yı terketmesini Zaptiye Nâzın bizzat gelip haber veriyordu.
Harman beygirine verilen hürriyet, aydına ihsan edilenden daha büyük ve daha gerçek. Aydın yani başkasının kafasıyla düşünmeyen, yani hiç olmazsa çok kaba mitleri ve “mystification”ları yutmayan. Zavallı kinlerimiz! Meşrutiyet aydını için, frenkleşmiş Meşrutiyet aydını için, düşman İslamiyetti. Korkunç bir şaşkınlık içindedir o aydın. Sabih bey hem Osmanlı İmparatorluğu’na hayrandır, hayatının hilafetle beraber sona erdiğini söyler; hem İslamiyet’e düşman. Yani bizde “athee”, düşünmemek için Allah’ı inkâr eder, meseleyi basitleştirir böylece. Düşünmemek için müslümandır, dogmaların gölgesinde, şâd, uyur da uyur. Yani işimize gelmeyen ne varsa çöp tenekesine atmak, rafa kaldırmak, inkâr etmek. Mecnun nesillerin arapsaçına döndürdüğü o kadar problem var ki, insanın feryat edip kaçacağı geliyor. Kaçanın anası ağlamazmış. Bu kadar erzel bir atasözünü ne boş imanlarda bulabilirsiniz, ne tavşanlarda. Kahraman Türk yumurtlamış bu cevheri ve on sekizinci asırdan beri arkasına bakmadan kaçmış. Avrupa kapitalizminin emr-i yevmilerini yalan yanlış tekrarlamayı tefekkür saymış. Hâlâ kaçıyor.

20.8.1963 KADERİMİZİ ÇİZEN CEMİYET

……….

İnsanı cemiyet yaratır.
Hangi cemiyet?
İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü vardır sadece, “on” vardır. Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar.
Boğarsa mesele yok.
Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler.
Cemiyet çok defa gübre.
Zambakla o ufunet arasında karabet uçurabilir miyiz?
HER BÜYÜK ADAM KUCAĞINDA YAŞADIĞI CEMİYETİN ÜVEY EVLADIDIR. Zira yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Marx, avukat Marx’ın oğlu olmaktan çok, Saint-Simon’un, Rousseau’nun, Hegel’in çocuğu. Rousseau’yu Rousseau yapan, yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı?
Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir.
Denizdeki herhangi bir dalgayız.
Dalgaların tarihi var mı?
Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, olacağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx. Yalnız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam devlerin sırtına tırmanan cüceymiş. İnanmıyorum. Daha doğrusu dev Goliat, yani yürüyen bir dağ parçası; sırtındaki cüce Davut, yani zeka. Büyük adam bataklığı baraj haline getiren yaratıcı. Kalabalığı tekme ile uykusundan uyandıran kılavuz. Ama çok defa tekme ile uykudan uyanan Caliban, efendisini parçalar.
Oscar Wilde’e göre, tabiat bir mezbele, güzeli yaratan: insan. Belki doğru.
Ama hangi insanı ve hangi güzeli? Şairler olmasa yıldızlar bu kadar güzel olur muydu?
Tabiatın çehre-sindeki siyah peçeyi kaldıran: insan, yani sanatkâr. Tarih öncesi, karanlık. Soyumuzun on binlerce yıl süren, yüz binlerce yıl süren macerasından habersiziz. Mohanco-Daro veya Harappa, New York veya Washington’un küçük çapta bir örneği âlimlere göre. Altı bin sene evvelki bir örnek. Şu halde teknik sahada da göz kamaştırıcı bir ilerleyiş yok. Fark kali-tatif değil, kantitatif. Ama Hegel’den beri kantitatif farkların kalitatif farklar haline geleceğini bilmeyen kalmadı. Harappa’da matbaa yoktu. Mohanco-Darolu kâhin, arzın dört bucağındaki fikir adamlarının fetihlerinden habersizdi.
Michelet doğru söylüyor. Tarihi yaratan insanla kader, ruhla madde arasındaki mücadele. Tabiat hep aynı tabiat. Ama insan hep a,yûi insan değil. Ummanlar dehşetinden bir şey kaybetmedi. Ne var ki çağdaş Ulysse’in emrinde yüzen şehirler var. Ve Jüpiter’in silahını emekleyen bir çocuğun parmakları bir avuç ışığa kalbedebiliyor. Hasımlardan biri boyuna ilerledi. Nesiller fetihlerini nesillere devretti. Gerçi bu madalyonun bir tarafı. Bütün bu zaferler bir parça göz boyayıcı.
Jean Rostand tabiatın sırlarından bazılarını aşırdık, diyor. Yani ilim adamı çok defa ne yaptığını bilmeyen bir büyücü çırağı. Tabiat kuvvetlerini uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi mıncıklıyor. Ya arslan kızıverirse. Will Durant hiçde iyimser değil. Zelzele devi şöyle bir dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır, ne gratsiyel, diyor. İki robotun yanlış bir hareketi nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden kaoslaştırabilir. Yani barut fıçıları üzerinde rakseden birer sarhoşuz. Ağzımızda sigara ve elimizde havai fişekler.
Galiba fetihlere sıfırdan başladık. Yaratan çok toydu. Taşı yarattı, bitkiyi yarattı, hayvanı yarattı. Nihayet insan göründü. Yaratan bütün haklarını ona devretti. Kâinatın bu yeni misafiri nihayet bir milyon yaşındadır. Elbet hataları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak çıkılabilir. Homo sapiens yaratandan haklarını devraldığı günden beri hayli işler başardı. Ustasından geri kalacağa benzemiyor. Ustası ne oldu?
Rousseau Tanrı dememek için Eşyanın Yaratıcısı diyor. Korkak ve utangaç bir dindarlık. İngilizce mütercimi “God”u yapıştırmış. Hâlbuki Protestanlıktan Katolikliğe, Katoliklikten Protestanlığa bir odaya geçer gibi atlayan üstadımız Tanrı isminden pek hoşlanmamaktadır.
Kainat bir hammadde deposu.
Onları biçimlendiren insan.
Belki onlar biçimlendikçe insan da başkalaşıyor.
Tekniği yaratan insan, yeni bir insan yaratan teknik. Yaratan’ın elinden çıkarken her şey ham halat. Neye yarayacağı belirsiz. Güzel de, iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan, yani yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan ustaların sayısı bir asırda üç beş. Ötesi mevaşi. Sen onlardan biri olmaya çalışacaksın. Feyzi-i Hindî en güzelini söylemiş:
“Yokluk zulmetiyle bağlıysan topraksın,
kafanda tanrısal ışık yanıyorsa: arş..”
(Tanrısal ışık yanıyorsa, yani Tanrıların soyundansan, Tanrıların cemiyetindensen)
Zerdüşt, Yacnavalkiya, Demokrit, Fisagor, İsa, Buda.. Bir hayli kalabalıktır bu Olemp. Oradaki tanrılar birbirlerine diş gıcırdatmaz. Silahları yıldırım değil, kalemdir. Karılarımıza, kızlarımıza göz koymazlar. Bataklıktan göklere süzülen bir tarla kuşu gibi, kasıklarıyla düşünen ve göbekten aşağısıyla yaşayan bu azgın hergele sürüsünden uzaklaşmaya bak. Şahikalara, şahikalara… Yoksa gübresin, leş gibi gübre…

3.10.1963 FREUD VE UPANİŞATLAR

Freud, Ojiyas’ın ahırlarını temizleyen adam. Bakışlarımı Olemp’e değil, Akheron’a çevirdim diyor. Ama Akheron, Champs-Elysees’nin gölgesi.
Freud lağımın kapağını açan adam.
Lağım mı, ne lağımı?
Psikanalizi skandal hâleliyor.
İnsanın kulaklarına, sen canavarsın diye haykıran bir Mefisto, Freud.
Buda, İsa, Spinoza., canavar, ama kanatları olan, mağaradan arş’a yükselen canavar. Şuuraltı gerçekten süprüntülük müydü, oraya bu at sineklerini, bu hamam böceği leşlerini, bu kırkayakları psikanaliz mi doldurdu yoksa?
Freud’u anlamak için okumak yetmez; o cehennemin içine girmek lâzım diyorlar. Viyanalı doktor da içimizdeki canavarları avlarken buluta bürünüyor. Fransız ihtilalcileri, yarattıkları dünyayı Eski Roma’nın kelimeleriyle isimlendirdiler. Realite yepyeniydi, ad iki bin senelik. Her fâtih keşfettiği ülkeye âşinâsı olduğu isimleri takar. Yeni bir vokabüler bir günde, bir senede imal edilmez. Freud’u anlamak bunun için güç. Freud’u ve bütün yaratıcıları. Kelimenin kemiğini kırıp iliği bulmak güç. Şeffaf değil ki.
Kaldı ki Freud’u okumak cehennemi resimden seyretmek gibi bir şey. Her doktrini yaşadığımız kadar anlıyoruz.
Sokrat felsefeyi gökten yere indirmiş. Çiçero öyle diyor. Freud insanı mağaraya zincirliyor. Tanımıyoruz Freud’u. Marx’i tanıyor muyuz, Kierkegaard’ı tanıyor muyuz? Bakış önce yıldızları tarıyor.
Son durak: iç dünyamız. Ve arada, bütün bir tarih. İskeleti, terbiyeli bir fino köpeği veya iradesini parmaklarınıza teslim etmiş bir mekanik haline getiren Hint. Upanişat “sen Tanrısın” diye haykırıyor insana. Freud, “itsin” diyor.
İki kutup, ama esrarlı bir diyalektiğin kucaklaştırabileceği iki kutup. Birbirini tamamlayan iki yarım. Pascal’ın “ne bir meleksin, ne bir insansın”ı. Yahut Feyzî Hindi’nin “arştan büyük, topraktan bayağısın” hitabı.

20.10.1963  ABES’E, AVRUPA’YA, BİZE VE GANDİZM’E DAİR

Abes, çağımızın anahtar kelimelerinden.
Her karanlık muamma guguklu bir saat gibi onu tekrarlıyor: abes, abes. Daha doğrusu kulaklarımıza fısıldanan her sesi idrakimiz öyle kalıplaştırıyor. Sürrealizm’in koltuk değnekleri: abes. Egzistansiyalizmin bayrağında siyah harflerle abes yazılı. Hıristiyanlar, dünyadan Tanrıyı kovar mısınız, ohh, diyorlar. Pirimiz, sultanımız abes oluncaKaramazof baba gibi domuzlaşmak, kendini iştihalarına terk etmek, dizginleri içimizdeki şeytanın eline teslim etmek., pek tabii. Aklın sözde imparatorluğu pek kısa sürdü.
Rubaçof, Lenin’in silah arkadaşlarını, yani ihtilal neslini maymuna benzetir, kendine göre bir dünyası, bir geleneği, bir kibarlığı olan maymunlar, daldan dala zerafetle sıçrayan ve gökle yer arasında yaşıyan bir aristokrasi. İhtilalin yarattığı Gletkin’ler nesli ise, Neandertal adamı’dır: ahmak, kaba, köksüz, ama alet yapan ve mazi ile göbek bağını kesen acaip bir soy. Bizde Gletkin’ler yok. Gletkin’in bugünkü adı Kruşçef tir. Bizim Gletkin’ler düşe kalka, fakat emin adımlarla istikbale ilerlemiyor, Fatih’e, pioniye’ye benzeyen hiçbir tarafları yok. Kanatları yolunmuş bir saksağan bizim Gletkin’ler. İnsanı kobay kadar haysiyetsizleştiren bir ülke sosyalizmin vatanı. İkinin üçe feda edildiği yer. İnsan, toplama çıkarmanın konusu olabilir mi? “That is the question”. Ama tabiat âfetleri de insanı harcamıyor mu?
Abes, abes! diye yırtınan ve bir dansing’in mücellâ döşemesine fırlattığı beşeri hazinelerin üstünde ağzından köpükler saçarak tepinen şımarık, sarhoş ve zencileşmiş bir Avrupa.. Güzel olan bu mu? Montaigne’in, Descartes’m çocukları mı bunlar? Ötede haşin, makina gibi haşin ve makina gibi sağlam, ama ne istediğini bilen karınca insanlar. Neandertal adamı da maymun ceddi gibi medenileşti artık. Asya ile Amerika arasında har vurup harman savuran bir miras yedi, Avrupa. Elbette ki dansing, kerhane ve tımarhaneden ibaret değil bu dünya. Müzeleri var, kütüphaneleri var, laboratu-varları var. Ama biz kurulan’a sırtımızı çevirmiş, köyünden yeni gelmiş bir şapşal’ın genelev kapısından içeriye sersem sersem bakışı gibi, bu Avrupayı seyrediyoruz.
Bu topraklarda tek din ferman dinletmiş: putperestlik. Irzını, istikbalini bir fetişe peşkeş çekip, maddî hayatını devam ettirmek başlıca kaygı.
Anlamadığım kelimelerden biri de halkçılık.
Ne halkçılığı?
Halk kim?
Halkçıyım demek halktan değilim demek. Ama lütfen tahtımdan iniyor ve o pespaye, o bedbaht insanlara yakınlaşıyorum. Aman efendim kerem buyuruyorsunuz! Halk Partisi kurtla kuzuyu, insanla sırtlanı bir çuvala koyan madrabazlar kumpanyası.
Kime karşı halk partisi?
Kime karşı halkçı?
Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi. Halkın ırzına geçmek için halka hulus çakan açıkgözlerin yaftası. Halk partisi tarihinin hangi merhalesinde halk için çalıştı, halktan olmayanlarla mücadeleye girişti?
Halktan ne anlıyordu?
Alt yapı feodal. İkibin yıldan beri değişmeyen, kendi küçük dünyasında hep aynı dertlerle başbaşa, geniş bir kalabalık. O kalabalıktan kopan, hiçbir çilesi, hiçbir dâvası olmayan bir Halk Partisi.
Bir nevi ur. Ve arada, rakkas gibi kalabalıkla halk partisi arasında gidip gelen diğer partiler.
“Non-violence” bu şaşkın, bu ne istediğini bilmeyen, bu tarihin dışındaki insan yığınını şekillendirebilir mi? Gandi Buda’nın torunu. Ve İsa’nın torunlarıyla kavga ediyordu.
Türk, kılıca arslan payı tanıdığı için İslam’ı kabul etti: cennet kılıçların gölgesindedir. Gandi bizde olsa Kemal Paşa’nın dalkavukları iki günde kuşa benzetir, kellesini uçurturlardı.
Şiddet tarihin mimarı.
Tarih kan içinde doğuruyor.
Hayvan da ondan. Lanza haklı: şiddet, şiddetten doğuyor. Onun için şiddeti yok etmeli. Ama nasıl? Komünizm, şiddet kullanarak diyor: “c’est la lutte finale”. Hoş ama “final” olduğunu nereden bileceğiz? Gerçekten de nazari olarak yanılmayan yalnız Gandi. Gandizm rüyaların en güzeli. Ne var ki hiyanetlerin en şeytancası da olabilir. Stoik ahlak asildi, necipti. Yalnız soyumuza göre değildi. Epiktetos’un kabadayılığı Ahimsacı’nınki yanında bir tiyatro hokkabazlığı. Ölümün kuluçka makinası haline getirdiği laboratuvarında küreyi uçuracak cehennem bombaları imal eden sadist Amerika’yla, açlığın çelik kırbacı altında bütün imtiyazlara yumruk sallıyan aç Asya’ya, aç Afrika’ya anlat bakalım Gandizm’i.

29.4.1964 HÜRRİYET

Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor Gandi. Kırıyorsa, kanun değil yumruktur. Peygamberlerle filozofların doğruluğunda tereddüt etmedikleri üç beş hakikatten biri şu: insanın haysiyeti, düşüncesidir. Düşünceyi zedeleyen her kanun bir eşkiya reisinin veya bir eşkiya güruhunun emirnamesidir. Hukukla uzak yakın ilgisi yoktur. O halde namuslu adamın ilk vazifesi bu çeşit kanunları yok saymak ve tabii afetlere göğüs gerer gibi tehlikeleri kucaklamaktır. Yoksa haysiyetten nasipsizdir. Salaş tiyatrosunda bakanlık rolüne çıkmaktan âciz bir hergele Türkiye’de Komünizm nurculuk kılığında tecelli etmektedir buyurmuş. Hamakat bakan kılığında tecelli ettiği gibi. A canım efendim!
Osmanlı, altı yüz sene Nasrettin hocanın hindisi gibi düşündü. Kafası kılıcında veya tenasül uzuvlarında idi.
Neyi düşünecekti?
Kendisinden önce her şey düşünülmüş, her şey düzenlenmiş, roller dağıtılmıştı (Karısı ile hangi gece yatacağını, kıçını hangi parmaklarıyla yıkayacağını din öğretiyordu ona.) Zaten tefekkürden büyük günah tanımaz teokrasi.
Düşünmeye teşebbüs edenin adı kâfirdir.
Kâfirin katli vaciptir.
Tarikatlar zindanın duvarında açılan bir iki hava deliği. Daha eski dinlerin zaman zaman dile gelişi ve Sünniliğin kabuğunu çatlatışı. İbn Haldun bir kültürün grup pırıltısı. Sonra mezar sükûtu, kılıç sesleri, nal şakırtıları. Ve hikmet-i vücudunu kaybeden beyin. Kovalamak, kaçmak.
Altı yüzyıllık tarih bu iki kelimenin içinde. Sonra, sonra Ojias’ın ahırını temizlemek için Ojias’ın kellesini koparan bir Osmanlı zabiti. Ve üniforma giyen düşünce.
Mustafa Kemal kafanın yalnız dışını değil içini de tanzime kalkıştı.
Batı şapkaydı.
Şapka ve itaat.
Kalabalığın yerine şef düşünecekti. Kur’an rafa kalktı.
“Nutuk” çıktı ortaya.
Bir nutuk ve bir fırka.
Bir lokma ve bir hırka.
Önder önüne gelenin kellesini vurdurdu.
Fırka hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemeyen kalabalıkların ağzına vurulan kilide bir yenisini daha ekledi. Sonra yenildi içildi. Ve hazret sirozdan kıvrandığı yataktan bir tanrı olarak kaldırıldı.
Bir tanrı veya bir şeytan. Atatürkçüyüz. Atatürkçülük asil cumhuriyetin resmi dinidir.
Mitosu olmayan sığ, dalsız budaksız bir din. Tam robot dini. Bu gidişle bütün dünyanın Atatürkçü olması gerekecek. Yaşasın Atatürk, ulan biz Atatürkçüyüz. İbadet ve iman bu üç beş hecede başlayıp bitiyor.
Papa İsa’nın vekili.
Ordusu, devleti var.
Asırlardan beri fikir cihangirleri kuruluyor o tahta. Ve Papa İsa adına layuhtidir.
Din de layuhtidir. İnsanlık Aristo’yu sakalından yakalayıp türbesine götürdü, yeter üstadım dedi, biraz da biz düşünelim. Rönesans insan zekasının vesayet ve velayete karşı ayaklanışıdır. Descartes’ın kabadayılığı bu isyanı abideleştirmesinde.
Komünizm yasak.
Faşizm yasak.
Nurculuk yasak.
Halifecilik yasak.
Neden yasak?
Zararlı. Kime?
Memlekete.
Nereden biliyorsunuz?
Ve siz kimsiniz?
Siz mağara devrisiniz.
Siz ilticasınız ve satırsınız.
Siz yüz karasısınız.
Ve bu salyangozlar ülkesinde herkes kabuğuna çekilmiş. İlim ve düşünce ayrık otu değildir. Belli bir iklimde gelişir.
Sosyalizm komünizmdir.
Komünizm dinciliktir.
Dincilik yasaktır.
İnanan vatandaş inancından utanmak zorunda.
Korkmak zorunda.
Düşünen yaşamak için susacak. Yani kanun vatandaşı namussuzluğa zorluyor. Canım efendim.
Bu saydığımız mezhepler dünyanın dört bucağında kiliseleri, mihrapları, rahipleri olan birer dünya görüşü. Bunların dışında düşünce yok. Olamaz. Demokrasi bütün bu erezileri geliştiren iklim olduğu için saygı görüyor. Adeta fidelik, demokrasi. Sivri akıllı yetiştiren, eretik yetiştiren bir fidelik. Kanun, hayır diyor, düşünce zararlı olmayacak…
Düşüncenin zararlı olduğu, tatbik edildikten asırlarca sonra ya anlaşılır ya anlaşılmaz. Bu kanun değil. Kanun neferi.
Toplayalım.
Düşünmek, insan üzerinde düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.
Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir.
O halde din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır:
İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı.
İki yüzlü bir hayvan oldu Osmanlı.
Tanrıyı ve kulu aldatan bir panayır göz bağcısı.
Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua.
Biz de öyle değil miyiz?
Değişen ne?
Herkes Atatürk’e sövüyor ve Atatürkçü.
Demokrasiye inanan yok.
Herkes demokrat.
Dedim ki kanun her vatandaşı ahlaksızlaştırmaktadır.
Düşüncesini gizleyen ahlaksızdır.
Düşüncesini gizlemeyen…
Batı’da adam, yezidi olur, bûdi olur ve bununla övünür. İnancı kişiliğidir insanın. Serir-i bezm-i aşkı öyle her bir cânâ vermezler.
Fransa’da komünistim diyen, bir takım sorumluluklar yüklenmiyorsa gülüp geçerler. Yani bir bağlanış fedakarlıklarla mühürlenecek ki ciddiye alınsın.
Yoksa atıyorsun derler.
Sen kim, komünistlik kim.
Sosyalistlik de öyle.
Kralcılık da öyle.
Kim neyi saklayacak?
Ancak ilgisizler, ancak hedonistler, ancak kavga kaçakları, ancak ortadan gidenler, ancak karar veremeyenler utanır ve saklanır. Küçüklük kompleksi Ortaçağ celladının kızgın demiri gibi onların alnını damgalamıştır. Lamennais dört cilt feryat eder. Zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır. Kayıtsızlık. Kanun kayıtsız olacaksın diyor.
Senin ne vazifen?
Kimin vazifesi?
Seçeceğin adamların, seçeceğim adamların hepsi deyyussa?
Kanun buna cevap vermiyor.
Ali Bey ve benzerleri bunun için suçludurlar. Bu zindanın duvarlarını dişimizle, tırnağımızla aşındırmak zorundayız. Zindan yedi göbek ötemiz için de mezar olmamalı. Bu zindan kanundur. Denilecek ki kanun Voltaire’ler Fransa’sında da düşüncenin ağzına kilit takmıştı. Yalan. Bizde tek düşman o küflü kağıt tornan değil. Tarih düşman, örf düşman.
Zaten kimse alışmamış düşünmeye.
Düşünce nazlının nazlısı. Hasta bir çocuk. Bakıma, şımartılmaya muhtaç. Yalnız koluna vurulan kelepçe seni bütün dünyandan ayırır, adın vatan hainidir artık. Voltaire ve çağdaşları isyan bayrağını açtıkları zaman insanlığın velinimeti ilan ediliyorlardı. Seni, etrafındakiler, leş kargaları gibi delik deşik eder. Rejim, hangi rejim? Bu iklim içinde halledilecek hiçbir dâva yok.
Bizansın son günlerindeyiz.
Bakalım bu taaffünü hangi Fatih temizleyecek?
Münakaşada zafer, mağlup olanındır.
Yenilmek zenginleşmektir.
Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego denen köpek havlamayacak.
Münakaşada zafer.
Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Adeta bir ormandasınız ve mesela bir kaynak arıyorsunuz. Önce arkadaşınız bulup sesleniyor size: evreka! (Onu buldum)
Ne sevinilecek şey!
Yalnız bir temele dayanmalı münakaşa. Herkesin bildiklerini bileceksiniz. Sonra yeniyi arayacaksınız.
Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir. Adeta beraberce bir heykel yapıyorsunuz. İnsan yardımcısına nasıl kızar? Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak. Kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilan edecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.

26.2.1965 KÖYLÜYE OKUMAK

Köye tek kitap girebilmişti: Kur’an.
Ve hayali cennete kanatlandıran birkaç risale. Toprak adamı ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır.
Öğretmen imamın yerini tutamadı, tutamayacaktır.
Öğretmen köye neyi getiriyor?
Samimiyetsizliği, köksüzlüğü ve hoppalığı. Köy bir gurbet, bir sürgün, bir Lilluputlar ülkesidir hazret için. Hazret de köylü için yabancı bir madde, bir düşman, bir nevi casus.
Okuyup da ne yapacak köylü.
Refahında bir değişiklik olacak mı?
Hayır.
Kitap hiçbir kapı açmayacak önünde.
Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır…
KÖYLÜYÜ İNSANLAŞTIRAN, DİNİ.
DİNSİZ KÖYLÜ BİR YABAN DOMUZUDUR.
Yalnız bizde mi?
Hayır, bütün dünyada.
Köylü okumak ister: yasaktır.
Bu memleketin % 70′i okuma bilmez. Ben eminim ki Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir, değiştirilmeseydi okuma bilenlerin sayısı % 70′e çıkardı.

BİZDE HÜRRİYET

Liberalizmin verdiği hürriyet, bir senyörün kölelerini sofraya daveti değil.
Hiç kimse gönül rızasıyla hürriyeti paylaşmaz.
Hürriyet bir fetihtir. Canım on sekizinci asır Fransa’sı kitabı yakar, adamı zindanda çürütür. İngiltere Zola’nın ihtiyar tabiini zincire vuracak kadar liberaldir. Burjuvazi hürriyeti karış karış fethetmiştir. Dişi ile tırnağı ile. Alınteri ve kanı ile. Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçüde mevcuttur. Fransa’da Komünist Partisi hürdür, neden? Çalışanların asırlardan beri devam eden mücadelesi zaferle neticelenmiştir de ondan. Fransa’da Komünist Parti’sine hürriyet sağlayan 89′da ölenlerdir, 48′de ölenlerdir, 70′te ölenlerdir. Aristokrasi, liberalizme âşık olduğu için burjuvaziyi geliştirmedi. Burjuvazi hürriyeti, hürriyet uğruna râyegân etmiyor. Hürriyet bir mecburiyet-i elimedir. Hükümdarın haklarını paylaşması gibi.
Rusya’da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır.
Katolik Kilisesi için hürriyet var mıydı?
Reform, söz hakkını mantık selabetinden değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusyada hürriyet yoktur, çünkü hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir, çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor. Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya’da tek içtimai sınıf var. Yani tek hakikat.
Bizde hürriyet yok.
Ne hürriyeti?
Fikir var mı ki hürriyeti olsun?
Her fikir sahneye çıktığı zaman ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir. Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur. Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti.
Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakarlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır.

20.7.1965 YARATAMIYORSUN

Düşünce dokunduğunu yakan kezzap.
Hangi düşünce?
Aksiyona bağlanmayan, kendi kendini öğüten, bataklaşan, kanserleşen düşünce. Bu bir düşünce değil, bir felâket. Vehimlerinden bir kâbus halkeden hasta ve zavallı bir beyin.
Yaratamıyorsun.
Sokaktaki adam alışkanlıklarıyla Zaloğlu Rüstem.
Sen çırılçıplaksın.
Çırılçıplak ve karanlıklarda.
Andan kaçmak, nereye?
Hayalinin inşa ettiği cehennemler gerçekten daha mı cazip?
Düşünce, düşünce berraktır.
Sen düşünemiyorsun.
Dış dünyadan kopmuşsun.
İç dünyan hasta bir hayvanın korkularını aksettiren ayna.
Kırık bir ayna.
GÖMÜLMESİ UNUTULMUŞ BİR CENAZESİN.
SEFALETİNİ KAYBETMEKTEN BİLE DEHŞET DUYUYORSUN.
SEVENİN YOK, ANLAYANIN YOK, AĞLAYANIN YOK.
Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.


JURNAL cilt 2 – Alıntılar 1

17 Nisan 1967 İSLAMİYET, SOSYALİZM, FAŞİZM

On beş gün olmuş Konya’dan ayrılalı. Uzadıkça uzayan sırnaşık, fetihsiz on beş gün. Zaman bir tünele benziyor, sonu görünmeyen bir tünele. Ve bir rüyadaymışım gibi yürüyorum.
Berke askerden döndü. Bütün pırıltısını kaybetmiş. Derisine zincirli, kanatsız, heyecansız, bir zindan mahkûmu. İnsan hayretle duralıyor. (…) İnanmayan insanın, sevemeyen insanın, acıyamayan, kızamayan insanın köpek leşinden farkı yok.
Ali bey doçentlik teziyle meşgul. Bu adamlar benim günahlarım. Kullarından utanan Tanrı gibi hicap içindeyim. Bir nehrin yatağını değiştirircesine kaderlerini değiştirdim.
(…)
Server yeni makamının masum gururu içinde… Ve bitmeyen günler. Çarşamba akşamı eski bir şakirdimle beraberdik. Senden ayrıldım ayrılalı ilk defa gülümseyebildim. Karşımda bir parça sen vardın.
Sen yani Anadolu insanı. Dürüst, imanlı, toprak kokan, ağaç kokan bir insan: Ahmet Kabaklı, on üç yıldır görüşmemiştik.
Günah onun. Ben kapısı her çalana açık bir mabet gibiyim. Gerçek dostlarım gelmediler. Ve mabet katır sinekleriyle doldu. Bu hepinizin büyük günahı. Beni yalnızlıktan beter bir yalnızlığa, kalabalık bir yalnızlığa siz mahkûm ettiniz. Aşkdım, dostlukdum, ışıkdım. Ve boş bir odada yanan lamba. Ve hiçbir susuzluğu gidermeden akan başıboş bir ırmak.
Düşünüyorum.
Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz. Tesadüflerin önüme fırlattığı malzeme, kerpiçten daha soysuz, daha salabetsiz ve sevimsiz.
Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş.
Biolojik değil, moral bir vahdet.
Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi.
Aynı şeylere inanmak.
Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Lazı, Kürdü, Arnavudu düğüne koşar gibi ölüme koşturan bir inanç bu. 600 yıl aynı potada erimek ve kâinata meydan okumak, zaferden zafere koşmak, beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra çözülüş, çürüyüş, kokuş. Ve bir mezarlık haline gelen memleket. Tarihin dışına çıkan Anadolu. Tarihin ve hayatın. Ve Avrupa kapitalizminin uyuz köpeği intelijansiya. Bu çöküşde kıyametlerin ihtişamı yok. Şiirsiz, şikayetsiz, bir frengi şankrının kemirdiği bedbaht uzviyetlerin çirkinliği var.
Ve intelijensiya, efendilerinin fırlattığı kemikleri yalamakla meşgul.
Havlamasını bile unutmuş.
Dişsiz, kuyruksuz.
İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor.
Dinsizlik irticaların en affedilmezi.
En yiğit orduyu en miskin sürü haline getiren veba.
Sosyalizm iktisadî bir düzen olarak tartışılabilir belki. Fakat bugünkü talepleri, bugünkü ifadesi, bugünkü kopukluğu içinde bir ihanet-i vataniyedir. Yani sen haklısın. Kurtuluşumuzu ancak kendimiz yaratabiliriz.
Doğu da düşman, Batı da.
İkisinin de sırtında kamçımızın izleri var.
Avrupa da eski kölemiz, Rusya da. Ve biz kölelerimizin çizmesini yalamaktan garip bir şehvet duyuyoruz.
Faşizm, yani tehlikeli bir hayat, yani bir avuç insanın bütün kalabalığı uçurumdan zirveye kanatlandırması, yani bu uyuşuk, bu pelteleşmiş, bu erkekliğini kaybetmiş insanları kan ve ateş içinde eritip yeniden granitleştirmek. Kafayı yerine oturtmak.
Sosyalizmin en rezil tarafı, zaten kindar, zaten yırtıcı olan Türk insanını Türk insanına düşman etmesi. Yok edilmesi gereken bir avuç satılmış var, yok edilmesi, yani sahneden kovulması. Bütün bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayan insanların vatanı. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek: yapılacak iş bu. Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?
Geçen cuma yine Rönesans’ı anlattım. Rönesans Avrupa’sını hülasa eden iki insan var: Machiavel ile Bacon. Biri, politikayı ilimleştirmiş, fert olarak büyük bir mağlup. Öteki, yeni bir metot kurucusu: politivizmin, adeta pragmatizmin temellerini atmış ve Machiavel’in ilk tatbikçisi. Yeni bir İngiltere yaratmak için politikayı felsefeye tercih etmiş ve başvekil olmuş.
Sonra?
Sonra hakaretle kovulmuş ve çağının sosyal tarihinde, imzasını taşıyan tek hadise yok. Bacon veya Demirel.Bacon, politikanın dışında Bacon.
Nietzsche tehlikeli bir hayat yaşayın diyor.
Politika tehlikeli bir hayat. Bilirsin ki Kapitol ile Tarpea yanyanadır. Kapitol’da taç giyilir. Tarpea, ölüme, yokluğa, zillete açılan uçurum. Düne kadar kelimelerden korktuğumu anlıyorum. Faşizm, ölüm gibi bir kelimeydi benim için. Gözünün içine bakamadığım kelimelerden biri, cinayetti, günahdı, intihardı. Bu peşin hükümden de sıyrıldım. Ama ben, yaşamak istiyorum önce, sonra dövüşmek. Hıristiyanlık’la Hint düşüncesini kaynaştıran bir dostum vardı: Lanza Del Vasto, o, önce yaşayın, diyor, yani sevin, sevilin sonra manastır veya kavga.
Dün akşam, bir alay misafirim vardı. Celal Sılay’ı tanır mısın? Celal Sılay, Bizans’tır, Bizans’ın maskara tarafı. Kitapları görmüş, burada kim oturur diye merak etmiş, karısıyla geldi. Hayâsız, gurursuz bir palyaçodur, Celal, birinci sınıf bir aktördür. Seçtiği rol, delilik. Daima dört ayak üzerine düşer, zengin bir lise hocasıyla evlenmiş. Kadın denen mahluktan iğreniyorum. İnsan Celalle evleneceğine … Senede bir kitap çıkarıyormuş Celal, bir de kocaman dergisi varmış: Yeni İnsan. Bu adam, küstahtır, ama nasıl küstah? Yalnız benim yanımda terbiyelidir. Bir parça şairdir de. beraber olsak çok eğlenirdik.
Mayıs’da Konya’ya gelmek istiyorum. Ancak senin yanında, ancak Mevlana’nın vatanında kendimi huzur içinde hissediyorum. Belki çok yakında görüşürüz. Seni ve Konya’yı ve dostlarımızı çok özledim. Bu hafta Durkheim’ı anlatacağım. Talebem bir hayli çok. Saint-Simon’la Batı ve Hint yine sabotaj’a uğradı. Her ikisini de kendim bastıracağım. Belki İstanbul’da, belki Konya’da. İkisi beşbin liraya çıkıyor. Yalnız bu sene mevsim geçti diyorlar. Sonbahara. Kabaklı, Hisar dergisi için yazı istiyor, olur dedim, belki başka dergilerde de yazarım. Bizimkiler iyi. Fevziye’nin selamlan var, çocukların hürmeti. Seni hasretle kucaklarım canım kardeşim.

28 Temmuz 1974     SAĞ, SOL, MÜNZEVÎ AYDIN

İkinci kitap hiçbir yankı uyandırmadı.
Sağ, benimsemedi kitabı. “Attila İlhan”, “Kemal Tahir”, “İdeoloji”… Belli ki bir yabancı var karşısında. Bu yabancıyı bir yere oturtamamanın tedirginliği içindedir. Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafirler gittikten sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikâyesi.
Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleri ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir batılıya muhtaçtır. Dost olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister.
Biz Osmanlıdan yobazlığı devraldık. Batının taarruzu karşısında yobazlık bir kaleydi. Yobazlık ananeye kaçıştı. Deniz kızlarının şarkılarını dinlememekti. Korkuydu. Belki zaman dışına çıkmaktı. Aydınlar deniz kızlarım dinlediler ve mahvoldular. Bu yeni yobazlık, kendimize ait her mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır.
Nereye?
Şuursuzluğa. Ananeye kaçış kavgayı kaybetmiştir. Ananeden kaçış kavgayı kaybetmiştir. Biri kaybettiği cennetin sılası içinde, öteki yeniliğe, yani ananesizliğe mütehassır. Ama her ikisi de aynı vicdan huzursuzluğundan mustarip. Sağ, batı düşüncesini memnu meyve sayıyor. Batılılaşırken bir günah işlediğine kani. Sol, kayıplarının muhasebesini şuurlu olarak yapmıyor. Müphem biyolojik bir arayış. Kendine yakıştıramıyor “gericiliği”. Sağın çürümüş olduğunu biliyor. Her türlü usaresini, hayat cevherini çoktan kaybetmiş bir müstahase sağ. Sağdan hiçbir uyarıcı ve diriltici haber gelmeyeceğine inanmıştır. Sağ da solu düşman biliyor. Kaliban’ın Prospero’ya bakışı.
Bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında, münzevi aydın, hareketini nasıl ayarlayacak?
İşte bütün mesele. Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kafiyen emin değil. Soldan yüz bulmadığı için sağ. Soldan, yani solun efendilerinden. Sağda rahat değilim. Çünkü gerçekte sağ yok.
Kim sağ?
Kaplan mı?
Kaplan zaafları olan adam. İyi Fransızca bilmiyor, tesadüfen Türkoloji ile uğraşmış, ama utanç duyuyor bundan. Muhammed’ten (sallallâhü aleyhi ve sellem) fazla Marx’a yakın. Marx’a yakın, çünkü Marx: batı. Bir Ziya Gökalp Osmanlıcılığı, yani Osmanlıcılığın kökten inkârı ve tahribi. Batıyı iyi bildiğim için bana hayran. Batıya düşman olduğum için bana düşman. Yahya Kemal gibi ve Yahya Kemal kadar -hayır Yahya Kemal’den çok az- Osmanlı edebiyatına hayran. Yahya Kemal’in Yunancılığı, çevrede mâkes bulabilseydi Yunancı olurdu Yahya Kemal. Bir müsteşrik Osmanlıcılığı. Dekoratif bir Osmanlıcılık. Ama zeki bir adamın Osmanlıcılığı, rafine. Kaplan da böyle bir rafinman yok. Onda her şey vülger. Korkak, kaçak. Sağlığından utanan bir sağ. Dostluğu da düşmanlığı da belli değil. Masa dostluğu. Erol arayan bir çocuk. Arayan ve bulmadan bulduğunu sanan. Etrafındakilerden daha âlim. Ama nazariyeci olmak kabiliyetinden uzak. Zekâsını bozuk para olarak harcıyor. Lüzumsuz düşmanlıkları, lüzumsuz taraf tutuşları var. Niçin harcıyor kendini? Daha ne kadar harcayabilir? Meçhul. Şimdiden tükenmiş gibi.
Sağın temsilcisi bir Kabaklı kalıyor.
Hangi sağın?
Kabaklı’nın sağcılığı müphem bir mazi hasretinden -şairane bir hasret- ve komünizm düşmanlığından ibaret. O da sağın mevcut olmadığına inanıyor. Ötekiler büsbütün süprüntü. Ötekiler kim?
Sezai Karakoç mu? Yazıları günlük kokuyor. Camiden fazla kilise.
Ergun ham bir zekâ.
Yeteri kadar batılı olamamaktan mustarip.
BU ADAMLARLA NE YAPILABİLİR?
HİÇ..
Gazetede istediğimi yazamıyorum.
Zaten yazdıklarım da kayboluyor.
Batı ile savaşıyorum. Oysa onların nazarında tek değerim: batılı olmak.
Attila solda kalmalıydın diyor. Hangi solda?
İlerici düşünceye istikamet veren son derece mürteci üç organ var:
Cumhuriyet, Varlık, Türk Dili. Cumhuriyet, kurulduğu günden beri tefekkürü felce uğratmağa memur. Kurulu düzenin gerçek koruyucusu. Genç dikkatleri eski fetihlere çivileyen sahte bir ilericilik. 1974′te Atatürkçü. Varlık, Cumhuriyet’in aylık nüshası. Aynı fikir sefaleti, aynı namussuzluk, aynı sahtekârlık. Nadir Nadi ile Yaşar Nabi ikiz kardeştirler.Reculiyetten, samimiyetten mahrum iki harem ağası. Memlekette düşünen insanın türeyememesi bu iki düzenbazın marifetidir. Bu iki düzenbaz belli emellerin temsilcisi, yani fert değil lejyon. “Ortadoğu” bir meçhuldür. Kötü bir meçhul. Ama meçhul. Ortadoğucularla bir miktar yol arkadaşlığı yapılabilir. Cumhuriyet ve Varlık kuruluşundan beri lağım. Üstelik bu lağıma girmek hürriyetine de sahip değilim. Yani alçalmağa mizacım müSaid de olsa beni almazlar. Güvenemezler. Türk Dili de malum. Ortada meşru solu, yani kurulu düzenin himayesi altındaki solu, istikbale istikamet veren solu bu üç neşir organı temsil ediyor. Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar beni içlerine alırlar. Yani kader hükmünü vermiştir. Başka nerede yazabilirim?
Solun bütün nüanslarıyla kaynaşmama mani olan büyük bir engel var: kullandığım dil. Ondan vaz geçebilir miyim?
Ondan yaz geçmek bütünden vaz geçmek değil mi?
Sağ, okumuyor. Boşuna bağrıyorum.
Sol diyalogdan kaçıyor.
Küskün.
Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış!
Peki siz basın!
Cevap yok.
Bu çemberi kırmak mümkün değil.
Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok.
Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor.
İhanet etmişiz!
Neye ve kime?

HÜKÜMLERİMİ TAYİN EDEN

Göze, beni tanıtmak istiyormuş. Dostça bir arzu. Yıllarca sesimi duyuramamanın acısı içinde yaşadım. Ama kime ve nasıl tanıtacak?
Sualler haindi. Gazeteci alışkanlığı. Fikrî hayatımda geçtiğim merhaleler. Bunları vuzuhla tayin kabil mi?
Önce çevreye intibak. Cami, dua. Sonra çevreye isyan, şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhî hüviyetimi ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir çevreye, bir belkiye, bir müpheme. Nihayet gizlide tehlikelide, cihanşümulde karar kılış. Hayır. Bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum.
Ne Marx’a geldiğim zaman Marx’i tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü.
Sosyalizmden nasıl ve niçin ayrıldığımı da bilmiyorum?
Ayrıldınız mı ki?
Bu suale kesin bir cevap vermek güçtür. Sosyalizm bir kilise olarak ürkütüyor beni. Bizim, tefekkürden nasipsiz gecekondu sosyalistleri aklıma geldikçe ürperti duyuyorum. Sosyalizmi içtimaî haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim. Daha doğrusu hislerimi ciddî bir tahlile tabi tutmadım, hislerimi diyorum çünkü saf düşüncenin ideolojik tercihlerle alakası olmadığını biliyorum artık. Muhakkak olan şu ki, hayatıma istikamet veren bu gençlik rüyasının aleyhinde bulunmak beni tedirgin ediyor. Dürüst olmak için ilave edeyim. Sosyalizm kelimesi çok müphem geliyor bana. Fazla Avrupalı geliyor. Başka bir dünyanın temayüllerini, isyanlarını, ümitlerini aksettiren bir kelime. Belki yerinde güzel. Yerinde yani kitapta.
Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslâm medeniyeti bin yıl fetihler yapmış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var.
İhtiyarlamış.
Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve başka.
Bence en esaslı fark: insana bakışlarında. Osmanlı için insan uluhiyetin nushayi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı evvela kendi insanına karşı zalim. Batının tarihi, bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beşerî kıymet yoktur. Osmanlı mucizesi bütün mucizeler gibi faniydi. Bir yanda maddeci, şiiriyeti olmayan, sert ve keskin bir zekâ. Ötede bir büyük çocuk saffeti. Yenildik. Yığın aslî cevherini her gün bir parça daha kaybediyor. Intelijansiya her an bir az daha köpekleşmekte.
Evet.
Avrupa’nın Yeniçerisi bu intelijansiya.
Kendi tarihini tahribe memur.
Şuursuz ve idraksiz.
Bu garip zümre sağ-sol gibi tasniflere yan çizer. Yani bir kısmını şu etiketle, bir kısmını başka bir etiketle teşhir ve tesbit etmeğe imkân yok. Bu zümrenin mümeyyiz vasfı yobazlıktır. Düşünceden korkar ve diyaloga tahammülü yoktur. Bunları yazarken ifadesi güç bir nedamet duyuyorum. “Ortadoğu”ya yazı hazırlamam lazım. Lazım ne demek?
Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma. Cevaplarımız suallerle hudutlu. Sorulan sualler hep aynı olunca cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takati dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor. Yani hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil. Belki tek kurtuluş imkânım (tek kurtuluş imkânım derken şunu kastediyorum: Hayatı yaşanmağa layık görmeğe devam etmem), vuzuhu fethetmek: başka bir tabirle etra-fımdakilere manevî üstünlüğümü, yahut değerimi kabul ettirmek.
Nerede okudum?
Fizyolojik hususiyetlerim neler?
Bu kabil ifşaat beni rahatsız eder. Bunlar beşerî olmayan taraflar. Yani biyolojik. Şimdiye kadar yazılarımda “ben” zamirini nadiren kullandım, ifşadan hoşlansam roman yazardım. Acılarımız ve felaketlerimiz beşerîleştiği ölçüde edebiyatın konusu olabilir. .

15 Aralık 1974 OSMANLI TARİHİNİN MİRASI

Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?
Yarını inşa ederken tarihî vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?
Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal inşa edebiliriz?
Başka bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?
Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya’dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye islamiyetle kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimata kadar, gerek İslâm’dan önceki, gerek İslâm’dan sonraki Türk insanının farikaları
1- fedakârlık,
2- devletle birleşme..
Adeta uzvî, bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi.
Bu tarih Batınınkinden çok farklı mıydı?
Batı tarihini, içtimaî sınıflar izah eder. Anahtarı ferdiyettir. Kişi, yalnızlığını lonca, kilise gibi bazı topluluklarda unutmağa çalışır. Fakat ya zalimdir, ya mazlum. Batıda millet yoktur. Yoktur çünkü Roma’dan itibaren sınıflar vardır.
Patrisyenler, plepler, köleler, feodal beyler, toprak köleleri, burjuvazi, proletarya.
Her milletin içinde birkaç millet vardır. Bugüne kadar böyledir bu. Osmanlı’da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası değildir, bir hizmet vesilesidir. Batıda maddî güç yani iktisat, ezilen sınıflar için bir kurtuluş imâanıdır. Köleler (toprak köleleri) feodal beylerden para sayesinde hürriyetlerini satın alırlar.
Osmanlı İlay-i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğrunda hayatını istihkar eder. Avrupalı ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabilir.
Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği için merhamet duyar ona.
Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder.
Osmanlı’da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlının asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbalde gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu.
Osmanlı kapitalizmi yamyamlığına hiçbir zaman iltifat etmemiştir.
Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Bu itibarla yarınki cemiyeti inşa ederken kendi temayüllerimiz, yani tarihî mirasımız bahis mevzuu ise, kuracağımız cemiyet mutlaka sosyalizme benzeyen bir cemiyet olacaktır.
Kapitalizmin manivelası kârdır.
Osmanlıda kâr diye bir mefhum yok. Sonra kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline gelmesini icab ettirir…

9 Ağustos 1975 ENTELEKTÜELLİK

68 lere kadar insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık. Bugün bütün nas’ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatları tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka tecessüsü ve yaşayış sebebi kalmamış insanım.
Entellektüel, içtimaî bir sınıfın parçasıdır. Ondan ayrılamaz. Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır.
Türkiye’de içtimaî sınıflar mevcut olmadığından entelektüel de yoktur.
O halde ben de entelektüel değilim. Acaba?
Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine göre meseleleri yok mudur?
Gerçek entelektüel önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi?
Şüphesiz ki böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz. Hayatının sonuna yaklaşan bir insan olarak zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma. Daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum?
Sesim duyulur mu?
Herkes bir an önce sınıf duvarlarını yükseltmek ve kinlerini semirtmekle uğraşırken kimse beni dinler mi?
Meşhur bir adam da değilim. Kalabalığın benimsediği edebî bir nevi temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı, alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silahla mücehhezdir. Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair ezelden beri aşinası olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahlûk.
Osmanlı için mühim olan, ciddiyet ifade eden, uğraşılmağa değer bilgiler hudutluydu. Tefsir, Hadis, Fıkıh vs. İslam hayatın bütününü kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordu. Her şey Hindin “Sutra”larında olduğu gibi, Kuran tarafından teferruatıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi gün yatacağımız, nasıl taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok girift, çok şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi. Osmanlının karşısında kendininkine rakip bir düşünce de yoktu.
Sınıf-ı ulema neyi yıkmağa çalışacak, kiminle görüşecek, hangi yılanları boğacaktı?
Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir. Sınıf-ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sınıfın emrinde, hakikat ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı şuurlandıran bir nevi uzmandır.
Osmanlı, Avrupa’ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi yoktu.Avrupa’nın dünya görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak şerhler ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu. Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa’nın anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş bir düşünce de yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da. Entellektüel batılı bir hayvandır.
AYDINLA ENTELEKTÜEL AYNI KİMSE MİDİR?
Hayır.
Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı, ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir.
Aydın ne mazisini bilir, ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Yaşayıp yaşamadığı halkın umurunda değildir. Bizde bu kelime sadece okur yazar manasınadır. Kendini küçük görür. En ciddileri ya Marx’in tebasıdırlar, ya Muhammed’ sallallâhü aleyhi ve sellemin tekrarlayıcısı. Mustağrip veya mustarip. Türk’ün düşünebileceğine inanmazlar. ,
Batının en adi düşünce simsarı mukaddesdir onlar için. Oysa entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel, dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır. Descartes’dan beri aklın ve idrakin cihanşümul olduğunu anlamıştır.
Şimdi, putlarını tekmelediğimiz bu rüşdünü ispat etmemiş çocuklar bizi nasıl okur?
Marx’dan veya Seyyit Kutup’tan uzaklaşmaları kabil mi?
Biliyorum ki kabiliyetlerimden çok hadiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatları pervasızca çağımın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.

Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.
JURNAL cilt 2 – Alıntı 2

1 Ocak 1978 / Saat 12.00 SAİD NURSİ İLE KENAN RİFAİ

Said Nursi ile Kenan Rifai.
Biri medrese öteki tekke.
Said’in müridi, yığın, midye gibi bir kayaya yapışmış.
Said, nasların katı ve karanlık duvarları arkasında konuşuyor. Hitap ettiği toplum yalnız hayalinde mevcut. Ama bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşiyor. Yani nurculardan önce kelam var. Anlaşılmayan, esrarengiz, çağdışı. Kabuklarına çekilen yüz binlerce insan bu sesin cazibesiyle uykudan uyanıyor. Bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbiriyle. Dallarında kuşlar cıvıldamıyor. Adsız bir uğultu.
Nur Risalelerinin bir fırtına rüzgârına benzeyen, zaman zaman heybetli, zaman zaman boğuk yankısı. Bu sahipsiz, bu unutulmuş bu tarihin dışında yaşayan kalabalığı Nur Risaleleri etrafında toplayan kuvvet ne?
Yeni bir hakikat, bakir bir düşünce, akıncı bir ruh mu?
Hayır. Said Nursi bütünüyle bir tekrardır. Gazap, tehdit ve horlayış. Ama zulmün ahmakça taarruzu bu münzevî sesi sayhalaştırmış. Laisizmin kartondan setleri birer birer yıkılmış bu sesle. Şehirle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, Batının yalanlarıyla mağlup bir medeniyetin rüyaları, arayanlarla bulanlar, tereddütle inanç., iki dünya halinde ayrılmış birbirinden. İlmin yobazları için, bu emekleyen, bu kekeleyen topluluk bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki bu kendi yüz karalarıdır. Filhakika nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin tepkisi. Nur Risalelerinin gücü, bir isyanı dile getirişlerinden. Temyizi olmayan bir mahkumiyet kararı. Derbeder, perişan, karanlık. Ama samimi ve dürüst. Şuuraltının çığlığı. Bir yanda düşüncesizlik, bizim olmayan değerler ve samimiyet yokluğu. Ötede için için kaynayan ve bir menfez arayan ihtibasa uğramış duygular. Batının tabiri ile filoneizmle mizoneizm. Tanzimattan beri yurdumuzu perişan eden illet, teceddüt aşkı. Her şeddi yıkan bu çılgın aşkın karşısına tek hisar kurulabilirdi: nurculuk, ifrat tefriti yaratacaktı ve yarattı. Bu iki zıt kutup arasında bir anlaşma zemini bulmak kabil mi?
Hiçbir mahpes sağlam bir kale değildir. Tarih mumyalanamaz.
Nurcuları deve kuşu haline getiren, aydınların anlayışsızlığı. Unutulmasın ki iman kendi kendine yeter. Her nurcu fert olarak bahtiyardır. Ama kökünden kopmak, yosunlaşmak kimseye mutluluk getirmez. Nurcular adalarında hayatlarına devam edebilirler. Onları yok farzetmek onlarınkinden çok daha vahim bir gaflettir.
Hülasa edelim. Said Nursi bir kavga adamıdır. Yalçın bir irade, sert, müsamahasız bir mizaç, sözü ile özü bir, tefekkür değil iman. Yogi ile Komiserin savaşı.
Kenan Rifai bir ondokuzuncu asır entelektüeli. Bir eski Galatasaraylı, İmparatorluğun uçsuz bucaksız coğrafyasında yıllarca dolaşmış. Geniş bir tecessüs. Büyük bir asimilasyon gücü. Zengin bir tecrübe. Bir parça Hint, bir parça Mevlana. Ve kanma bilmeyen bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus değil. Aşkı dinleştiren bir Tanrı adamı. Müslümandan çok deist. Daha doğrusu panteist. Maddecilikle zehirlenen bir çağa ancak bu esnek, bu her şeyi kucaklayan inanç sesini duyurabilirdi. Said Nursi dağbaşında vaızlar veren bir Sahyun nebisi. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştular.
Yusuf Kenan zarif bir salon adamı.
Herkesin nabzına göre şerbet vermesini biliyor.
Büyüleyici bir sesi, yakışıklı çehresi var.
Daha çok kadınları cezbedişi bundan.
Medreseden çok tekke.

3 Eylül 1978 Pazar / Saat 9.30 İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET

Zola’nın romanlarında yoksulluk bir felakettir. O cendere içinde, insanlar bayağılaşır. Hayat cazibesini kaybeder, güzel olan ne varsa yok olur.
Dosto’da yaşanabilir bir iklimdir sefalet. Alkol bir nevi emniyet supabıdır. Kaderde nisbî bir adalet: kimse çok büyük, kimse çok küçük değildir.
Orwel de Paris’in bir kenar mahallesini sergilerken Zola’ya göre daha insaflı, çok daha müşfiktir. Hayat bütün kahırlarına rağmen yaşanılmağa layık.
Okuyucu ister istemez şöyle bir sualle karşı karşıya: saadetle felaketi ayıran sınır nasıl çizilebilir?
Hepimiz sefil birer kuklayız. Tek gücümüz: intibak kabiliyeti. Çevreye uymayanlar, uyamayanlar demek istiyorum, ezilip gider.
Sartre insan hürriyetten kurtulamaz diyor, eli ayağı bağlı, hürriyet denizine atılmış. İstese de istemese de hür.
Bu nasıl bir hürriyet?
Havaya fırlatılan taşın hürriyeti. Hürriyet, vehimlerin en çılgını.
Determinizm deli gömleğinden daha insafsız: yalnız kolunuzu bacağınızı hapsetmekle kalmaz, ağzınızda da tıkaç. Determinizm, daha girift, daha esrarlı, daha âlemşümul bir gerçeğe sözde-aydmların taktığı ad. Eski Yunan, ananke, fatum, nemesis demiş bu meçhul, bu korkunç güce; Hint, karma; semavî dinler, kader.
Halk, mefhumu daha da müphemleştirmiş: felek.
Felek kim?
İblis mi, Tanrı mı?
İslamiyet kaza ve kaderi, esrarına akıl erdirilemeyecek bir sır olarak vasıflandırmış. Neyzen ne kadar haklı:“çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü”… Hayyam da aynı şeyi söylememiş mi… “Efsane söylediler ve uykuya daldılar”. Hiç kimse bir zerre aydınlık getirememiş. Efsane veya şarkı, manasını herkesin başka başka anladığı bir avuç kelime.
Bazısı güzel, kime göre?
Bazısı çirkin, kime göre?
Sükuta okunan kasideler de başka bir hezeyan: insanın hayvana özenmesi, hayvana ve maddeye. Ama bir çaresizliğin şuuru olabilir sükut, bir silahları bırakış, bir teslimiyet. Mutlak karşısındaki aczi efendice itiraf. Babam konuşmadı. Ben çok konuştum.
Ne değişti?
Hiç!
Kelimelerin müessiriyetine inanmıyorum. Milyonlarca defa tekrarlanan bu söz yığınları nota kadar bile manalı değil.GALİBA TEK KURTULUŞ İNANMAK. AMA ONDA DA HÜR DEĞİLİZ. İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET.

1 Nisan 1979 Pazar / Saat 10.00 EZELÎ BİR ŞİFADIR ALDANMAK

Vehimlerin yaprak yaprak döküldüğü her geçen yıl biraz daha kaditleşir ağaç. Çocuk, istikbale taşan bir ümitti, yıllarca yetiştireceğim diye çırpınıp durdun. Ne oldu?
Hint’e gömdün rüyalarını. Cehennemde bir gül bahçesi yaratmak istedin. Tanıdığın ve tanımadığın dostlara buyrun diyebileceğin bir gül bahçesi.
Ne oldu?
Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı?
Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillah Therese için, Kitab-ı Mukaddes, ikisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Therese, Kilise’nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara, İslâmiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında. Hiç kimse Babil kulesine söz geçirememiş. Kilisenin nasları kocakarı hikâyesinden daha çürük çarık. Ama bir Pascal, bir Lamennais, hatta bir Dosto benimsemiş masalları, insanoğlunun budalalığı korkunç ve hudutsuz.
Eflaki Dedenin anlattığı menkıbelerle sosyalizmin inşa ettiği tarih aşağı yukarı aynı.
Hakikat nerede?
Bir zamanlar Descartes’lara, Büchner’lere, Nordaulara inanırdım. Şimdi… şüpheden bile şüphe. Acz-i mutlak tesellisine bile sahip değiliz. Hiçbir şey mutlak değil. Keşiş Meslier yıllar yılı vaazler vermiş. Çevresindeki bütün itibarî yalanları yüzde yüz benimsemiş, tekrarlamış, kökleştirmiş. Ama her akşam isyan ve acılarını kağıda dökmüş. Ne kadar haklı. Her düşünen bir parça keşiş Meslier’dir. Konuşmayan bir keşiş Meslier.
Düşündüklerimizin ne değeri var?
Başkalarını tedirgin etmek için sözde-hakikatlarımızı haykırmak, terbiyesizlik.
Celalettin büyük bir insan.
Herkes öyle diyor. Yüzbinlerce talihsiz eteğine yapışmış üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine?
Tanıyor musun ki?
Hayır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi tanımıyorum.
Tanıyanlar tanıyor mu ki?
Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı’ya göre, üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran hür-endiş bir düşünce adamı.
AYNI GÖLPINARLI’YA GÖRE, ŞEMSETTİN TEBRİZÎ İLE SODOM’UN YÜZ GÜNÜNÜ YAŞAMIŞ, MEZHEPSİZ, MUKADDESATSIZ BİR SAPIK, 13. YÜZYILDA BİR MARKİ DÖ SADE. SOHBETLERİNDE BUNU SÖYLEYEN GÖLPINARLI, KİTAPLARINDA BAŞKA TÜRLÜ KONUŞUYOR.
HANGİSİNE İNANACAĞIZ?
EFLAKİ DEDE ÜSTADIN KERAMETLERİNİ KİTAPLAŞTIRMIŞ.
AYNI İNSAN HEM VELİLER VELİSİ, SULTANLAR SULTANI., HEM ŞEYTAN.
Celalettin’i geçelim. İsa Peygamber, bazısına göre tenperver ve sapık bir serseri, bazısına göre Allah’ın oğlu, insanlığın ezelî günahını bağışlatmak için çarmıha gerilmiş. Bu zıt hükümlerin hepsine birden doğru demek mümkün mü?
Nordau da bir çok meslekdaşları gibi mistisizmi akıl hastalığı sayıyordu.
Nordau kim?
Adını bilen bin kişi ya var ya yok. Mistikler, Hefmes’ten bu yana insanlığın büyük bir yekûnunu kaz gibi gütmüşler.
Hakikatin ölçüsü ne?
Müritlerin sayısı mı, inandırma gücü mü?
Hallaç divane miydi, dahi mi?
Muhiddiin İbn Arabi, Sühreverdi, İbn Bâce, İbn Rüşt, İbn Sina., onları anlayamıyorum. Anlayamayacağım da.
Anlasam ne olur?
O kadar derin bir cehaletle bu adamlara dil uzatmak düpedüz edepsizlik. Herkes bir mukaddese sarılmış. Mukaddeslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin?
Teklif edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx., tezatlar içinde çırpınan birer divane.
Neyi aydınlatmışlar, kime göre aydınlatmışlar.
Zavallı Fikret! “inan Haluk, ezelî bir şifadır aldanmak” demiş.
GALİBA TEK DOĞRU SÖZ BU.

21 Ekim 1980 / Saat 15.30 OSMANLIDA FİKRÎ FAALİYET

Cevdet Paşa’nın hayatında iki facia var. Biri yabancı dil öğrenememesi. Medresenin ciddi disiplininden geçen, çalışkan, ağırbaşlı devlet adamı, topraktan biten mantarlar gibi çevresini saran zıpçıktı intelijansiyadan nefret eder. Merhaleleri birer birer geçmemiş, her basamağın çilesini ayrı ayrı çekmemişlerdir. Fakat bağırıp çağıran ve küçük dağlan biz yarattık diye haykıran onlardır. Paşa’nın içine şüphe düşmüştür. Kendi değerinden şüphe, putlarından şüphe.
Hayatının ikinci faciası, fikir adamını can evinden yaralamıştır. Encümen-i Daniş tarafından 1776′dan 1825′lere kadar Osmanlı tarihini yazmağa memur edilen Cevdet, giriştiği için ne güç, ne mesuliyetli bir teşebbüs olduğunu çok geç anlamıştır. Zira kendisinden istenilen Tanzimatın müdafaasını yapmaktır. Tanzimatın temeli ise, Yeniçerilerin ilgasıdır. Paşa bu asırlık ocağın imhasını nasıl alkışlayabilir?
Tarih, ilk ciltten son cildine kadar 1826 katliamını mucip sebeblere dayamak endişesini güder. Cevdet Paşa bu metin müdafaaname’yi gönül huzuru ile kaleme alamazdı. Nitekim Sadullah Paşa’ya yazdığı mektupta zamirini ifşa etmektedir. Hülasa, Paşa’nın trajedisi, kişi olarak, takdis ettiği değerlerden kuşkulanmak zorunda kalması, tarihçi olarak, ömrünün en büyük eserine temel olarak aldığı Yeniçeri katliamının isabet ve hakkaniyetine itimat etmez olmasıdır. Yine geçelim…
Cevdet Paşa ile Namık Kemal arasında, ailenin biraz farklı kollan da var. Mesela Ahmet Midhat. Bir yanı ile Cevdet, bir yanı ile Kemal. Ama daha çok Cevdet. Mesela Suavi, Cevdetten çok Kemal. Demek ki kök aile Cevdet-Kemal ikilisi.
Yalçın Küçük, zeki, taşkın, deli dolu bir 1980 Namık Kemal’i. Daha önce de söylemiştim,. Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış. Giderek yaratıcı bir iş olmaktan çıkmış fikrî faaliyet. Soğuk ve sıkıcı bir onanizm haline gelmiş. Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan ibarettir.
Ya açılanların?
Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak… yani kendisi olmaktan çıkmak. Yalçın Küçük, Türk aydınının ayırıcı vasfını tek sözde vurguluyor: mütercimlik.
Filhakika bizde münevver, Yunan istiklalinden sonra cemiyet sahnesine çıkar. Çünkü uşaklarımızdan vazgeçip milletlerarası münasebetlerde aracılık yapmak Türklere düşmektedir. Tercüme Odası, yeni intelijahsiyanın döl yatağı. Daha önce söylemiştim: İsmail Habip’in Teceddüt Edebiyatı Tarihi, Fransızca bildikleri vehmedilen yazarların genişçe bir fihristinden ibaret. Galiba Lastik Said söylüyordu: “Üdebâ-yı hâzıra’nın başta gelenleri hep Tercüme Odasından yetişmiştir”.
Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kaybetmek, her hangi bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı insanının ezelden beri alışmış bulunduğu bir hal. Diyebiliriz ki, bütün Şark’ın nasibi tefsir ve şerh çemberleri içinde hüner göstermek. Tanzimattan sonra, Arapça ile Acemce’nin yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, bakir ve akıncı bir düşüncenin taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuşmağa başladığı zaman, İslam düşüncesi hamle kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat kapısı kapanmıştı. Her şey bid’at sayılabilirdi. Bir Simavnalı Bedrettin araba izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.
Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yanlız şiirdir. Şiir, müphemin yani musikinin ülkesi.
Fikir olmadığı için nesir de yoktur. Tanzimattan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan Batı’ya çevirir yüzünü.
Yeni ne söyleyecek?
Söylenenlerin kaçta kaçından haberdar?
Anladım sandıklarını ne kadar anlayabilir?
Tercüme Odası uşaklara yani robotlara lüzumlu olan mefhum ve cümleleri aşılamağa mahsus bir müessese, istenilen, belli emirleri getirip götürmek. Yani düpedüz bir taşıyıcılık. Paket taşıyıcılığı. İçindekileri aşağı yukarı bilseniz yeter.
Evet, bir asırda az çok başardığımız, paketin muhtevasına nüfuz etmek, taşıdığımız nesneleri evirip çevirmek, biraz daha içlerine girmek.
Sonra meşhur facia: harf ve dil devrimi.
Haydi, her şeye yeni baştan soyun!
Birikim yok.
Bu beyin ameliyatları ölümle neticelenmezse, ne zaman, hangi bahtiyar şartlar içinde yeniden öğrenmeye başlayabileceğiz?
Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.





Hiç yorum yok: