Bizi bu karşılıksız ve ihtiraslı aşk yıktı. Gözümüze sanki bir perde indi. Ne önümüzü görebildik, ne de düşmanımızı. Bir maymun gibi taklit etmekle herşeyi halledeceğimizi zannettik. Sonunda sirk maymunu yaptılar bizi. Çünkü zaaflarımız vardı. Hep onlar gibi olmak istedik. Batılı gibi. Medeni, Batılı desinler dedik. Hiç araştırmadık, üzerinde kafa patlatmadık bu gidişin sonu için. Çocukça bir inatla hep olsun diledik. Aslımızı inkar ettik, hokkabaz gibi kılıktan kılığa girdik, şimdi Batı alkış tutuyor ve biz oynuyoruz.
Yazımızı Said Halim Paşa’nın ‘Buhranlarımız’ isimli muhteşem kitabına ayırdık. Osmanlı’daki Batılılaşma meselesini çok güzel analiz eden Paşa, nerede hata yaptığımızı ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Kitap, Osmanlı aydınları için yazılmıştı fakat o yıllardan bu zamana kadar devletin isminin ve sınırının dışında değişen hiçbir şeyin olmadığından, kitap halâ tazeliğini korumaktadır. Kitapta da işaret edilen yanlışlar devam ettiği müddetçe de değişecek bir şey yok gibidir. Batılılaşma meselesinin özüne ulaşmak isteyenlerin kitabı okumasını tavsiye ederim. Bakın Paşa neler yazmış:
Bizim, şimdiye kadar hiçbir ıslahatın icrasında muvaffak olamayışımız, daimi olarak, bizce yapılması zararlı olan, yahut yapılmasına imkan olamayan şeyleri yapmak istemiş olmaklığımızdan ileri gelmiştir. İşte asıl ve tek sebep budur.
Düştüğümüz bu meşum (uğursuz) hata işte şudur: Biz, memleketimizin mesut olması için,Avrupa kanunlarını tercüme etmenin kafi geleceğini zannettik. Bu kanunların bizde kabul ve tatbik olunabilmesi için yapılacak birkaç değişikliğin yeteceğini hayal ettik. Meselâ: Adalet sistemimizi ıslah etmek için Fransa adalet sistemini esas aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine asla benzemeyen aslı ve menşei, ruh hali, adetleri ve gelenekleri, irfanı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok çeşitli bulunan bir toplumdu.
Fransız adalet sistemi mükemmel oluşu ile bizi cezbetti. Bu da, bizce kabul olunması için kâfi (yeter) görüldü. Halbuki kimse, Fransa’ya hiçbir şekilde benzemeyen bizimki gibi bir memleket için bu sistemin uygun olup olmadığını düşünmedi. Bu tarzda icra eyleyeceğimiz (uygulayacağımız) adliye ıslahatının da bunca seneler çalıştıktan sonra malum şekilde ve hiç derecesinde neticeler vermesi şaşılacak bir şey değildir.
Bütün fenalıkların asıl sebebi bir tanedir. Bu sebep, “ecnebi kanun ve müesseseleri kabul ve ithal ettiğimiz takdirde “yenilik ve terakkiye mazhar olacağımıza inanmak” hatasıdır. Fikrimizce bütün fenalıkları doğuran, batı medeniyetini anlamadan taklit edişimizdir. Cemiyetlerin tekamülü kanununa hakkıyla vakıf olmadığımız içindir ki, milletlerin kanun ve nizamlarını ve anayasalarını aynen alırsak, bütün işlerimizde ve idarede onlar kadar gelişmeye ulaşacağımıza inanıyoruz. Ne yazık ki bizim aydınlarımızdan pek çoğu, bir milletin layık olduğu saadetin derecesini Batı’ya olan benzerliği ile ölçüyorlar. Batılı milletleri ne kadar çok taklit edersek o kadar mesut olacağımıza inanıyorlar. Halbuki bizim bu şekilde garp milletlerini taklit etmemiz kendi şahsiyetimizden, mazimizden, âdet ve inançlarımızdan ve adeta varlığımızdan sıyrılıp çıkmamızdan başka bir mana ifade etmez.
Cemiyetlerin zaruri ihtiyaçlarını dikkate almayan kanunlar, bu ihtiyaçların baskısı ile şekil değiştirmeye mahkumdur. Aydınlarımızı bu kadar büyük hatalara düşüren şey şudur; Onlar memleketin siyasi vaziyetini istedikleri gibi değiştirmekle, içtimai durumunu da değiştirmeye muvaffak olabileceklerini zannettiler. Siyasi müesseselerde olduğu gibi, içtimai faaliyetlerimizde de hayranlık marazına duçar olduk. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirine karıştıran ahlak anlayışımız garip bir sarsıntıya uğradı. Bu yüzden biz, adab ve ahlakımıza, geleneklerimize ve pek selim, pek afif ve pek insaflı olan “Osmanlı şahsiyeti”mize karşı husumetimizi ilan ettik. Osmanlılığın esaslarını zayıflatmak için şiddet kullanmaktan kendimizi alamaz hale geldik.
Bizler artık, kendi millî esaslarımızın korunması gerektiğini, cemiyetimizin daima bu esaslara dayanmış olduğunu, bundan sonra da bunlara dayanmayacak olursa yıkılıp mahvolmaya mahkum bulunduğunu anlamış bulunuyoruz.
Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acayip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküşler de ancak örf ve âdetlerin değişmesi ile olur. Bunu idrak etmenin zamanı da artık gelmiştir. Hakiki bir yenileşme zamanla meydana gelir. Öyleyse biz de şahsi kanaat ve arzularımızın tesiriyle alelacele meydana gelen yeniliklerden kaçınmalıyız.
Memleketin içine düştüğü fena durumu gidermek için başvurduğumuz tedbir ve vasıtalar isabetsiz olmuştur. Bu isabetsizlik ise, fenalığın çeşidini, mahiyetini ve gerçek sebeplerini anlayamamış olduğumuzun en kuvvetli ve açık delilidir. Garptaki cereyanlara kapılarak yaptığımız ve ilerlemeyi hedef alan çalışmalarımızın neticesiz kalmasının sebebi, garp medeniyetini doğuran esas ve sebeplere vakıf olamayacak kadar yanılmış bulunmamızdır.
Batı hayranı olan bu mütefekkir sınıfın zihniyeti, kendisine üstad tanıdığı, Batı zihniyetine hiçbir bakımdan benzemez. Bunlar kendi memleketleri hakkındaki kötümser ve yıkıcı tenkitleri ile temayyüz ederler. Tenkitleri, izah ve ispat edemedikleri için itham, anlayamadıkları için de inkar doludur. Bunlar mevcudu ve yaşayan gerçeği bilmezler; fakat nasıl olmamız gerektiğini öğretmeye kalkarlar.
Said Halim Paşa
Said Halim Paşa (1863-1921), Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. 1913′de ilk önce Hariciye Nazırlığına daha sonra da Sadrazamlığa getirildi. 1914′te I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Said Halim Paşa’nın hâkimiyeti azalma başladı. Rusya’ya karsı Almanya ile bir anlaşma yapıldı. Said Halim Paşa’dan habersiz olarak İttihadcıların ileri gelenlerinden Enver Paşa’nin gizli çalışmaları neticesinde, iki Alman gemisinin Karadeniz’e girmesi ve ondan sonra da bilinen gelismelerin meydana gelmesi neticesinde, Osmanlı Devleti kendisini harbin içinde buldu. Bu olay üzerine Said Halim Paşa istifa ettiyse de gerek nazırların ve gerekse Padişah’in ısrarları üzerine istifasını geri aldı. Fakat gittikçe İttihat Terakki ile araları açıldı. Nihayet Hariciye Nazırlığı’nı kendisinden aldılar. Mühim konularda da kendisine danışılmaz oldu. Buna tahammül edemeyerek sıhhi sebepler ileri sürdü ve istifa etti (1917). Harp mesulü olarak takibata uğradı ve sorguya çekildi. Malta adasına sürüldü (1919). 1921′de tahliye edilmesi üzerine Sicilya’ya geçti. İstanbul’a dönmek istediyse de hükümet buna müsaade etmedi. Bunun üzerine Roma’ya geçti ve orada bir Ermeni tarafından öldürüldü (6 Aralık 1921). Naşı İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmut türbesi haziresine defnedildi.
Usta Yazar Cemil Meriç Batılılaşma Hareketlerini Stockholm Sendromuna
Benzeterek Şöyle Özetler: Irzına Geçen Zorbaya Aşık Olan Aptal Kadın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder