HABERTÜRK'ün dünkü manşetinde okumuşsunuzdur: Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi soyulmuş, hırsızlar elyazması Kur'anlar'ı, cüzleri ve tezhipli fermanları alıp götürmüşler...
Neredeyse 40 sene öncesinden bildiğim Özbekler Tekkesi, dinî ve tasavvufî bir mekân olmaktan ziyade bir kültür merkezi idi. Tekkenin caddeden görünmeyen bahçesinin arka tarafındaki tevhidhanede belli zamanlarda toplanılır, Özbek pilâvının ardından sohbetler ve musiki, özellikle de dinî musiki yapılırdı.
Meselâ, dinî Türk Musikisi'nin bugün en kıdemli ve en yetkin ismi olan Nezih Uzel, bildiği hemen hemen herşeyi tekkenin son şeyhi Necmeddin Özbekkangay'dan ve Necmeddin Efendi'nin etrafındaki kültür çevresinden elde etmiştir. 70'li senelerin sonundan itibaren bazı geceler Özbekler'de yaptığım musiki kayıtları, özellikle de Kâni Karaca'nın sesinin en güzel olduğu dönemdeki icraları, bu sanatın zirvede bulunduğu son döneminin en nâdir örnekleridir.
ÇANKAYA'NIN İLGİSİ
Soygun haberini dün manşetten duyurmamızın ardından elli küsur senesini Özbekler Tekkesi'ne vermiş olan Nezih Uzel'in öğleden sonra Cumhurbaşkanlığı'ndan aranması, gereken herşeyin yapılması için yetkililere talimat gönderildiğinin bildirilmesi iki bakımdan memnuniyet vericidir: Devletin zirvesinin İstanbul'un böylesine önemli bir kültür mekânına gereken önemi verdiğini, hem de adında "tekke" kelimesinin bulunduğu yerlerden mutlaka uzak durulması şeklindeki yanlış kanaatin son bulduğunu göstermesi bakımından.
Ama, işin başta olmak üzere bir başka tarafı daha var:
Şehrin göbeğinde zaten tek-tük kalmış olan yeşil alanların bazı açgözlü müteahhitlerin iştahını nasıl kabarttığını, şehir sâkinlerinin rahatça nefes alabildikleri böyle az sayıdaki yerlere ne şekilde musallat olduklarını bilirsiniz. Her zaman kazananın da, gözü doymayan taraf olduğunu eminim farketmişsinizdir...
Aynı iştah, birkaç seneden buyana İstanbul'da Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olan tekke binalarına yöneldi! Nerede büyük, şık ve işe yarar bir yapı varsa dernek, vakıf yahut grup adını takınan topluluklar gözlerini oraya dikiyor, mekânı ele geçirebilmek için birbirlerini yiyorlar. Mekân hele restore edilip yepyeni hâle getirilmiş ise mücadele daha da şiddetleniyor, işin içine milletvekillerini yahut bakanları da koyuyorlar ve kim daha güçlü çıkarsa bina ona tahsis ediliyor! Sonrası ise mâlûm, gel keyfim gel...
YANGIN YAHUT SOYGUN!
Ve bu arada daha büyük bir facia yaşanıyor, restore edilmesine karar verilen binalar önceden her nedense ya yanıyor yahut soyuluyor! Örnek mi istiyorsunuz, buyurun: Vakıflar'ın eski eser anbarı olarak kullandığı ve 1997 Mayıs'ında bir gece küle dönen Yenikapı Mevlevîhânesi, içindeki tarihî eserlerin de gûyâ tamamının yanması, aynı günlerde Cihangir'deki Kadirîhâne'nin tutuşması ve aylarca "Bilmemne vakfına verip ebru müzesi mi yapalım, yoksa suluboya sergisinin mekânı mı olsun?" diye tartışılan ve nihayet geçen hafta sonunda Özbekler Tekkesi'nin talan edilmesi...
Kural, şu: Restore edilecek olan bina restorasyon öncesinde depo olarak kullanılıyorsa mutlaka yanıyor, yok eğer müze haline getirilmesine karar verildi ve sergilenecek objeler de nakledildi ise soyuluyor!
Beni senelerden buyana korkutan bir başka mekân ise, Galata Mevlevîhânesi... Kültür Bakanlığı'nın seneler süren bir restorasyondan sonra mükemmel hâle getirdiği Mevlevîhâne binasını ele geçirebilmek maksadıyla şimdilerde öyle kulisler, öyle teşebbüsler yapılıyor ki, tahmin bile edemezsiniz...
Allah, Şeyh Galib'in mekânını böyle açgözlülerin şerrinden korusun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder