18 Mart 2013 Pazartesi

Adı selefi, özü hârici!/ MESUT ÇEVİKALP


11 Mart 2013 / MESUT ÇEVİKALP
Arap Baharı rüzgârıyla önce Libya, ardından Suriye ve Mali’de gün yüzüne çıktılar. Kendilerini ‘Selefî’ olarak adlandırsalar da eylem ve tarzlarıyla geleneksel akımdan ayrışıyorlar. Temeli bulanık, hedefi meçhul, neticesi İslam’a dokunan gölge savaşçılara mercek tuttuk.

Kuzey Afrika ile Ortadoğu’da yüzyıllık baskıcı rejimleri yaprak gibi savuran Arap Baharı, fırsatlar kadar yeni ‘tehditler’ doğurdu. Devlet otoritesinin zayıflamasıyla oluşan kargaşa ortamından faydalanarak ‘derin’ uykularından uyanan yeni aktörler sahnede yer kapma mücadelesine girişti. Önce Mısır, ardından Libya ve Suriye’de gün yüzüne çıkan ‘Selefîler’ bu yeni aktörlerin önde gelenlerinden. En son Mali’de (Mart 2012) ortaya çıkan Selefîler, yönetim boşluğundan faydalanıp kısa zamanda neredeyse ülkenin yarısını silah zoruyla zapt etti. Başkent Bamako’ya yöneldiklerinde BM destekli Fransız askeriyle karşılaştılar. İlk raundu Batı destekli Fransa askerleri kazansa da bölgede devam eden hafif çatışmalar Selefîlerin silaha sarılmak için uygun ortamı beklediğini hissettiriyor…
Selefîler, aynı tehditkâr tavırlarını Libya, Mısır ve Suriye’de de koruyor. Libya’da, Kaddafi rejimine karşı savaşırken elde ettikleri silahları seçimle gelen yeni hükümetin isteğine rağmen bırakmaya yanaşmıyorlar. Hatta yer yer yeni siyasete silahla yön vermeye çalışıyorlar. Mısırlı Selefîler de Hüsnü Mübarek sonrası için ittifak kurdukları iktidardaki ‘Müslüman Kardeşler’le sorun yaşamaya başladı. Yeni anayasadan rahatsızlar. İskenderiye gibi güçlü oldukları bölgelerde karşıt gruplarla silahlı çatışmaya girmekten çekinmedikleri görülüyor. Selefî Vatan Partisi altında birleşen Mısırlı Selefîler, Müslüman Kardeşler’den çıkan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi açıktan hedefe koyuyor. Suriye’deki Selefîler acımasız savaş tarzlarıyla taşındı gündeme. Muhalif kanada sonradan eklenmelerine rağmen cephede sınır-usul tanımadan, başına buyruk hareket etmeleriyle (boğaz kesme gibi) öne çıktı. Daha bugünden muhaliflerin çatı konseyinin (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu) kontrolüne girmeyen Selefîler yarının Suriye’sinde rol kapma arzusunda olduklarının mesajını veriyor. İsyan dalgasının vurduğu Tunus, Yemen, Cezayir cephesinden de benzer mesajlar geliyor son günlerde…
Üç yıl gibi kısa sürede Suriye’den Mali’ye kadar uzanan bu yeni ve gizemli Selefî eksen Batı başkentlerinin de gündeminde. Prestijli düşünce kuruluşları, Arap Baharı rüzgârıyla yelkenlerini doldurup sahada hızla ilerleyen bu grubun motivasyon, hedef ve zaaflarını irdeliyor. Beşşar Esed sonrasında Suriye’deki Selefîlerin ülkeye yerleşmesi hesap edildiğinde yakın gelecekte Türkiye’nin bu ‘gölge savaşçılarla’ sorun yaşayabileceği öngörülüyor. ‘İslam adına’ savaştığını iddia eden Selefîleri uzmanlarla konuştuk.

Yeniden filizlendi
‘Selefîye’ veya ‘Selefî’ aslında yeni bir hareket değil. Hicrî 3. yüzyıl başlarında beliren Selefîliğin ana kaidesini, Kur’an ve sünnette belirtilen esaslara, akıl, rey ve hiçbir tevile başvurmadan, olduğu gibi inanmak oluşturuyor. İlk dönem İslam hayatını yaşamaya azmeden Selefîler, İmam Ebû Hanife başta olmak üzere mezhep imamlarının ortaya koyduğu tüm hükümleri reddediyor, yoruma karşı duruyor. Evzaî, Süfyan es-Sevri ve Süfyan ibn Uyeyne gibi erken dönem hadis ve riyazet ehlinin başını çektiği akım, gelişen kelâm ve tasavvufun karşısında fazla ömürlü olmadı. İnananlar sorgulamanın ibadeti derinleştirdiğini fark etti. Hicrî 7. yüzyılda İbn Teymiyye ile talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye Selefîliği yeniden diriltmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Yüzyıllar sonra Arap Yarımadası’nda biraz da dönüşerek yeniden filizlendi. Muhammed ibn Abdülvehhab adına izafeten Vehhabîlik diyerek Selefîliği yeniden diriltti. Arabistan’da kök salan hareket Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın önderliğinde Mısır’a geçti. Mısır’da Arabistan Selefîliği hayli değişti, hareket ‘Yeni Selefîyye’ diye anıldı. Bu yüzyıldaki İslamî hareketlere damgasını vuran Cemaleddin Afganî, Muhammed İkbal ve Türkiye’de belli ölçülerde Mehmed Akif Ersoy da Yeni Selefîliğe taraftar oldu. Özellikle İhvanü’l-Müslimîn Hareketi (Müslüman Kardeşler) ile Pakistan’daki Ebû’l-Alâ el-Mevdûdî’nin katkısıyla İslam âleminin zihin, düşünce altyapısı Yeni Selefîlik’ten etkilendi.
20. yüzyılın başında Batı dünyasının ezici üstünlüğüne son vermek isteyen İslam âleminde çeşitli ‘kurtuluş’ hareketleri oluştu. Selefîye de bu hareketlerden biriydi. Milliyetçilik veya modernizm hareketlerinden farklı olarak daha dâhilî, İslamî olmasından dolayı kabul de gördü. Bu dönemde Selefîler Müslümanların öz İslam’a dönerek Batı’yı alt edebileceklerini savunuyordu. Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) Hareketi’nin kurucusu Hasan el-Bennâ bu akıma yön veren Selefî önderlerden biriydi. 1939’da Hasan el-Benna’nın ‘Selefî çağrı, Sünni yol, Sufi hakikat, siyasî teşkilât, atletik cemiyet, bilgi ve kültür birliği, ekonomik işbirliği ve sosyal fikir’ şeklinde tarif ettiği İhvan, gerek Mısır’ın iç siyasi gerekse İsrail-Mısır gerilimi ile İsrail-Filistin sorunundan etkilendi, ilk dönem Selefîlerin bid’at gördüğü siyasete bulaştı. İsrail’in Ortadoğu coğrafyasında varlığını genişletmesi antisiyonist İhvan’ın siyasileşmesinde büyük rol oynadı. Aynı dönemde Selefîliğin Pakistan coğrafyasındaki kalesi konumunda olan Cemaat-ı İslamî de benzer hâricî müdahalelere tepki olarak siyasileşti. Cemaat-ı İslamî, programını İslamî ilimler alanında bu yüzyılın yetiştirdiği mümtaz şahsiyetlerden Ebu’l-Alâ el-Mevdudînin öğretisi üzerine kursa da, önce Hind-Müslüman savaşları, ardından ABD’nin Afganistan işgalinden etkilenerek siyasileşti ve sertleşti. Bu dönemde hâricî düşmanlarla savaşmak, arzu edilen ‘şeriat devletine’ uzanan bir yol olarak görüldü. Hâlbuki Mevdudî, İslam’da ahlak, iman, hukuk ve siyaseti birbirinden ayırmadan, sosyal yapıda iman, ahlak ve kültür sahalarında bir inkılap gerçekleşmedikçe gerçek İslam devletinin kurulamayacağı fikrini savunuyordu.
 İhvan yolunu ayırdı
İhvan’ın kurucu lideri Hasan el-Bennâ Şubat 1949’da ‘hükümetin göz yumduğu’ bir suikast sonucu Kahire’de şehit düşünce hareket silahı da mücadelenin bir gereği olarak görmeye başladı. Aynı paralelde Keşmir’de artan Hind baskı ve şiddeti karşısında Cemaat-ı İslamî de silaha sarılan gruplara ses çıkaramadı. Yeni Selefîler 1950’lerde erken dönem Selefîlerin bid’at gördüğü silah ve siyaseti enstrüman olarak kullanmaya başladı…
Ancak Suriye-Mali ekseninde ortaya çıkan ve kendilerini ‘Selefî’ diye tanımlayan savaşçılar, ne ilk dönem Selefîye ile ne de İhvan çerçevesinde güçlenen Yeni Selefîye akımlarıyla örtüşüyor. Cephede her türlü yolu mubah gören bu gruplar söylem bakımından Yeni Selefîlik’ten beslense de icraatları bakımından çok farklı olduklarını ortaya koyuyor. El-Kaide ile yakın işbirliği içinde olan, onların taktikleri ile asimetrik savaşan bu ‘radikal’ Selefîlerin öncelikleri silah ve savaş. Arap Baharı rüzgârı ile girdikleri Mısır, Libya, Mali gibi İslam ülkelerinde, kendileri gibi olamayan hükümet veya örgütleri hedefe koyup yok etmek için savaşıyorlar. Bu doğrultuda, yer yer Müslümanlara kurşun sıkmaktan (Suriye ve Mali’de olduğu gibi) geri durmuyorlar. İslamî hareketler üzerine çalışan uzmanlar Selefî söylemiyle ‘katı şeriat devleti’ni tesis amacıyla savaşan bu radikal grupları ‘Selefîye’den ayrı tutuyor.
Mısır’dan yeni dönen Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Ortadoğu uzmanı Osman Bahadır Dinçer, ilginç bir noktaya temas ediyor. Mısır Selefîliğinin kalesi konumundaki İhvan’ın seçimler öncesinde Selefîlerle ittifak kursa da radikalizme kayan bu gruplarla siyaset zemininde çalışamayacaklarını anlayarak yolarını ayırdığını söylüyor: “Mısır, Libya ve Mali’de beliren radikal Selefîleri kökü 3. yüzyıla dayanan Selefî anlayışıyla bir tutmak mümkün değil. Kendi aralarında birçok gruba ayrıldıkları da unutulmamalı. Arap Baharı’yla oluşan kargaşa ortamından faydalanarak kendinden söz ettiren radikal yapı dünya gündemine otursa da aslında epey azınlıkta. İçlerinde ‘cihat’ için samimi savaşan, cahil savaşçılar olsa da lider kadrosunun bilerek veya bilmeyerek dış güçlerin tesiri altında olduğunu görüyorum. Cihat diye savaştıklarını söylüyorlar ama eylemleri ‘düşmanlarının’, küresel güçlerin işine yarıyor! Hem İran’ın çok işine yarıyor hem İsrail’in… Bu yeni yapıyı üstü örtülü destekleyerek (silah-para) yönlendirdiklerini düşünüyorum.”
İran, İsrail ve Arabistan kullanıyor
Mali’de El-Kaide eylemcileriyle birlikte Bamako hükümetine karşı savaşan radikal Selefîler, bölgenin eski sömürgecisi Fransa’ya arka bahçesine geri dönüş bahanesi sağladı. Kuzeyden güneye doğru ilerlerken önlerine çıkan tarihî cami, türbe ve el yazmalarını (özellikle tarihî kent Timbuktu’da) tahrip etmekten geri durmayan radikal Selefîler, Müslüman bölge halkına da kurşun sıkmaktan sakınmadı. Önce Fransa ardından da ABD radikal Selefî tehdidini bahane ederek girdi yer altı kaynakları zengini Sahra Altı Afrika’ya…
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, ‘radikal, dönüşmüş Selefî’ akımını erken İslam döneminde ortaya çıkan ‘Hâricî’ dalgaya benzetiyor. Radikal yapının dünya ile birlikte İslam âleminin içinde bulunduğu kriz ortamından faydalanarak tepkisel eylemler düzenlediğini öne sürüyor: “Meşruiyet normlarının, doğrudan kontrolü sağlayan mekanizmalarla beraber aşındığı bir dönemdeyiz. Doğan boşluk, değişik tepki hareketleri üretiyor. Selefîlik, bunun örneklerinden biri. Tepkici olduğu için hem zihniyet planında hem de uygulamalarında çok katı refleksler üretiyor. Tarih bu tür hareketleri, medeniyet kurucu unsurlar olarak görmüyor. Yaşadıklarımız da tarihî tecrübeyi teyit eder nitelikte.”
Mali’de yaşananlardan hareketle ‘El-Kaide’ye benzettiği radikal Selefîlerin eylemleriyle Fransızların müdahalesini kolaylaştırdığını anlatıyor. “İslam’a dayandırdıkları uygulamalar, kontrol ettikleri bölgelerde ahaliyi rahatsız ettiği için de Fransız ordusu yerel halkın ciddi tepkisiyle karşılaşmadı.” Dinçer gibi Okur da, Afrika ve Ortadoğu’yu istikrarsızlaştıran Selefîler’in İran ile İsrail’i mutlu ettiğini vurguluyor: “Söz konusu ‘tepkici’ Selefîlik her iki ülkeye farklı bağlamlarda fayda sağlıyor. Hem değişik kriz bölgelerinde stratejik anlamda İran ve İsrail’in çıkarlarıyla ters düşmeyen adımlar atıyorlar hem de mensubiyetlerini yıpratarak Ortadoğu’daki ‘fikirler savaşı’nda bu ülkelerin ellerini güçlendiriyorlar. Sünnilik deyince akla ilk önce Selefîliğin geldiğini düşünün. İran ve İsrail politikalarını eleştirirken dayanacağınız ahlaki zeminin hayli inceldiğini göreceksiniz.”
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Danışmanı Doç. Dr. Mehmet Şahin, rejim isyanlarını Suriye gibi ön cephelerde karşılamaya çalışan İran’ın Selefîlerden etkin yararlandığını doğruluyor. Listeye Arabistan’ı da ekliyor: “18. asırda Suudî Arabistan’da ortaya çıkan Vehhabîlik bir bakıma İbn Teymiyye Selefîliğine dayanır. Elbette Yeni Selefî akımla arasında büyük benzerlikler var. Suud rejimi bu bağ üzerinden hareketle, ortaya çıkan radikal Selefîleri destekliyor. Çünkü onlar üzerinden sınır ötesinde, Afrika’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada varlık gösteriyor.”
İslamî hareketler uzmanı Fuad Ferhavi, Afrika’ya sirayet eden yeni radikal yapının bölgeden kolayca temizlenebileceğini düşünmüyor. Faslı Ferhavi, sahaya ağır silah ve yüklü parayla giren yabancı savaşçıların yerel örgütleri etkilediğini vurguluyor. Mali gibi çoğu Afrika ülkesinde bugün varlık gösteren Selifîlerin geçmişte ilim ve hayır işleriyle uğraştıklarını, silahlı çatışmaya giren yeni yapının bir kısmının dışarıdan geldiğini, bir kısmının da bölgede yaşanan çatışmalardan etkilenerek tavır değiştirdiğini belirtiyor. “1990’larda Cezayir ülke içindeki silahlı örgütlere karşı ciddi operasyonlara girişti. Orada barınamayan eylemcilerden bir bölümü Mali’ye geçti. Ancak aradan geçen 20 yılda eyleme girişmediler, sessizce beklediler. Arap Baharı vesilesiyle bölgeye gelen yabancı savaşçılar bu uyuyan hücreleri de uyandırdı. Aynı yabancı savaşçılar bölgede eski İslamî örgütleri de (Ensar El-Din, İslamî Mağrip El-Kaide, Batı Afrika Birlik ve Cihad) etkiledi. Bazı örgütlerden savaşçı da devşirdiler. Zira ellerinde ağır silah, para var.”

El Kaide’nin yerine geçecekler
Gelinen noktada, radikal Selefîler, özünde yeni Selefîlerden miras ‘Batı karşısında zayıf düşen İslam âlemini yeniden ayağa kaldırma’ söylemiyle hareket etse de sonuç itibarıyla İslam âlemini zayıflatıp Batı dünyasını kuvvetlendiriyor. Bunun yanında Batı’da yayılan İslam karşıtlığını (İslamofobi) besliyor. İslam ve medeniyetini düşman kabul eden gruplar karalama kampanyalarında Selefîlerin şiddet görüntülerini bolca kullanıyor. Bu sayede İslam dünyasını hedef alan müdahaleler daha kolay meşrulaştırılabiliyor. Ayrıca, bölgedeki otoriter ama Batıcı yönetimlerin, yöneticilerin itibarı artırılıyor. Kısaca bir taşla çok sayıda kuş vuruluyor…
Doç. Dr. Mehmet Şahin, Selefîlerin Arap Baharı sonrasında sahada daha aktif olacağını öngörüyor. Küresel güçlerin Üsame Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra zayıflama seyrine giren El-Kaide’nin yerine radikal Selefî grupları ön plana taşımaya çalıştığını aktarıyor: “El-Kaide küresel güçlerin Asya’ya, Ortadoğu’ya girmesine zemin oluşturdu, bu durumu meşrulaştırdı. Şimdi zayıflayan El-Kaide yerine Selefîleri çıkardılar. Yeni ‘düşmanları’ üzerinden Afrika’ya girdiler bile…”
Şahin, Selefîlerin asıl Arap Baharı sonrasında daha da etkinleşeceklerine işaret ediyor. Dış güçlerin de etkisiyle patlak verecek Şii-Sünni savaşında Sünni tarafın ana silahlı grubu olacaklarını savunuyor. “Nasıl El-Kaide bir markaydı, küresel bir networktu, radikal Selefî yapı da öyle olacak. Mali’deki savaşçı ile Suriye’deki bu derin network üzerinden yönetilecek, beslenecek ve silahlandırılacak. Afrika’da, Ortadoğu’da asimetrik saldırılar düzenleyecekler. Ne yazık ki bu en çok da İslam dünyasını vuracak.”

Ali Ünal: Müslümanları, İslam’ı yaralayan tezgâh…

Selefîlik konusunu iyi bilen isimlerden biri İslamî hareketler uzmanı, Zaman gazetesi yazarı Ali Ünal. İslam, İslamî düşünce ve hareketler üzerine 30’dan fazla esere imza atan Ünal, Arapça, İngilizce ve Fransızca biliyor. Yeni Selefîlere dair ‘Neo-Selefîyye temelinde İslamcılık’ adlı makalesi ise bu alanda bir ilk niteliğinde. Ünal, İslam ve Müslümanlara karşı oyuncular değişse de hep aynı oyunun oynandığını söylüyor.
-‘Radikal Selefî’ler ne ölçüde Selefî?
‘Radikal Selefî’ dediğiniz grup, elbette önceki Selefîlerle aynı  noktada durmakta. Fakat bunlar daha çok ABD sayesinde gündeme geliyor. Nasıl dünya El-Kaide’yi ABD vasıtasıyla tanımışsa, bu en yeni Selefîleri de dünyaya tanıtan ABD oldu. Bu bakımdan bunlara ciddi itikadî, ilmî, manevî temelleri olan bir hareket olarak mı bakmalı, yoksa El-Kaide türü bir örgüt olarak mı bakmalı, bu, incelemeye değer bir mevzu.
-Silaha sarılma noktaları ne?
Mısır merkezli Selefî İhvanü’l-Müslimîn hareketi zamanla kendi içinden yeni hareketler çıkardı. El-Cihad ve’t-Tekfîr bunlardan biriydi. İsrail devletinin kurulmasının ardından, Filistin’e yerleşen Takıyyüddin Nebhani tarafından 1953 yılında kurulan Hizbü’t-Tahrir de El-Cihad ve’t-Tekfir’e benzer. Bunlar, hareket ve tavırlarında daha sert ve ‘aşırı’ idi. Son zamanda gün yüzüne çıkan, ABD tarafından dünyaya tanıtılan Selefîler, bunlara yakın olabilirler. Fakat, bu grupların birer akımdan ziyade birer örgüt gibi oldukları görülüyor. ABD’nin bunları dünyaya tanıtması da ciddi olarak araştırılmalı.
-İslam’ı nasıl etkiliyorlar?
31 Mart (13 Nisan) 1909’da Osmanlı Devleti’nde meydana gelen hadiseden bu yana hep aynı oyun oynanıyor. 31 Mart ayaklanması Abdülhamid’i götürdü. Ayaklananların çoğu samimiydi, niyetleri halisti. Fakat Hz. Bediüzzaman’ın tespitiyle ‘planlar serilmişti’, planları yapanlar başkaydı. Netice, ayaklananların, niyet ve gayelerinin aleyhinde gelişti. Şeyh Said Ayaklanması, Menemen Ayaklanması, hep aynı tür hadiseler. Müslüman kitlelere mal edilebilecek ayaklanmalar kışkırtılmakta, sonra İslam ve İslam hassasiyetli kesimler, bu mezbahada kurban edilmekte. Türkiye’deki darbelerde de aynı yöntem uygulandı; 1993’le başlayan süreç de aynı yöntemi takip etti. El-Kaide gibi, Selefîler de, aynı yöntemle İslam’a, İslam hassasiyetli kesimlere ve Müslüman ülkelere hem de İslam üzerinden operasyonlar yapma örgütleri gibi gözüküyor. Bu tezgâhta hep Müslümanlar, hep İslam yaralanıyor.
-İran denklemin neresinde?
Yeni Selefî denklemlerini bilmiyorum. Ancak İran’ın hem mezhebî açıdan hem ulus devlet misyonu açısından temel karşıtı, rakibi Sünni Müslüman ülkelerdir. Safevîlerle başlayan Şii İran tarihi, bunun en bariz göstergesi. Humeyni ile başlayan devrim de, bunun önüne geçemedi. Humeyni, İslam’ı Şiiliğe alet eden değil, Şiiliği İslam olan, yani samimi bir Müslüman’dı. Fakat, daha o hayattayken, İran yönetimi 1982 yılında Suriye’de Hafız Esed’in Hama’da 30 bin Müslüman’ı katletmesine destek verdi. Dolayısıyla İran’ın tarihî tavrının hiç değişmediğini görüyoruz. Devrimden sonra da Pakistan’da Ziyaül-Hak karşısında Butto’yu desteklediler. Afgan cihadında Afganistan’daki Şii grupları örgütleyip destekleyen de Tahran’dı.

Hiç yorum yok: