14 Şubat 2013 Perşembe

FETİH ŞUURU MAĞLUBİYET PSİKOLOJİSİ-Ahmed Maraşlı (TAŞGETİREN)



Avrupa Topluluğu ve İslam Üzerine Düşünceler…
İslam-Batı ilişkisinde “Fetih şuuru” ile “Mağlubiyet psikolojisi”ni iki önemli kriter olarak değerlendirmek gerektiği düşüncesindeyiz. Çünkü, birinin tükendiği yerde diğeri başlamış ve her biri, hakim oldukları dönemde İslam-Batı ilişkilerine kendilerine has yapı kazandırmışlardır.

FETİH ŞUURU’NUN UFUK ÇİZGİSİ
“Doğu da Batı da Allah’ındır. Her nereye yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır.” mealindeki ayet, müslüman için çok geniş bir ufuk çizmiştir. Yeryüzünde “Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar”mücadele çağrısı da, doğuyu ve batıyı kucaklayan bu geniş ufuk çizgisi içinde, müslümanın nasıl davranacağını belirlemiştir.Allah Rasülü, daha dünyada iken, doğuyu ve batıyı İslam’a açmak için öncüler görevlendirir. Doğuda İran Kisrasına, Batıda Bizans İmparatoruna, Mısır Kralına İslam’a çağrı mesajları yollar. Peygamber mektubunu götüren her sahabi, adeta bir fetih birliğinin sancakdarıdır. Sonra gelecek asırların, doğuya ve batıya yönelen her fetih birliğinde, peygamber buyruğu taşıyan bu kutlu sahabilerden izler olmalıdır.
“Fetih Şuuru” müslümanın, kendi imanına olan sonsuz güvenden kaynaklandığı için müslümanı daima ileri ufuklara götürür. Müslüman, içinde ulaştığı yeri ihya edecek bir soluk taşıdığı inancıyla, daima ilerler. Bu duyguyu, Tarık b. Ziyad’ın Atlas Okyanusu kıyısına ulaşıp da, atının ayakları suya değdiğinde söylediği ünlü sözler nasıl da ortaya koyar:
Allah’ım önüme bu büyük denizi çıkarmasaydın, senin adını daha nice ufuklara ulaştıracaktım.
Bu, büyük bir imandan beslenen büyük bir “Fetih şuuru”dur.
Bu şuurdur ki, müslümanları, fetih birlikleri halinde doğuya ve batıya taşır. Orta Asya ile Endülüs’ün arası, yani Mağrib ile Maşrık, “Doğu da batı da Allah’ındır” ayetinin verdiği ölçüler çerçevesinde İslam ile bezenir. Fetih şuurunu taşımakta, bir İslam ordusu ile, sade bir müslümanın farkı yoktur. İspanya’ya çıkıp gemileri yakan, Çanakkale Boğazını sallarla geçip Rumeli’yi fethe çıkan İslam ordularındaki fetih heyecanı neyse, Ahmed Yesevi’nin dualarla Rumeli’ne gönderdiği dervişlerinki de odur. Her derviş, tek başına bir fetih ordusudur. Gelip konakladığı küçücük beldelerde gönülleri İslam’a açar. Gönülleri İslam için fetheder.
Fetih şuuru çerçevesinde yürütülecek İslam-Batı ilişkisi, İslam’ın bizatihi kendi politikasıdır. İslam bu ilişkiden kaçmaz, aksine müslümanı buna teşvik eder. Çünkü her ilişki, İslam için kazançtır. Her ilişki ile, temasta bulunulan dünyaya İslam’dan bir şeyler taşınır. İslam’ın bu tarz bir ilişkiden, korkması, ürkmesi, çekinmesi düşünülemez. Aksine, bu ilişki, Batı’nın ve Doğu’nun, İslam dışı sistemlerini ürkütür.

MAĞLUBİYET PSİKOLOJİSİNİN OLUŞUMU

18. Asırdan itibaren, İslam’ın batı ile ilişkisi tersine döner. Çünkü “Fetih şuuru” özellikle yönetici kesimlerde yerini “mağlubiyet psikolojisi”ne terkeder. Mümtaz Turhan, mağlubiyet psikolojisi ile, müslüman toplumu Batı karşısında kültürel etkilenmeden koruyan “ruhi mukavemet‘in ve “psikolojik set”lerin sarsıldığını, hatta “kısmen çöktüğünü” belirtir. Sarsılan ve çöken, gerçekte, Engelhardt’ın Tanzimat eserinde belirttiği gibi, “Fatih millet”gururudur. Diğer bir ifadeyle “Fetih şuuru”dur. Batı’nın maddeten güçlenmesi ile bizim manevi çözülüşümüz arasında sanki çok sıkı ilişkiler vardır. Batı’nın maddi iktidarı, bizde, Batı ile ilişkili kesimleri öylesine derinden etkilemiştir çünkü.
İki asırlık tarihimiz, Batı’nın bu maddi iktidarına duyulan özlem ve onun bedelini ödemekle geçer. Sanki Batı, işveli ve nazlı bir ahu, bizse onun peşindeki sünepe aşık gibiyizdir. İki asırdır Batı bize, formül üzerine formül üretir. Biz de önce “Batıyı yakalamak” sonra“Batılılaşmak” sonra da “Batı ile bütünleşmek” şeklinde klişeleştirdiğimiz hedefler peşinde, bu işveli “kafir”e ulaşmaya çalışır, ne çare ulaşamayız.
100 YILDIR AYNI ÇİZGİDE
Bundan yüz yıl önce yazılıp çizilenler ve verilen demeçlerle, Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna tam üyelik için başvurduğu 1987 yılında söylenen sözler ve yazılan yazılar arasında pek bir fark yoktur. Sanki oyunun sadece aktörleri değişmiştir. Şunlar, bundan yüz yıl kadar önce Osmanlı devleti hakkında yazılan veya söylenenlerdir:
Lord Stattford‘de Redcliffe, Fuat Paşa‘ya söylüyor:

“Siz dininizi, halifeyi falan bir tarafa bırakın. Saçma bunlar. Bir ülke başka ülkeye muhtaçsa, onun uğruna kan dökmekten çekinmiyorsak, bu bize hristiyan dünyası ve Avrupa adına bazı şeyler isteme hakkını verir.”

Fuat Paşa’nın bu sözlere, cevabı, dudaklarında acı bir gülümseme ve şudur:

“Türkiye’nin ölmesini istiyorsanız evet.”

Lord Stattford’un sözlerini, yan sütunlarımıza aldığımız Von Hassel’in sözleriyle karşılaştırdığımızda, 100 yıl içinde acaba ne değişti, diye sormaktan kendimizi alabilecek miyiz?
Bugün Avrupa’nın sık sık ortaya çıkan müdahelelerinden yakınıyoruz. Oysa Avrupa bunu meşru bir hak gibi görüyor. İşte size 100 yıl önce, Tanzimat Fermanının üzerinden elli yıl geçtiği bir zamanda, bir Batılının kaleme aldığı satırlar:

“Müdahale, modern halkların amme hukukuna nice aykırı olursa olsun Türkiye için meşrudur. Çünkü zorunludur. Ve bu zorunluluğu yaratan koşullar halen devam etmektedir. Elli yıllık reformlar bu zorunlulukta kayda değer bir hafifleme yaratmamıştır.” (Engelhardt, Tanzimat, shf. 379).

İnsan, yukarıdaki satırları, herhangi bir Batı dergisinde okusa, Cumhuriyet dönemini yargıladığını sanır. Oysa bunlar, 100 yıl öncesinin yargısıdır ve gariptir ki Batı’nın Türkiye hakkındaki yüz yıllık yargısında bir değişme olmamıştır. Çünkü ruhi değerlerde bir değişme olmamıştır. O hala işveli ahu, biz hala sünepe aşık. O muktedir, biz mağlup. Ve ilişkiler hep “mağlubiyet psikolojisi” çerçevesinde…
Aydınlarımız ve devlet adamlarımız, iki asırlık ilişki sürecinde bu çerçeveyi aşabilmiş değiller.
Fuat Paşa, Avrupa devletlerinin elçilerine “Siz fısıldayın yeter, diyordu , sahneyi ye oynanacak rolleri bize bırakın.” O kadarcık gururu vardı. Hiç olmazsa zevahir kurtulmalıydı. Ondan sonra gelenler içinde öyleleri çıktı ki, sahnede birlikte oynamakla izzet-i nefisleri arasında bir irtibat kurmayı bile düşünmediler.

RADİKAL BATICILAR MANDACILAR-SENTEZCİLER

Ağaoğlu Ahmed Bey ile Abdullah Cevdet gibi aydınlarımız, külli bir Batılılaşmayı öğütleyecek kadar “Radikal Batıcı”idiler. “Medeniyet Avrupa Medeniyetidir. Bir ikinci medeniyet yoktur. Bunu gülü ile dikeni ile isticlas etmek mecburiyetindeyiz. Bunun da tek çözüm yolu Türkiye’yi, medeni Avrupa’nın bir parçası yapmaktır.”bu sözler Abdullah Cevdet’e ait. Şunlar ise Ahmet Agayef’e:
“Medeniyeti, idare-i maslahat usülüne tabi tutmak isteyerek, kadir ve kahhar bir kuvveti, pazar mantığı ile idare etmeğe kalktık. Yüz seneden beri çabalayıp müspet bir neticeye vasıl olamayışımızın sebebi budur.”
Ahmed Agayef, yaşamak için yalnız “libasımız ile değil, kafamız kalbimiz,tarz-ı telakkimiz, zihniyetimiz, milli şahsiyetimiz, hatta dinimizle Avrupa’ya uymamız gerekir.” diyordu. Çünkü Agayef’e göre “Medeniyet sahasında mağlubiyetimiz kat’î ve galip medeniyeti temsil etmek lüzumu mübremdi.”
Bu çizgi, milli mücadele sonrasında, bir kısım aydınımızda “Türkiyeyi bir süre Amerikan mandası altında tutup modernleştirmek” düşüncesi şeklinde, diğer bir kısmında ise Sovyetlerle bütünleşmek şeklinde çeşitlenecekti. Ama her ikisinde de Ağaoğlu Ahmed’in sözlerinde ifadesini bulan “Mağlubiyetimiz kat’idir” şeklindeki mağlubiyet psikolojisi hakimdi.
Mağlubiyet psikolojisi çerçevesinde gelişen düşüncelerden en masunu belki bir sentez arayışı içinde olanlarıydı. Bunlar, medeniyetin maddi cephesinde Batı karşısındaki mağlubiyeti kabullenirken manevi yapımızdan vazgeçmeye gönülleri razı olmayanlardı. Formülleri “Doğu-Batı Sentezi” şeklinde ortaya konuyordu. Ancak, mağlubiyet psikolojisinin hala atılamadığı ve yönetici aydın “elit’lerimizi bir karabasan gibi etkilediği, Batı’nın maddi iktidarının da bütünüyle ideolojik bir yapı kazandığı günümüzde, bu sentez bizim lehimize nasıl sonuç verecekti?..

UYUM SÜRECİNDE İSLAM

Türkiye şu anda Avrupa Topluluğuna tam üyelik için baş vurmuş bulunuyor, iki asırdan beri devam eden “uyum sürecimiz” 2000 yılı civarında Batı tarafından kabul görürse, Avrupa ile bütünleşeceğiz. Bu 10-15 yıllık uyum sürecimizde Batı’nın bizden beklentileri var. Önce“Şu İslami canlılığınızı biraz törpüleyin,”diyorlar.”Batı’nın’Türkiye’de islamî bir “aktivite”ye fazla müsamahalı olamayacağını” belirtiyorlar. Yani İslam, Batı ile aramızda tam bir “uyumsuzluk” noktası. “Radikal batıcılarımız” ise, Batı’ya kesin “güvence” veriyorlar, “İslam işini siz merak etmeyin. Biz onu sizin de alî himmetlerinizle hallederiz. Türk toplumu kesinlikle batılılaşmayı tercih etmiştir.” gibi kesin teminatlarla konuşuyorlar. Burada, Ahmet Agayef çizgisinin devlet politikası halinde “eyleme geçtiğini” görmekteyiz.

ALTERNATİFSİZLİKLER

Öte yanda ise Türk toplumu için alternatifsizlik propagandaları şırınga ediliyor. İslam ülkeleri arasında bir bütünleşme imkansız! İslam ortak pazarı imkansız! Türkiye’nin ortadoğuda yeni bir güç merkezi oluşturması imkansız! Türkiye’nin batılılaşmadan teknolojik gelişmesi imkansız! Evet, bu kadar imkansızın içinde bulunan Türkiye’ye Avrupa ile bütünleşmek bir lütuf değil de nedir? İşte size tam mağlubiyet psikolojisi. Bu psikoloji içinde ancak sömürge olunur, nereye yamanılırsa yamanılsın, oranın müstakil, şahsiyetli, onurlu bir parçası olmak yerine…

İLİŞKİ AMA HANGİ PSİKOLOJİ İÇİNDE?

Bizce, İslam dünyasının dış ilişkilerinde kıstas, şu veya bu ülke veya ülkeler topluluğu ile münasebet değil, bu münasebetin hangi psikoloji ile yapıldığıdır. Sömürgecinin lütfuna avucunu açmış bir müstemleke psikolojisi mi,yoksa büyük bir medeniyetin çocukları olma gururu ve bundan kaynaklanan Fetih şuurunun oluşturduğu bir dünya görüşü mü?
Avrupa Topluluğuna tam üyelik için başvuran Türkiye’de, her ikisi de var. Tam üyelik başvurusu, belki, iki asırlık mağlubiyet psikolojisine daha açık. Ancak Türkiye’de bu başvurunun yeni bir İslam fethine kapı aralayabileceğini, teknolojinin ideolojik yapısından soyutlanarak transfer edileceğini düşünen kesimler de mevcut. “Müslüman Batı’ya müslüman gidip müslüman dönebiliyor artık.” Müslümanların, şu kadar eziklikten sonra fetih şuurunun eşiğine geldiğini haber veren bu değerlendirme aslında Türkiye’nin de en büyük avantajıdır. İyi ki bu başvuruyu, yeni bir fetih imkanı gibi görenler var.
Öyleyse, Avrupa’ya açılışı yeni bir fethe açılış gibi yorumlayanlar için zorlu günler başlıyor demektir. Hoca Ahmed Yesevi’nin dervişleri gibi yollara düşmenin, yani hizmete soyunmanın zamanıdır. İslâm’ı anlatmak için. Avrupa’da bir İslam fethi için…

AT’IN ŞARTI 

Yasaların ve ticaretin Kur’an’ın hükümleri ile yönlendirilmesi, çözümü imkansız meseleler getirir. Bin küsur yıl önce yazılmış Kur’an, bugünün modern devletinin ve onun düzeninin esas yasası olamaz.

Avrupa ile Türkiye arasındaki iyi ilişkilerin Atatürk devrimleri çerçevesinde devam edebileceği çok iyi biliniyor.
Uwe von Hassel

Hiç yorum yok: