8 Ekim 2012 Pazartesi

88. Cumhuriyet Bayramında Cumhuriyet ve kalkınma gerçeğimiz -Cumhuriyetler, halk adına halkının boğazlandığı yönetim şekilleri değildir-Cumhuriyetin eğitim ve ekonomik gelişmelerine geçmeden dönemi anlatan bir halk destanı-Ve gerçekler, Cumhuriyet yönetimi Osmanlıdan nasıl bir eğitim sistemi devraldı-Ve gerçekler, Cumhuriyet Osmanlıdan nasıl bir kadın hakları anlayışı devraldı-Ve gerçekler, Osmanlı Cumhuriyete enkaz mı devretti? Ne yani devretmedi mi!-canmehmet.com


88. Cumhuriyet Bayramında Cumhuriyet ve kalkınma gerçeğimiz (1)

Birinci gerçek; “Cumhuriyeti kan ve İrfanla” mı, kurduk?  Bilmiyoruz, bilenleri  nasıl kurulduğunu açıklar herhalde.  İkincisi, Cumhuriyetin, birülkenin kalkınmasında doğrudan bir ilgisinin olmadığıdır. Üçüncüsü,demokrasi olmadan cumhuriyet bir halk rejimi olmamaktadır. Elbette her iddia gibi açıklananlar da  ispat istemektedir. 
Bizler kurtuluş savaşını, düşmanlara karşı verdik. Bir krala, bir sultana karşı veya mevcut rejimi değiştirmek için değil… Aksine direnişin hedefleri arasında çok açık olarak,” Hilafeti ve padişahı korumak…”  Olduğu bilinmektedir.
Bu nedenle direniş, işgalcilere karşı yapılmıştır. Cumhuriyetin kurulması için değil….
Konunun açık olarak anlaşılması için sırası ile,
-“Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasında” yaşanmış, 1642 İngiliz,
-“ Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması için 1789’da yapılmış olan,  Fransız Devrimi  ile,
- Rusların, 1905’de doğrudan hükümeti hedef alan işçi grevleri, köylü ayaklanmaları ve askeri isyanlar ile bağımsızlık yönünde yapılan silahlı ayaklanmalarının yanında, 1917 yılında, Çarlık otokrasisinin yıkılıp yerine Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla sonuçlanan devrimleri kısaca açıklanacaktır. (1)
Cumhuriyet nedir?
Cumhuriyet, hükümet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi ve kavramlarının zıttıdır.”
“Monarşi, bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Saltanatın bir başka adıdır. Monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Hükümdar öldükten sonra onun soyundan biri gelir (oğlu, kardeşi gibi). Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir…Cezalandırma ve bağışlama yetkileri sadece hükümdarın elindedir. Etimolojik anlamına bakılırsa monarşi bir kişinin yönettiği bir devlet düzenidir. “
-“Oligarşi, sadece belirli bir grubun bir ülkeyi yönetmesiyle ortaya çıkan yönetim biçimidir. Genelde yönetimdeki grup, askeri, siyasi veya maddi olarak ülkenin önde gelen gruplarından birisidir….” Ülkede, “Tek bir politik parti vardır, o da hükümet partisidir.”
*     *     *
Ülkelerin kalkınmasının, ülkede daha çok kişinin, daha kazançlı-karlı üretim yapması ile ilgisi vardır.  Yönetim şekilleri ile doğrudan bir ilgisi yoktur.
Yönetim şekillerinin; ülkede kazanılanların adaletli bir şekilde dağıtılması, ülke gelirinin halkın yararına ve halkın refah içerisinde yaşamasında önemi vardır.
*     *     *
Hangi yönetim şekillerinde devlet ve halk birlikte zengindir?
Amerika zengindir, Halk…
Almanya zengindir…. Halk….
Fransa zengindir… Halk…
İsveç zengindir…. Halk…
Norveç zengindir… Halk…
Japonya zengindir… Halk…
İngiltere zengindir… Halk…
Çin kalkınmaktadır…. Halk….
Rusya yüksek askeri teknoloji üretmektedir… Halk….
Türkiye kalkınmaktadır… Halk…
*     *     *
Norveç,  Avrupa’nın yüksek gelir üretiminde ilk sıradadır. Yönetim biçimi….
Japonya,  Dünyanın nakit zenginidir. Yönetim biçimi….
İngiltere, Dünyanın birinci sınıf petrol tüccardır. Yönetim biçimi…
*      *     *
Somali fakir ülkelerdendir…. Yönetim biçimi…
Uganda fakir ülkelerdendir… Yönetim biçimi….
Suriye fakir ülkelerdendir… Yönetim biçimi…
Rusya kalkınmaktadır… Yönetim biçimi….
Çin kalkınmaktadır….Yönetim biçimi….
*      *     *
Ve Levent Kırca’nın bir programında (Söz-Müzik : İlhan Şeşen) bir şarkı seslendirilmektedir….
Aç gözünü seyret tekrarı yok bunun
İşimiz muhabbet efkarı yok bunun
Arada bir dilimiz sürçer ise af ola
Susmasını biliriz de kemiği yok bunun
….
Niyetimiz kimseyi kırmak değildir
Şuradakini buraya koymak değildir
Arada bir zülfü yare dokunduk
Tam yerine rast geldi manzara koyduk
Devam edecek….
Peki, Cumhuriyet iyi bir yönetim şekli değil midir? Aksine, bilinenlerin arasında en iyi olanıdır.
Eğer, demokrasi ile, elbette göstermelik değil de gerçeğinden destekleniyorsa….

Cumhuriyetler, halk adına halkının boğazlandığı yönetim şekilleri değildir. (2)


Özetle; Cumhuriyetimizi, “kan ve irfanla” kurmadık. Cumhuriyetlerin, ülkelerin kalkınmaları ile bir ilgileri yoktur. Demokrasi yoksa cumhuriyetler de saltanattır. İngiltere, Fransa ve Rusya’da ,Cumhuriyet halkın direnişi ile, bizde Mecliste kaldırılan parmaklarla kurulmuştur.  İlginçtir, İngiltere cumhuriyeti kurar ancak kısa sürede  iç huzursuzluklar nedeniyle kralı ülkeye geri çağırırlar. Yaşananların kısa bir özeti;
“İngiltere’de 1642 ile 1651 yılları arasında Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasındaki politik görüş anlaşmazlıkları dozunu artırır ve fiziksel çatışmalara dönüşür…
-İç savaş 1648’de Devrimle sonuçlanır önce Kral I. Charles idam edilir. Arkasından da 1649’da kraliyet lağvedilir.
-İç savaşı bastıran General Oliver Cromwell önce parlamentonun başkanı, sonra da diktatör olur.
-1658′de Cromwell’in ölümünden sonra oğlu Richard yerini dolduramaz, 1659′da sürgüne gönderilir.
-1660 yılında  kraliyet yeniden kurulur ve sürgündeki kral II. Charles, ülkeye davet edilir…
*     *     *
İngilizler ilginç milletlerdendir. 1215 yılında, “Magna Carta”, -Büyük özgürlükler sözleşmesi- ile günümüz hukuk sistemlerinin temelini oluşturan;
“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” anlayışını getirmişlerdir.
1215 yılında imzalanmış olan Magna Carta, Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir. Sözleşme ile amaçlanan, Kralın bazı yetkilerinden feragat etmesi, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılınmasıdır.
Ve bu insanlar, Cumhuriyet yönetimini sadece birkaç yıl denemiş ve kendi bünye ve ihtiyaçlarına uygun bir yönetim şekli yapmışlardır.
Yine çok ilginçtir, Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerindeki ifadesine göre bize kurtuluş savaşı arifesinde, “Cumhuriyet” yönetimi kurmamızıönermişlerdir.”
Bu ifadeler ile, Cumhuriyet yönetimi hakkında, olumsuz-olumsuz bir görüş belirtmekten öte, milletlerin, kendileri ile ilgili yönetim şekillerinin,  kendi kültür değerlerine göre olmasının yararları vurgulanmaktadır.
Ve İngilizler dünyada en fazla okuyan milletlerdendir.
*       *     *
İlk yazıda sorduğumuz soruların cevaplarını vererek cumhuriyet ve ülke kalkınmalarının gerçeğinde bir ilgilerinin bulunmadığı açıklanacaktır.
Soru, Hangi yönetim şekillerinde devlet ve halk zengindir?
-Amerika , Yönetim Başkanlıktır. Devlet ve Halk zengindir.
-Almanya, Yönetim  Parlamenter Cumhuriyet.  Devlet ve Halk zengindir.
-Fransa,  Yönetim Cumhuriyet- Yarı Başkanlık.  Devlet ve Halk zengindir
İsveç , Yönetim Parlamenter demokrasi -Anayasal monarşi. Devlet ve Halk zengindir
Norveç, Yönetim,  Parlamenter demokrasi -Anayasal monarşi. Devlet ve Halk zengindir.
Japonya, Yönetim Parlamenter demokrasi- Anayasal monarşi. Devlet ve Halk zengindir.
İngiltere, Yönetim Monarşi-Krallık- Devlet ve Halk zengindir.
Çin, Yönetim Cumhuriyet, Kimi şehirlerde ana caddeler, Paris Şanzelize! Arka sokaklar Somali…
Rusya, Yönetim CumhuriyetAya ayak basacak kadar nitelikte yüksek  (askeri) teknoloji,  ancak aç, yoksul bir halk…
Ve Türkiye, Yönetim Cumhuriyet.  Devlet  ve halk……..
*     *     *
Norveç,  Avrupa’nın yüksek gelir üretiminde ilk sıradadır.  Tepede Kral vardır.
Japonya,  Dünyanın nakit zenginidir. Tepede İmparator vardır.
İngiltere, Dünyanın birinci sınıf petrol tüccardır. Tepede Kraliçeleri vardır.
*      *     *
Somali fakir ülkelerdendir.  Yönetim biçimi, (şeklen)cumhuriyet….
Uganda fakir ülkelerdendir.  Yönetim biçimi,  (şeklen) cumhuriyet….
Suriye fakir ülkelerdendir.  Yönetim biçimi, (şeklen) cumhuriyet,
Rusya kalkın-a-mamaktadır. Yönetim biçimi, (şeklen) cumhuriyet,
Çin kalkınır gibi görünmekle birlikte, halk çok açık olarak (gelişmişler tarafından fason üretim yaptırılarak) sömürülmektedir. Yönetim biçimi, (şeklen) Cumhuriyet.
*      *     *
Almanya 2. Dünya savaşında yakıldı, yıkıldı ve çok kısa sürede kendisini eskiden daha güçlü olarak toparladı. Çünkü, Almanya’da; devlet-halk karakter uyuşması ile donanımlı bir halk vardır.
Japonya’da 2. Dünya savaşında yakıldı, yıkıldı. Ancak. Kısa sürede, eskisinden daha güçlü olarak toparlandı. Orada da, devlet-halk karakter uyuşması ve  donanımlı bir halk vardı.
*     *     *
Kurtuluş savaşı nasıl kazanıldı?
Yönetimimiz şeklimiz cumhuriyet olduğundan veya yeni yönetim şeklimiz cumhuriyet olacağından değil…
Tek kelime ile Halk ve İdareciler karakter ve hedefde tek yürek oldular…
Kurtuluş savaşımız, “tek yürek” olduğumuz, bir tek yürek olarak attığımız için kazanılmıştır.
Devam edecek…
Cumhuriyetin ilk yıllarında verilen dış yatırım izinleri, özelleştirme ve devletleştirmeler, eğitim ve sanayileşme hareketlerimiz…
Ancak, parlatılmış ve cilalanmış olarak değil…
Belki de birçoğumuzun ilk kez okuyacağı çok çarpıcı rakamlarla….

Cumhuriyetin eğitim ve ekonomik gelişmelerine geçmeden dönemi anlatan bir halk destanı (3)

“Türkün Türk’e propagandası ile birbirimizi uzun süre  gönülledik!  Ancak, geldiğimiz 1980’lerden geriye baktığımızda hala bir arpa boyu yol alamadığımız iyice belirginleşti. İlgili dönemin eğitim ve ekonomik gelişmelerine geçmeden, 1930 Yılında bir halk ozanı tarafından yazılan ve mevcut durumu  tüm çıplaklığı ile ortaya koyan bir destanını veriyoruz.. 
Aşağıdaki destana konu olan olay,  12 Ağustos 1930 Tarihinde, Atatürk’ün emri ile (anlaşmalı olarak) çok partili siyasal yaşama geçmek için kurdurulan (Serbest Cumhuriyet Fırkası)  siyasi partinin hikayesidir.
İkinci partinin kurdurulmasının altında yatan ana neden, ülke ekonomik sıkıntılar nedeniyle yönetilemez hale gelmiş ve halkın (ve dış devletlerin) tepkisinin bir şekilde azaltılması gerekmiştir. Gerçeğinde bu kurgulanmış bir operasyondur.
*     *     *
“…Ali Fethi Bey, Paris büyükelçiliğinden dönüşünde Mustafa Kemal’in önerisi ve onayıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu (12 Ağustos 1930). Programında, partinin cumhuriyetçi, milliyetçi ve lâiklik ilkesine bağlı olduğu vurgulanıyor, yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi isteniyor, ekonomik yaşamda sürekli devlet müdahalesine karşı çıkılıyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası kısa sürede geniş bir destek kazanarakCumhuriyet Halk Fırkası (CHP) yönetimini kaygılandırdı. SCF’nin iktidara ancak cumhurbaşkanıyla çatışarak gelebileceğini kavrayan Fethi Bey bunun çok ağır sonuçlar yaratacağı inancıyla, 17 Kasım 1930′da Dahiliye Vekâleti’ne başvurarak SCF’nin feshedildiğini açıkladı.”
*     *     *
Ve Halk Destanları ile Aşıklarımızla ilgili kısa bir açıklama;
 “Aşıklık ve halk ozanlığı Anadolu’da toplumun öncüsü olmuş bir gelenek, halka mal olmuş bir kültürdür. Yaşamını halkla birlikte idame ettiren ozan, sazıyla sözüyle halkın sesidir…
Toplumdaki olumlu ya da olumsuz gelişmeler, ozanın sazına, sözüne ve sesine konu olur. Ozanlarımız toplumun sorunlarını dile getirmek, olup biteni daha erken görme ve gelecek nesillere mesaj verme özellikleriyle de tanınmıştır. Böylece halka mal olmuşlardır.
Ozanlık geleneğinde tabiat sevgisi vardır, halk sevgisi vardır, vatan sevgisi vardır, hak sevgisi vardır. Halkın bağrından kopar ve temsil ettiği toplumun sorunlarını, mesajlarını sazıyla anlatır. Yaşadıkları dönemlerde her halk ozanının farklı bir yeri vardır. Ama tüm halk ozanlarımızın buluştuğu yer, halkın gönlüdür…” (1)
ŞİKAYETNAME
Konyalı bir âşık tarafından (1930’da) yazılan aşağıdaki manzume, Kurulduğu günlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (Partisinin) başkanı Fethi Bey’e, köylülerin durumlarından yakınmalarını ve beklentilerini yansıtmaktadır. (2)
Şikâyetnamemi yazdım huzura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
Dokunmasın bir şey kalbe fütura
Bizim halimizi bilsin Fethi Bey
Yaşasın Fethi Bey kurdu bir Fırka *
İyi namı gitti şark ile garba
Ne altta sergi var ne dalda hırka
Perişan halimi bilsin Fethi Bey
Tevazu kalmadı, düzen bozuldu
İcar nisbetinde evler yazıldı
Fakir fikaranın bağrı ezildi
Pek yaman haldeyim bilsin Fethi Bey
Rençber idi insanların yararı
Dört seneden beri etti zararı
Her tahsildarda var haciz kararı
Canımız yanıyor bilsin Fethi Bey
Sabahtan tahsildar dizilir bir saf
Ne tüccar kalmıştır ve ne de esnaf
Her gelen tahsildar etmiyor insaf
Malımız hacizde bilsin Fethi Bey
Hep zengin ağalar çıktılar hiçe
Tahsildar kıvrar hem gündüz gece
Yol parası aldı altımdan keçe
Böyle bir haldeyim bilsin Fethi Bey
Eska’yı açtılar yeni Daire
Bu da derdimize olmadı çare
Bir dönüm ekine üç lira pare
Onu da bulamam bilsin Fethi Bey
Düşünceler arttı derdime daldım
Ziraat Bankasından yüz lira aldım
Bunu veremeyip mükedder kaldım
Kederli olduğum bilsin Fethi Bey
Esnafın yarısı dükkândan kalktı
Buğdaycı tiftikçi büsbütün battı
Koyun tüccarları bütün top attı
Bundan da haberin olsun Fethi Bey
Maaş alanlarda fantezi çoktur
Parayı kazanan avukat doktor
Fukara rençbere hiç bakan yoktur
Bunların halini sorsun Fethi Bey
Okuyup mektubum ele alaydı
Fethi Bey derdime çare bulaydı
Olursa bir imdat senden olaydı
Ne yapsın dünyaya gayrı Fethi Bey
Fethi Bey de sözlerime bakaydı
Gazyağı da ucuzlayup akaydı
Şeker kibrit inhisarı kalkaydı
Millet size duacıdır Fethi Bey
Çalıştım çiftime yapmadım hile
Yüz elli dönümden çıktı on kile
Benim tohumluğa yetmiyor bile
Bankaya ne verem yetiş Fethi Bey
Aşık Mehmet senin sözlerin hakdır
Kimse kıymetini etmiyor takdir
Vergiye verecek on param yoktur
Ne satıp vereyim bilmem Fethi Bey
Devam edecek…..
(*) Siyasi Parti
(1) Vikipedi’den alıntıdır.
(2) (Kemal Zeki Gençosman, Türk Destanları, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972. S. 482-83).

Ve gerçekler, Cumhuriyet yönetimi Osmanlıdan nasıl bir eğitim sistemi devraldı (4)

Herhalde dünya üzerinde darbe yaparak arkasından cumhuriyet -halk egemenliği- bayramı kutlayan tek ülkeyiz. Halkın seçtiği meclisini kapatır, seçilmişleri idam eder, üzerine de bayram yaparız! Ve ülkemizde kimse bugüne  kadar,  “Cumhuriyet iyi rejim değil” dememiştir,  denilen; “Demokrasi yoksa cumhuriyet diktatörlüktür. Demokrasisiz cumhuriyet, halk idaresi değildir.” Demek ki,  öğrenecek, kavrayacak ve tartışacak daha çok meselemiz bulunmaktadır.
Sırada, “Kız çocuklarının eğitimi cumhuriyetle mi başladı?” Sorusunun cevabı  bulunmaktadır. Arkasından da, Cumhuriyet döneminin ekonomisi gerçek durumu ile açıklanacaktır.
Osmanlı dönemindeki kız çocukları eğitim görmekte midir ve eğitim mecburi midir?
Cumhuriyetle birlikte başladığı düşünülen kız çocukların eğitimi aslında, “1869 yılında yayınlanan “Eğitim Genel Yönetmeliği ile (Maarif-i Umumiye Nizamnamesi)  kız çocuklarının ilkokula devam mecburiyeti başlatıldı. Kız çocuklarının eğitimi için ilk kalıcı ve köklü hamle işte bu dönemde başlatılmıştır.
Ve hikâyesi;
“1869 yılında yayınlanan Eğitim Genel Yönetmeliği’ne (Maarif-i Umumiye Nizamnamesi) göre kız çocuklarının ilkokula devam mecburiyeti kondu. Okula gelmekten kaçınan öğrencilerin anne babasına köy muhtarı veya ihtiyar heyeti müdahale edebilecekti. Kız çocukları için okula başlama yaşı 6 bitirme yaşı ise 10′du.
Kız mekteplerinin okul müfredatı erkek okullarıyla hemen hemen aynıydı. Usul-i Cedide Vechile Elifba, Kur’anı Kerim, Tecvid, Ahlaka Müteallik Rasail, İlmihal, Yazı Talimi, Fenni Hesab, Tarihi Osmani ve Coğrafya.
İlköğretim böyle… Peki ya ortaöğretim?
Aynı yönetmelik orta eğitimi de düzenliyordu. Sultan Abdülaziz büyük şehirlerin her birinde birer kız rüştiye (ortaokulu) mektebi açılması zorunlu kıldı. Öncelik İstanbul’a verildi. Hemen ardından tüm taşra kentlerinde bu okullar açılmaya başlandı.
Kız ortaokullarında erkek bölümlerine ilaveten biçki dikiş ve müzik eğitimi de konmuştu. Ayrıca Kıraat-ı Türkiye, Sülüs Hattı ve Hıyyatiyye dersleri de vardı.
Abdülaziz’in izinde…
Abdülaziz’in intihar mı suikast mı belli olmayan bir şekilde indirilmesinin ardından kısa bir süre sonra tahta geçen Sultan 2. Abdülhamid, eğitim reformlarında amcasından aldığı bayrağı daha da ilerilere taşıdı.
İktidarının ilk yılında sadece İstanbul’daki kız rüşdiyelerinin sayısını 9′a çıkarttı. İstanbul dışında Selanik Yenişehir ve Hanya’da da birer kız okulu açılmıştı.
1892 de ilk ve orta dereceli kız okulları ‘Merkez Rüşdiye’si adı altında birleştirildi. Bu okullardan mezun olan kızlar ise kız öğretmen okullarına devam edebiliyorlardı.
İlk eğitimde kız-erkek karışık tedrisat yine 2. Abdülhamid’in getirdiği yeniliklerdendi.
2. Abdülhamid’in iktidarında 20. yılın sonunda sadece erkek çocuklarının okuduğu;
-ilköğretim okulu sayısı 3388,
-Sadece kızların eğitim aldığı okul sayısı ise 303,
-Kız erkek birlikte eğitim yapılan okul sayısı ise, 3750 sayısına ulaşır.
Peki, bu denli yaygın bir eğitim hamlesine yetecek kadar kadın öğretmen var mıydı? Çünkü özellikle el sanatları ile ilgili derslerde çok sayıda kadın öğretmene ihtiyaç vardı.
İmparatorluk sınırları içerindeki tek öğretmen okulu olarak bulunan Darülmuallimat’ın bu ihtiyaca cevap vermesi düşünülemezdi.
Ancak Abdülhamid ve reformcu bürokratı Abdüllatif Suphi Paşa’nın geri adım atmaya niyeti yoktu.
Taşra kız rüşdiyelerinde esas işi öğretmenlik olmayan bürokrat ve subay eşlerini bu okullarda öğretmen olarak görevlendirdi.
Elbette öğretmenlik formasyonuna sahip olmayan bu kişilerin verdiği eğitimde çeşitli sıkıntılar yaşanıyordu.
Ancak önemli olan kız çocuklarının okula başlatılmasıydı.
Eğitim taarruzu Misyoner okullarının Anadolu’da giderek yaygınlaşmasıyla birlikte buradan mezun olan gayrimüslim kadınlar da Müslüman çocukların eğitimine katkı verdiler.
Müslimi Gayrimüslimi okumuşu okumamışı el ele vermiş tam bir eğitim taarruzu başlamıştı.
Anadilde eğitimÖğretmen yetiştiren tek kurum olan Darülmuallimat’ın müfredatı nasıldı?
Şu dersler vardı. Mebadi Ulum-i Diniyye, Hesab ve Defter Tutmak Usulü, Resim, Müzik, Lisan-ı Osman-i ve İnşa ve her cemaatin kendi lisanı.
Şimdi buraya dikkat ediniz lütfen.
Her cemaat kendi lisanını da öğrenebilecekti.
Ama temel eğitim Osmanlıca olacaktı. (Bugün neler tartışılmaktadır?)
İlk önce açılan ebe okullarını bir tarafa bırakacak olursak öğretmen okulları kızların eğitim hayatına dahil olmaları ve kamusal alanda ilk defa yetkin bir meslek sahibi olmaları için açılmış eğitim kurumları oldular.
Abdülaziz ile başlayan ve Abdülhamid ile devam eden kız çocuklarının eğitimi hamlesi cumhuriyetle birlikte şaha kalktı.
İlkokuldan üniversiteye kadar eğitimin her alanında yerlerini alan modern Türkiye’nin kızları ayrıca el işi, nakış gibi alanlarda da varlıklarını ispatladılar.
Kıyafet zorunluluğu yoktu
Osmanlı dönemindeki bu büyük eğitim hamlesini başlatan 1869 nizamnamesinde kız öğrenciler için bir kıyafet zorunluluğu var mıydı? Hayır yoktu…!
Yani peçe, başörtüsü gibi bir zorunluluk yoktu.
Yukarıdaki fotoğrafda da göreceğiniz gibi ilkokul sıralarından başlayarak kız öğrenciler gayet rahat kıyafetlerle okullarına gidebiliyorlardı.
Evet, 150 yıllık eğitim seferberliğimizin kilometre taşları işte böyle…
Kızlarımızın daha aydınlık bir geleceğe kavuşmaları için eğitimin zorunlu olduğuna inanan bir neslin torunlarıyız.
Kız okullarının mimarı: Abdüllatif Suphi Paşa Kız okulları projesi onun eseriydi. Biraz çekingen davransa da 2. Abdülhamid’in cesaretlendirmesiyle bu projeyi hayata geçirdi. Osmanlı kabinelerinde bakanlıklar yaptı. Ama asıl unutulmaz hizmeti eğitim alanında oldu.
Özellikle kız okullarında okutulacak müfredatı o hazırladı. Kız okullarının tüm ülkeye yayılması için uğraştı.
Öğretmen açığını kapatabilmek için ülke dışından öğretmen arayışına bile girişti.
Osmanlı’da yaktığı eğitim ateşini Cumhuriyet döneminde oğlu devam ettirdi. Hamdullah Suphi Tanrıöver de babası gibi (Her ikisini, tüm atalarımız gibi  minnet ve rahmetle anıyoruz) Milli Eğitim Bakanlığı görevinde bulundu. Ve Cumhuriyetin milli eğitim politikasına yön verdi. (1-2)
Ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait sayılarla öğrenci-okul bilgileri, (3)
Ders Yılı 1923-24
İlkokul sayısı…………..4.894
Öğretmen sayısı…….10.238
Öğrenci sayısı……..341.941
Ortaokul sayısı……………..72
Öğretmen sayısı ……. …796
Öğrenci sayısı…… ….. 5.094
Lise sayısı……………………..23
Öğretmen sayısı………………?
Öğrenci sayısı…………..1.241
Orta öğrenim düzeyinde..
Öğretmen sayısı……….  .698
Öğrenci sayısı………..   6.547
Yüksek öğr. Öğret. say..328
Öğrenci sayısı………….2.914
Devam edecek…
Resim; eğitimekrani.com’dan alınmıştır.
(1-2-) “Hep inanmamızı istediler. “ Gürkan HACIR ile (http://www.egitimekrani.com/haber.php?haber_id=16271#ixzz1cYYPqH2c)
(3) “Türkiye Cumhuriyeti’nde tek-parti yönetimi’nin kurulması 1923-1931”, Prof. Dr. Mete Tunçay,  Kitabın yazarı, Sayın  Prof.Tunçay Kaynağını da vermektedir.; “1923-24 rakamları, İ. Başgöz-H. E. Wilson, Educational Problems in Turkey, 1920- 1940, s. 233 vd.; 1927-28 ve 1930-31 rakamları ise. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün Millî Eğitim Hareketleri 1927-1966 adlı yayınından alınmıştır.)

Ve gerçekler, Cumhuriyet Osmanlıdan nasıl bir kadın hakları anlayışı devraldı (5)

Osmanlının, “1869 yılında yayınladığı, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne- Eğitim Genel Yönetmeliği- göre kız çocukları için ilkokula devam mecburiyeti konulduğunu, 2. Abdülhamit döneminde  ülkede, “Kız, erkek birlikte eğitim yapılan okul sayısının 3750” olduğu açıklanmıştı. Şimdi, “Kadın hakları Cumhuriyetle birlikte mi geldi?” sorusunun cevabı verilmektedir.
İlk Kez uçan Türk Kadını – Belkıs ŞEVKET  (Kaynak;http://www.hvkk.tsk.tr )
“Çocuk terbiyesi ve müzik öğretmeni genç bir kız olan bayan Belkıs ŞEVKET uçmak için atılımda bulundu…. Tayyare Mektebi Müdürü Veli Bey bu müracaatı hoş karşılamakla beraber kendisinde yetki görmediğinden, 1’inci Kolordu Komutanlığından alınacak yazılı bir izin ile istenen gün ve saatte arzularının yerine getirilebileceğini sözlü ve yazılı olarak bildirdi…
Bu karşılık üzerine dernek 1’inci Kolordu Komutanı Vekili Cemal Bey’e (Mersin’li Cemal Paşa) başvurmuşlar ve gerekli izni yazılı olarak almışlardır. Bunun üzerine 30 Kasım 1913 Pazar günü, hava uygun olmadığı takdirde ertesi gün uçurulmasına karar verilmiştir…
….Türk kadınları, fırsat verildiği takdirde her türlü işi hakkıyla yerine getirebileceklerini ispat etmiş ve Belkıs ŞEVKET Hanım bu cesur girişimiyle gelecek nesil Türk Kadınlarına en büyük mesajı vermiştir….”
Ve “Osmanlı reformları”ndan kadın hakları ile ilgili yaşanan süreç
“Osmanlı devletinin reform sürecine baktığımızda bizi hayrete düşüren şey, eğitim ve meslek alanında kadınların sağladığı gelişmenin. Bati örneklerini ne kadar yakından izlediğidir.
Bunda çok önemli bir faktör, şüphesiz, Tanzimat’la birlikte Batı’yla hızlı bir kültürel bütünleşme sürecine giren Osmanlı gayrimüslimleri olmuştur.
Osmanlı Hıristiyanlarının eski geleneklerinin, Hıristiyan Batı’dan çok Müslüman Doğu’ya yakın olduğu, bu arada belirtilmelidir: örneğin İstanbullu Ermeniler en az 1830’lara kadar peçe kullanmış ve haremlik-selamlık adabını izlemişlerdir.
İlk Ermeni kız ortaokulu Kumkapı’da 1840 yılında açılmış; bunu çok sayıda başkaları izlemiştir.
1880’lerde Harput Amerikan kolejinin (çoğu gayrımüslim olan) öğrencilerinin yarıdan fazlası kızdır. 1882’de Maraş’ta ağırlıkla Ermeni toplumuna hitap eden bir kız koleji açılır.
Ermeni ve Rum kadın sanatçılar, 1870’lerden itibaren İstanbul’un tiyatro sahnelerinde boy gösterirler.
İslam çoğunluğunun —ve devletin— bu değişime ayak uydurması uzun sürmemiştir.  
İslam-Türk kadınlarının toplumdaki konumu, şu dönüm noktalarından geçer:
1857: Osmanlı imparatorluğunda köle ve cariye ticareti yasaklanır.
1859: İstanbul’da ilk kız rüşdiyesi (ortaokulu) açılır. Taşrada ilk kız rüştiyeleri 1883’te açılacaktır. 1906’da tüm imparatorlukta (gayrımüslim okulları hariç) 85 kız rüşdiyesi ve 25 karma rüşdiye vardır.
1869: Dört yıllık ilköğretim kız ve erkek çocuklar için mecburi kılınır.
1895’te ilkokul yaşındaki İslam kızlarının %35 kadarı (712.423 nüfusun 253.349’u) ilkokullara kayıtlı görünür.
1870: Darülmuallimat (kız öğretmen okulu) kurulur.
1873: İlk kadın öğretmen atanır.
1881’de ilk kez bir İslam kadın, bir okul kapanma töreninde söylev verir.
1879: Fransa’dan alınan Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usul Kanunlarıyla, nizami mahkemelerde kadın ve erkeğin şahitliği arasındaki ayrım kaldırılır. (Seriye mahkemelerinde bu ayrım 1924’e kadar korunacaktır.)
1880: İstanbul’da ilk kız idadisi (lise) açılır: Fransa’da ilk kız lisesi de aynı yıl açılmıştır. Ancak İstanbul’daki okul iki yıl sonra ilgisizlikten kapanır; ikinci kız lisesi ancak 1913’te kurulur.
1886: Kadınlar tarafından çıkarılan ilk Türkçe dergi Şükûfezar yayınlanır; dergi, kadınların toplumsal haklarına ilişkin yazılara yer verir.
1893-1907 yılları arasında yayınlanan Hanımlara Mahsus Gazete, dönemine göre yaygın bir okuyucu kitlesine ulaşır. 
1890: İstanbul’da Amerikan Kız Koleji kurulur; önceleri yalnız gayrımüslimlere hitap eden bu okul, ilk Türk mezununu 1901’de verir.
1908: Hürriyetin ilanı sonrasında çeşitli siyasi ve sosyal amaçlar güden 20 kadar kadın derneği kurulur.
1909: Aktif siyasete atılan ilk Türk kadını Emine Semiye Hanım, Osmanlı Demokrat Fırkası yönetiminde görev alır.
1912: Balkan Harbinde Türk hemşireler ilk kez hastanelerde çalışırlar.
1913: Bedriye Osman Hanım telefon idaresinde göreve başlar. Belkıs Şevket Hanım uçak kullanan ilk Türk kadın unvanını alır. Emval-i Gayrimenkule İntikalatina Dair Muvakkat Kanunla, taşınmazların geniş bir kesiminde, kadın ve erkeğin mirastan eşit pay almaları sağlanır.
1914: İnas Darülfünunu (Kızlar Üniversitesi) kurulur.
1917: Hukuk-u Aile Nizamnamesiyle, Müslim ve gayrımüslimler için medeni nikâh mecburiyeti konur; kadınlara boşanma hakkı tanınır; kocanın ikinci kez evlenmesi, ilk zevce açısından geçerli boşanma sebebi kabul edilir.
1918: Savaş dolayısıyla kadınlardan gönüllü amele taburları oluşturulur.
1919: Sultanahmet mitinginde Halide Edip ilk kez kitlesel bir siyasi gösteriye hitaben konuşur.
1920: İnas Darülfünunu talebesinin sınıfları boykotu üzerine, kız öğrenciler Darülfünun’a kabul edilirler. İlk Türk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale İstanbul’da sahneye çıkar.
Sonuç
Gerek eğitim imkânları, gerek mesleki roller açısından Osmanlı kadınının evrimi, görüldüğü gibi Avrupa kadınını çok uzak sayılmayacak bir mesafeden izlemiştir.
Değişim, doğal olarak, önceleri daha çok toplumun kısıtlı bir elit kesimini ilgilendirmiştir. Ancak Avrupa’da da durumun bundan çok farklı olduğu söylenemez. Öte yandan sosyal düzenin temelindeki fark, varlığını sürdürmüştür: kadını kamu yaşamından ilke olarak dışlayan haremlik-selamlık sistemi ve bu dışlanmanın simgesi olan tesettür mecburiyeti ortadan kalkmamıştır.
1908’den sonra İstanbul’da peçesiz sokağa çıkan Türk kızlarının sayısında görülen büyük artışa rağmen, Osmanlı reformu, bu hassas alana dokunmaya cesaret etmeyecektir.
İster istemez burada akla gelen soru, eğitim ve mesleki talepler açısından Avrupalı hemcinslerine benzer bir dönüşümü yaşayan Türk kadınının, özel yaşantısındaki kısıtlamalara –toplumsal ufkunu kapatan perdeye- daha ne kadar tahammül edebileceğidir.
İlk kız rüştiyesinin açılmasıyla, kadının rolünü özel yaşam alanına hapseden haremlik-selamlık sistemi ölümcül bir yara almamış mıdır?
Deri ceket ve siperli gözlükle uçak uçuran kadınlar, çarşıya giderken peçe takmaya ne kadar zorlanabilirler?
Erkeklerle aynı sırada ders okuyan üniversite mezunları, kocalarının çok eşliliğine nasıl rıza gösterebilirler?
Nitekim dikkat edilirse, yukarıdaki listede önceleri eğitim ve meslek konularıyla sınırlı kalan değişimler, 1880’lerden itibaren sosyal yaşantı ve kişi hukukunu ilgilendiren alanları zorlar bir hal almaya başlamışlardır.
Olaya böyle bakınca Atatürk’ün kadın haklarına ilişkin reformları, altmış yıllık Osmanlı reform sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görünürler.
Kaçınılmaz görünen sonuçların, geciktirilmeden, Hızlı ve enerjik bir şekilde uygulamaya konmasında, evet, takdir edilecek bir yan vardır.
Mantıken yapılması gereken işleri senelerce sürüncemede bırakıp çürütmek, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir sorundur.
Atatürk’ün cesur kişiliğinin, buna meydan vermemekteki rolü inkâr edilemez.
Öte yandan, böylesine hassas bir konuda aşın enerjik bir siyasi müdahalenin toplumda birtakım sıkıntı ve tepkiler doğurmuş olması da yadırganmamalıdır.
Doğal akışı içinde gerçekleşecek bir dönüşümü birtakım zorlamalarla hızlandırmaya çalışmanın, acaba uzun vadede dönüşümün hızı ve kalıcılığı üzerindeki etkisi olumlu olmuş mudur?
Aradan altmış yıl geçtikten sonra, tesettürün, bu kez bir çeşit özgürlük simgesi olarak yeniden doğuşunda bu faktörün etkisi gözden uzak tutulmamalıdır.” (1)
*       *      *
Ve çok bilinen bir Bektaşi fıkrası,
Bektaşi’ye sorarlar,
-Aptessiz namaz olur mu?
-Ben kıldım oldu!
Şimdi bu cevaba, “Allah Kabul etsin!” denilir mi?
Devam edecek….
Az bilinen rakamlarla Cumhuriyet ekonomisi…
(1) “Yanlış Cumhuriyet”, Sevan Nişanyan, 2008, 2.ci  baskı, Kırmızı yayınları

Ve gerçekler, Osmanlı Cumhuriyete enkaz mı devretti? Ne yani devretmedi mi! (6)

Dilin kemiği olsaydı eğer,  ‘Modern Cumhuriyet’in, “3-5 eğitimsiz genç teröristtin hakkından gelebilmek için, 10-15 yılda, milyon sayıdaki ordumuza yüzlerce milyar dolar harcadık!” ifadesini kullanırken; döneminin güçlü devletlerinin, yüz yıl boyunca gırtlağına yapıştığı ve aynı anda; Afrika, Balkanlar, Kafkaslar ve Arap çöllerinde cephe açtığı ve bir asırda ancak yere çökertilebildiği Osmanlı gerçeğinin karşısında, “El insaf!”   diyecekti.
“Osmanlı Cumhuriyete bir enkaz mı devretti?” Sorusuna geçmeden evvel,
Osmanlı geri kalmış bir tarım toplumu muydu?” sorusunun cevabı verilecektir.
Cevabı, Harvard Üniversitesinde görevli Prof. Donald Quataert, “Ottoman Manufacturingin the Age of the Industrial Revolution” İsimli eserinde vermektedir.
Merak edenler olursa, bizde de binlerce (Prof. Doç. Dr.)Doktora yapmışlar arasında araştırmacı öğretim görevlilerinin olduğunu ifade edelim.
Rize şehrinde, dokumacılar, her zaman, yüksek kaliteli dokumaların üretimine yönelmişler, hatta 1855 Paris dünya Fuarı’nda Rize kumaşları, birincilik ödülü almıştı. Ayaklı tezgâhlarda üretilen kumaşlar çeşitli kalitelerde çıkıyordu ve her biri beş topluk birimler halinde satılıyordu. Rize de üretilen 40 farklı tür kumaş vardı ve ‘altınbaş’ adı verilen en kaliteli dokuma, şehirde dokunan en ucuz kumaşların 17 katı fiyata satılıyordu…” (s.177)
Maraş şehrinde, 1850’lerin sonlarına doğru dokumacılar, yalnızca pamuk veya yün, kaba, çizgili bir tür kumaş üretiminde yoğunlaşmışlardı. 300 tezgâhta, büyük çoğunluğu Müslüman 1.000 tane “zanaatkar”, ucuz ve sağlam bu kumaş üretiyordu, böylece şehir “bölgede şöhret kazanmıştı”.
Bu tarihten bir süre önce, Manchester ipliği kullanmaya başlamışlar, elle eğirilen yöre ipliği kullanımını neredeyse tamamen bırakmışlardı, bundan dolayı yöredeki üreticiler de pamuk yetiştirmekten vazgeçmişti. 20. Yüzyıl başlarında, Maraşlı dokumacılar, yılda, 292.000 kg ithal kırmızı-beyaz iplik ile yörede eğirilmiş 46.000 kg ipliği kullanıyorlardı. Aktif tezgâh sayısı, 1850’lerden itibaren son derece hızlı bir şekilde, beş-yedi kat artmış, 1907 yılında 2.000’e ulaşmıştı.
Antep’in uluslararası ihracatı 18. Yüzyıl sonlarında sona ermişti, ama şehrin tekstil sektörü önemini kaybetmemiş, artık Osmanlı pazarına yönelmişti. 1850’lerin sonlarına doğru, çok sayıda Antepli, dokumacılık, kumaş boyama ve deri tabaklamaları yapıyordu. (s.182)
19. yüzyıl sonlarında, çeşitli faaliyet yerlerinde ipekçilik kolunda çok sayıda kişi istihdam ediliyordu. Bursa yöresinde, 1900 yılı dolaylarında, 150.000 kişi, tam zamanlı veya yarı zamanlı olarak bu sektörde çalışıyordu; Lübnan bölgesinde de, sektör, aşağı yukarı aynı sayıda kişiyi istihdam ediyordu. Bu sayılara, Halep ve Diyarbakır’da ipekli kumaş üreten dokumacıları, ayrıca Edirne, Selanik ve başka bölgelerde iplik eğirenleri ilave etmeliyiz.
Toplam olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda 400.000’den fazla kişi bu sektörde çalışıyordu. Ne var ki, ipekçilik sektörünün önemi, yalnızca çalışan sayısında değildir.
19. Yüzyılda sektörün geçirdiği evrim, Osmanlı imalatçılığının canlılığı ve Batı ekonomileri ile Ortadoğu ekonomilerinin etkileşimi hakkında bize pek çok şey öğretmektedir.
Dokumacıların yeni koşullara ayak uydurma gücü ve dirençliliği ile Osmanlı ipekli kumaş üretiminin 19. Yüzyıldaki genişlemesi, Osmanlı imalatçılığının can çekiştiğine ilişkin kabullerin temelsizligini çok iyi ortaya koymaktadır.
İpek iplik üretim kolunun öyküsü de, Osmanlı imalatçıların uluslararası ihracat pazarlarında hangi koşullar altında rekabet ettiğine çok iyi bir örnektir. (s.195)
Birbirlerinden çok uzak yerlerde birkaç tane fabrika vardı. İlk özel iplik fabrikası muhtemelen Harput’takiydi: Bu fabrika, daha 1864’te faaliyetteydi. Burada Avrupa makineleriyle pamuk ipliği (ayrıca ipek kumaş ve pamuklu dokumalar) üretiliyordu ve bu iplik bir hayli rağbet görüyordu. Makine ekipmanıyla ilgili sorunlar üretim yapılmasını güçleştirirse de, bu fabrika dönemin sonuna kadar pamuk ipliği üretimini sürdürdü.
Çok sonraları, 1899 yılında, devlet Sivas veya Ankara yöresinde, buhar veya su gücüyle işletilecek bir iplik fabrikası kurulması için imtiyaz verdi.
Elâzığ’da 1903 yılı civarında kurulmuş, başarıyla üretimini sürdüren bir fabrika ve Gelibolu’da 1913’ten önce bir tarihte kurulmuş bir başka fabrika vardı. Bir Müslüman, Manisa’nın ilk iplik fabrikasını 1910’da kurmuştu; 1911 yılında bir İngiliz vatandaşı Manisa’da bir başkasını açtı.
Makineyle iplik üretimi
İstanbul,18. yüzyıldan beri İzmir’de oturan bir İngiliz-Fransız ailesi, İstanbul’da Yedikule’de bir iplik fabrikası kurmuştu. Aile mensupları, fabrika kurma imtiyazını 1886’da almışlar, yaklaşık iki yıl sonra da fabrika açılmıştı. Fabrika, ucuz emek ve imparatorluk içi ticaretten alınan vergilerden muafiyeti sayesinde, iş hayatına parlak bir giriş yaptı. 1890 yılında, fabrikada eğirilen iplik miktarı yaklaşık 1,1 milyon kg.’dı (240.000paket) ve 1897 yılına gelindiğinde,bu fabrikada üretilen düşük kalite iplikler İngiliz ürünleriyle rekabet edebiliyordu.
Fabrikadaki 9.000 çıkrık, Osmanlı tüketicilerinin taleplerini karşılamak üzere, genellikle 3-8 numara, bazen 2-14 numara iplik üretiyordu. Fabrika, Bulgaristan, Mısır, Hindistan, hatta ABD’de önemli ihracat pazarları buldu.
Bir süre, Osmanlı Devleti’ne ait basmahanenin iplik ihtiyacının büyük kısmını karşıladı. Mayıs 1900’de, fabrika, haftada yalnızca iki gün çalışıyordu. 1901 yılında ise, üretim patlaması yaşandı, 2,2milyon kg. (7 milyon kuruşluk 500.000 paket) rekor düzeyine ulaşıldı.
İzmir
İzmir’de bir Fransız ailesi, 1892 yılında buhar gücüyle çalışan bir iplik fabrikası kurdu: Couinery et fils. Bu fabrikanın üretimi iplik ithalatını derhal azalttı. 1901 yılında, 8.000 çıkrıkta yılda bir milyon kg. yerel pamuk işleyen fabrika, İzmir hinterlantlında ve Ege Adaları’nda 8-14 numara iplik satıyordu.
Bu tarihte, 8-10 numara İtalyan ipliklerine ciddi bir rakip haline gelmişti. 1900 yılında fabrikanın iplik ihracatı 307.000 kg. düzeyindeydi… Bir Belçika anonim şirketi 1903 yılında firmayı satın aldı. Birkaç yıl sonra ürettiği ipliğin bir kısmını özel düşük bir gümrük vergisi ödeyerek Bulgaristan’a ihraç etmeye başladı…
İzmir’de ikinci bir iplik fabrikasının kurulduğu 1912 yılında, üretimi on yıl öncesine göre yüzde 20-40 arasında artmıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, iki fabrikada toplam 28.000 çıkrık çalışıyordu
Adana bölgesi
Adana bölgesi, büyük bir işgücü sıkıntısı yaşamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Birinci Dünya Savaşı çıktığı sırada Mısır’dan sonra Ortadoğu’nun en çok pamuk üreten bölgesinin ortasında büyük bir sanayi kompleksi bulunuyordu…
Yalnız Adana’da 600, Tarsus’ta ise 300 çırçır makinesi vardı…
60 çırçır makinesi sahibi olan Mavrumati ailesi, daha 1878 yılında ilk iplik eğirme fabrikasını kurmuştu. Tarsus’taki fabrika su gücüyle çalışıyor, 2.700 çıkrıkta 4-18 numara iplik üretiliyordu.
1890’larin ilk yarısında fabrika, yılda yaklaşık bir milyon kg. iplik üretti. 1900 yılına gelindiğinde, Tripani kardeşler, buhar gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. İki fabrika, günde toplam 8.100 kg. civarında iplik üretiyordu. Bölgenin Mersin’den deniz yoluyla ihraç ettiği iplik, o sırada 3,5 milyon kuruş dizeyindeydi.
Ayrıca, kervanlar, Anadolu’nun iğlerine aşağı yukarı ayni miktarda iplik taşıyorlardı. İki fabrika da giderek üretimlerini arttırdı ve 1902 yılında, 1.000 balya gibi çok büyük miktarda yerel pamuk işlemelerine rağmen, siparişleri karşılayamıyorlardı.
Ama 1903 yılında Avrupa’da yaşanan pamuk sıkıntısı yüzünden, fiyatları iki katına çıkan bölge pamuğu Batı’ya ihraç ediliyordu. Fabrikalar üretimi kıstı, düzenli istihdam edilen işgücü yarıya indirildi.
1907 yılına gelindiğinde, piyasalar yeniden canlanmıştı. Bu sırada bölgede artık üç tane iplik fabrikası bulunuyordu. Yeni fabrikayı, yine Adana’da, Cosma Simyonoglu almıştı. Fabrikada 3500 çıkrık vardı. Üç fabrikadaki toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Yıllık üretim kapasitesi ise yaklaşık 1,6 milyon kg. iplik düzeyine ulaşmıştı. Mısırlı bir Müslüman olan Rasim Dokur, 1901′ de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; bu fabrikada üç yıl sonra 10.800 tane çıkrık bulunuyordu.”
Adana’daki bir fabrika çıkrık sayını 10.000’e çıkardı, 12 saatlik işgününde yaklaşık 4.000 kg. (800-1000 paket) 10-12 numara iplik üretiyordu.
1914 yılında, Tarsus ve Adana’daki iplik ve dokuma fabrikalarında toplam 42.000 çıkrık vardı, bu çıkrıklar 10.000 balya yerel pamuk kullanmıştı. 20 numaraya kadar iplik üretiliyordu ama ağırlık 0-14 numaralara verilmişti. Sektörde canlılık yaşandığı yıllarda dört fabrika, bölgede üretilen pamuğun yüzde 40’ını tüketiyor ve günde 72.000 kg. iplik üretiliyordu. Buda, 1900 yılında bölgedeki iki fabrikanın yaptığı üretimin dokuz katı demekti. Ama fabrikalar, kendi bölgelerinde bile rekabette zorlanıyordu.
Çünkü bölgedeki el tezgâhlarında peşkir ve çarşaf üretilirken, “hem yerli, hem de yabancı iplikler, özellikle İtalyan iplikleri” kullanılıyordu.  Fabrikalar, gerçi Trablusgarp Savaşı’ndan ve İtalya’yla ticari ilişkilerin geçici olarak kopmasından karlı çıktılar ama İtalyan rekabeti daha fazla büyümelerini engelledi.
Selanik ve Makedonya
Makedonya, iplik fabrikalarının en yoğun olduğu bölgeydi. Osmanlı ekonomisi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bu bölgeden yoksun kalacaktı. En eski fabrika Niausta’daydı ve 1870’lerin ortalarında kurulmuştu. 1900’den sonra beş iplik fabrikası daha açıldı.  Küçük fabrikalardan ikisi, yılda 364.000 kg. iplik üretiyordu.
Selanik şehrindeki iki fabrika1878 ile 1885 yılları arasında kurulmuştu. 1885 yılında yıllık toplam üretimleri 540.000 kg.’dı. İngilizlerin işlettiği bu iki fabrika, imparatorluk içi nakliyatta alınan vergilerden muaf tutuluyordu.
1880’lerde her yıl yüzde 25 oranında üretimini artırdı. 1906 yılı civarında Makedonya iplik fabrikaları, 42.900 Çıkrığa sahipti ve yılda 2,9 milyon kg. iplik üretiyorlardı. 1909 yılına gelindiğinde, çıkrık sayısı 60.000’e çıkıştı. Sonra, Selanik Niausta, Karaferia ve Vodena’daki on fabrikada, 70.000 çıkrık (1914 yılı civarında Adana bölgesinde çıkrıklardan 28.000 daha fazla) bulunuyordu.
Selanik fabrikaları hariç, Makedonya’daki fabrikalar 2-3milyon kg. ham pamuk tüketiyordu. Çoğu fabrika, pamuğu bölgedeki çırçır atölyelerinden alıyordu. Örneğin, Serez sancağında 100 çırçır atölyesi vardı.
Bu atölyeleri işletenler, pamuk üreticilerine avans veriyor, hasat zamanı pamuğu alıyor ve doğrudan doğruya fabrika sahipleriyle görüşüyordu. Makedonya’da pamuk üretimi, kurulan fabrikalardan dolayı artmasına rağmen, yükselen talebi karşılayacak düzeyde değildi.
Dolayısıyla, fabrikalar, İzmir, Adana, hatta Halep’ten pamuk alıyorlardı. Örneğin, 1904 yılında, Suriye’den Selanik ve Niausta limanlarına 900.000 kg. ham pamuk gönderildi.
…Fabrikalar, bölgenin iplik ihtiyacının dörtte birini karşılıyor, ayrıca başka pazarlara da satış yapıyorlardı.
….
Bazı Osmanlı imalatçıları, makinede iplik eğirme ve kumaş üretme, daha sonra laboratuvarda üretilen boyarmaddeler gibi yeni teknolojileri benimsemeyecekti. Maliyet düşüren teknolojilerin benimsenmesine engel olan toplumsal seçimler yapıldı.
Mevcut ilişkiler, bazı zanaatkârların gereken değişikliklere yönelmesini önlüyordu, örneğin lonca boyayıcılarıyla lonca dokumacılarının ilişkisi böyleydi. Bu örmekte, fabrika boyalarının kullanmaya başlanması, iki grup arasındaki toplumsal ilişkileri sarsacaktı. Benzer şekilde, eve iş verme ağları, pek çok tekstil merkezinde teknolojik yenilikleri önledi.
Ev sanayiinin genişliği, makine üretimi yapacak fabrikalara yatırımı riskli hale getiren fiyat-ücret yapıları anlamına geliyordu. Yani, fabrika iplikleri, kumaşları ve boyaları kullanan karmaşık dolaşım ağları ortaya çıkmıştı ve bunların varlığı, mekanizasyon yoluyla olacak sınai gelişmeyi engelliyordu.
19. yüzyılda Osmanlı sanayiinin evrim örüntüsünü açıklamakta, Hint ve Japon deneyimleri bize yardımcı olabilir.
Japonya’da, kırsal girişimcilerden oluşan homojen bir tüccar gono sınıfı, piyasayı hem dikey, hem de yatay olarak sıkı kontrol altında tutuyordu. Japon şehirlerinin yiyecek ihtiyacını karşılayarak sermayelerini oluşturmaları ve artığı büyuk ölçekli sanayi üretimini finanse etmekte kullandılar.
Ama Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Hindistan’da, yabancı ve yerli tüccarlar, piyasayı hem yatay, hem de dikey olarak parçalamışlardı.
Dolayısıyla, ekonomi merkezi  ile bütünleşmiş değildi. Ekonominin bu niteliği, herhangi bir tüccar grubunun, daha çok sanayileşmeyi sağlayabilecek sermaye birikimi yapmasını engelliyordu.
En azından Osmanlı örneğinde, Türk, Rum ve Ermeniler arasındaki etnik bölünme, muhtemelen, piyasayı daha çok parçalıyor ve sermaye birikimini daha da zorlaştırıyordu. Osmanlı sermaye sıkıntısını derinleştiriyordu. Tüccarların parçalanmış bir piyasayı paylaşması ve küçük tarımal üreticilik, Osmanlı sanayiine yatırım için çok yetersiz sermaye olması anlamına geliyordu.
Pek çok imalatçı, toplumsal seçimlerinden dolayı değil, kontrolleri dışındaki faktörler yüzünden başarısızlığa uğramıştı. En girişimci bir iplik veya dokuma üreticisi bile, hammadde olmadan çalışamaz.
Yukarıda gördüğümüz üzere, birçok girişimci, uluslararası fiyatların yükselmesiyle boyarmaddelerin ülke dışına gitmesi yüzünden sıkıntıya düşmüştü.
Daha sonra, Amerikan iç Savaşı ve 20. yüzyıl başlarında, Osmanlı ve yabancı tüccarlar doğrudan ham pamuk ihracatına ağırlık verince, elle iplik eğirenler ve dokumacılar hammadde sıkıntısı çekmişti. (s.287)
Bazı önemli üretim merkezleri politik nedenlerle ağır darbe yemişler veya ekonomideki yerlerini kaybetmişlerdi.
Diyarbakırlı dokumacılar, Mehmet Ali Paşa çevrelerindeki toprakları işgal edince, Bağdatlı müşterilerini kaybetmişlerdi (sonradan tekrar kazandılar).
Kayserili tüccarlar ile Karadeniz’de onlar için iplik ve dokuma üretenler, Osmanlı Devleti 1828-1829 savaşı sırasında sınırları koruyamayınca, çok ağır kayıplara uğramıştı.
Bunun üzerine, Trabzonlu tüccarların, Osmanlı mallarını Abaza’ya ihraç etmeyi bırakıp, İstanbul yoluyla Avrupa mallarını ithal etmeye başlaması, politik, diplomatik ve askeri olayların yarattığı koşullar altında rasyonel bir seçimdi.
Ama bu, Osmanlı imalatçıları için felakete benzer sonuçlar doğurdu. Manchester müthiş bir sorundu, ama Rusya sınırları kapanarak Osmanlı ürünlerinin satışının engellenmesi aynı ölçüde büyük bir sorundu.
1877-1878 ve 1897-1898 savaşlarındaki yenilgiler de, zaten ekonomik olarak zor bir dönem yaşayan Osmanlı imalatçılarının geleneksel pazarlarını ve müşterilerini kaybetmelerine neden oldu.
Bir bölgedeki imalat kolu artık faaliyet gösteremez olunca, o sektörde çalışanlar nereye gidiyordu? Bazıları, kuşkusuz, tarım faaliyetlerine eskisine göre daha çok zaman ayırıyordu.
Bu seçenek, tarımsal üretimin görece patlama yaptığı dönemlerde, örneğin Kırım Savaşı’nın ortasında yer aldığı on yıllarda Osmanlı tarım ihracatı rekor dizeylere yükselirken ve 1896 sonrasında çok çekici hale geliyordu.
İmalat sektöründe çalışanlar, pamuk eğirmeyi bırakıp ipek çekmeye başlamışlar, daha sonra da bu işi bırakıp halıcılığa yönelmişlerdi. Elle pamuk eğirmekten vazgeçenlerin birçoğu, bu işe harcayacakları zamanları, ithal iplik kullanıp dokumacılık yaparak daha üretken ve karlı bir şekilde değerlendirmişti.
işte burada, Osmanlı imalatçılığında olumlu değişimin güçlü motoru kendini göstermekteydi.
Gelgelelim, ipek çeken, elle pamuk eğiren, ipek veya pamuklu dokuyan bazı kişiler ölünce, işleri de onlarla birlikte yok oluyordu.
Bu kişiler, muhtemelen, düzenli olarak azalan ücretleri kabul etmişler, hayata gözlerini kapadıkları zaman da yerlerini kimse almamıştı.
Osmanlı sivil bürokrasisinin ve ordusunun olağanüstü genişlemesi, pek çok genç erkeği imalat sektörü dışında işlere yöneltmişti. 1900 yılı civarında, sivil bürokraside bir yüzyıl önce mevcut olmayan yaklaşık 500.000 iş vardı. Benzer şekilde, Osmanlı silahlı kuvvetleri de,19. Yüzyılda sayıca genişlemişti.
Donemin başında, II Mahmut’un ordusunda 120.000 asker vardı, oysa Balkan Savaşları’nda çeyrek milyon Osmanlı çarpışacaktı….” (1)
Evet bizim bildiğimiz (daha doğrusu anlatılan) bir Osmanlı var …
Birde Amerikalı ilim insanının gözünden rakamlarla ve dönemin şartlarına göre değerlendirilen Osmanlı…
Ve….
Osmanlı bir tarım toplumu muydu?” Sorusunun cevabı okuyan vermelidir.
Devam edecek…
Cilasız, katkısız çıplak gerçeklerle….
İsa’nın hakkı İsa’ya….
Varsa Musa’nın hakkı da Musa’ya!
(1)  Prof. Donald Quataert, “Ottoman Manufacturingin the Age of the Industrial Revolution “Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü”, 1993 Cambridge University Press

Ve gerçekler, Atatürk “D i c t a t e u r” mü? Atatürk’ü Koruma Yasası’nı neden DP çıkardı? (7)

Güncelliği nedeniyle bugüne kadar çok tartışılan ancak, sihirbazın şapkasından çıkan kuş misali uydurma ifadelerle anlatılan iki konuya açıklık getiriyoruz..  “Atatürk “Dictateur “mü? “Atatürk’e Muhalefet kanunu”nu, CHP değil de, neden DP çıkardı?
Önce ‘Atatürk’e Muhalefet Kanunu’ nun içeriğini verelim.
Kanun Numarası:    5816
Kabul Tarihi:  Resmî Gazete Tarihi ve No:31/07/1951 – 7872
Madde 1:
Fıkra 1; Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Fıkra 2;Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Fıkra 3;Yukarıki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2:
-Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3:
-Bu Kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re’sen takibat yapılır.
Madde 4:
-Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5:
-Bu Kanunu Adalet Bakanı yürütür.  (Kaynak; www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/956.html)
*   *    *
“Kanunun çıktığı 1951′den günümüze kaç kişinin yargılandığını sonuçlarıyla beraber öğrenmek isterdim. Ancak Adalet Bakanlığı’nın istatistikleri arasında Türkiye’nin bu açıdan çekilmiş toplu bir fotoğrafı yoktu. Sadece 1987-2008 dönemine ait bazı rakamlara ulaşabildim.
Kamuoyunda Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 1951′de yürürlüğe girdi. Menderes Hükümeti’ni seçimden bir yıl sonra bu kanunu çıkartmaya, o dönemdeTicaniler’in Atatürk büstlerine saldırısının yönelttiği söylenir. Gerçek sebep bu mudur?
Bazı kaynaklara göre, bir gecede 17 tane büst kırma olayı oldu. Menderesin nereden geldiğini tahmin ettiği bu saldırılara karşı sessiz kalması düşünülemezdi Fakat asıl sebep bu saldırılar değil.
Atatürk vefat ettikten sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Milli şef dönemi başladı.
Paraların üstünden Atatürk resimlerini kaldırdı, kendi resimlerini bastırdı. İnönü Cumhurbaşkanı iken bile CHP’nin genel başkanıydı.
Menderes Başbakan olduktan sonra İnönü cumhurbaşkanlığından ayrılıp ana muhalefet partisi başkanı oldu.
Yani Menderes bu kanunu çıkartırken, siyasi rakibi olan İnönü’ye “laikliğin bayrağı senin değil benim elimde” mi demek istedi?
Hayır, İnönü’ye “Atatürk senden daha öndedir. Tek adam Atatürk’tür. Siz birinci adam değilsiniz” demiş oldu. Yani İnönü’ye ve İnönücülere karşı Atatürk kartını öne sürdü.
Nitekim, kanunun görüşülmesi sırasında Başbakan Adnan Menderes, CHP sıralarına ölümünün hemen ardından paralardan pullardan kendi reisleri olan Atatürk’ün resimlerini sildirdiklerini hatırlatıyor.
Menderesin Atatürk’ü koruma kanununu çıkarmasıyla İnönü’nün önemli bir atağı sonuçsuz kalmış oldu. Esasen böyle bir kanuna ihtiyaç olmadığını İnönü de Menderes de çok iyi biliyordu.
Bu kanun çıktıktan sonra Menderes döneminde saldırı vs. olmadığı için bir uygulama imkanı olmadı. Kanun, 1960 darbesine kadar kadük kaldı.
Menderes’in idamından sonra, içi doldurularak vizyona sürüldü…
“…Tutanaklara göre, bu kanun TBMM’de görüşülürken, önce “Atatürk’e bağlılık hislerimizin hep beraber ifadesi gayesiyle” Sözleriyle “üç dakikalık ayakta tazim sükûtu” yapılmış.
Demokrat Parti milletvekilleri arasında bu kanuna karşı çıkanlar olmuş tutanaklardan okuduğum kadarıyla. Ama çoğunluğu desteklemiş.
Tabii Demokrat Parti’nin 408 milletvekili gibi çok ezici bir üstünlüğü var mecliste. CHP’nin 69 milletvekili var. Bazı DP’li milletvekillerinin muhalefetine rağmen kolayca çıktı kanun.
Ben size oylamanın dağılımını söyleyeyim: Üye sayısı 487,
-20 milletvekilliği boşta. 288 kişi oy vermiş o gün. Kabul edenler 232,  Reddedenler 50 kişi. 6 kişi çekimser kalmış. 179 kişi oya katılmamış.
Çok ilginç. O dönemde, 50 milletvekilinin red oyu vermesi. Meclis tutanakları, birçok milletvekilinin, böyle bir kanunun çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu gösteriyor. Demokrat Parti milletvekili Halide Edip Adıvar, diyor ki:
-“Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk’ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır.”
“… Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana.”
DP’li-CHP’li vekillerden ilginç görüşler
Demokrat Parti Ankara Milletvekilleri İstiklal Savaşı kumandanlarından Salahaddin Adil ile Osman Şevki Çiçekdağ de karşı çıkıyor. Anayasanın ruhuna ve Atatürk’ün mefkuresine uygun olmadığını söylüyorlar.
Çanakkale Milletvekili Bedi Enüstün “… Ben şahsen Atatürk’e bir kutsiyet izafe edebilir ve mabedim olan kafamın içinde kendisine tapabilirim Fakat millete mal olmuş inkılapları, reformları bir şahsın taştan veya topraktan yapılmış heykelinde arayan ve bir kağıt üzerindeki resminde sembolize eden dimağlardan ileri demokratik hamleler beklenemez.
Bendenizce bu layihanın kabulü Atatürk’ün ruhuna hürmetsizlik sayılır” diyor.
Çankırı milletvekili Kazım Arar da ilginç bir konuşma yapmış.
Şöyle diyor:
-”Atatürk’ün kapatılacak, gizlenecek, söylenmesinden tevakki edilecek bir tarafı mı vardı ki milletin ve matbuatım ağzını kapatalım.
-“… Arkadaşlar, Atatürk’ün inkılabı ve eserleri hakkında mevzuatımızda kafi derecede müeyyide vardır. Eğer kafi gelmiyorsa artıralım fakat şahıslar hakkında kanun çıkarmayalım. Böyle bir usulü biz ihdas etmeyelim.
-Her men edilen husus daha ziyade aleyhtar toplar. Bence bu kanun Atatürk’ün lehinde değil bizzat aleyhinde bir kanundur.”
DP Konya Milletvekili Abdurrahman Fahri Ağaoğlu da hükümeti, “faşist bir memleketten aynen alınan ceza kanununu değiştireceğine daha da totaliter bir rejimi devam ettirmekle” suçluyor, antidemokratik bulduğu bu tasarı ile “Biz rahmetli Atatürk’ün yolundan ayrılıyoruz” diyor.
“…Kanunun görüşülmesi sırasında CHP’lilerin tavrı da ilginç. Mardin Milletvekili Kamil Boran, yasa hakkında muhalif bir konuşma yapıyor. Diyor ki,
-”Eğer bugün Türk vatanında Atatürk’ü sevmeyenler, Atatürk’ün bugünkü Türkiye’yi yaratan inkılaplarını benimsemeyenler varsa, Meclis ve Hükümet el ele vermeli, ceza tehdidiyle değil, kafalara ve gönüllere hitap ederek bu gibilere Atatürk’ü sevdirmeye ve inkılaplarını benimsetmeye sây etmelidir”.
Görüldüğü gibi, meclis müzakerelerinde gereken her şey söylenmiş. Ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Ama hükümetin getirdiği bir tasarının reddedilmesi de düşünülemez…
“…Yayla öncesinde, Ahmet Altan’a Atakürt başlıklı yazısından, İpek Çalışlar’a Latife kitabından dolayı dava açılmıştı. Yayıncılardan Ragıp Zarakol, Fatih Taş, Ahmet Önal, şairlerden Can Yücel var. Suçlananlar arasında çevirmenler de olmuştu, bazı dernek üyeleri de.
Evet, son dönemdeki örneklere bakıldığında daha çok, sol aydınları kurcalıyorlar. Yakın tarihle ilgili davalar da var.
Hatta Demirel’e soruldu. “Bandırma vapuru ile ilgili. Hiç köhne bir vapur değilmiş, çok gelişmiş bir vapur imiş… Hatta Atatürk’e Padişahın bizzat para verip Anadolu’ya gönderdiği. Daha bunları konuşmanın zamanı gelmedi diyor Demirel.
Böyle sanal bir tarih anlayışı oluşturulmuş. (1)
*       *      *
Bu pencereden bakıldığında;
-“Atatürk’ün büstleri kırılıyor ve Demokrat Parti, Atatürk’ü koruma yasası” çıkarıyor.”
Biz böyle düşünmüyoruz. Bu karşı düşüncemizin bir esinti kaynağı veya önceden yapılmış benzer bir açıklaması olmadığını (görmediğimizi) belirtelim.
Bu noktada DP, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Adnan Menderes’i tanıtmamız gerekmektedir.
DP’nin Genel Başkanı, Adnan Menderes. Kurucusu, Celâl Bayar, Kuruluş tarihi, 7 Ocak 1946′dır.
Kurucu, Mahmut Celâleddin Bayar (1883-1986) Manisa mebusu Türkiye Cumhuriyeti eski milletvekili, bakan, Atatürk’ün son başbakanı ve üçüncü cumhurbaşkanı.
Celâl Bayar, ilk ve orta öğreniminden sonra memuriyet hayatına atıldı. Ziraat Bankası’nda görev almış Bursa’daki çalışmalarını Deutsche Orientbank ‘ta sürdürmüştür. Daha sonra İttihad-ı Milli bankasında çalışmıştır.
1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. 1918 yılında Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti’ne girdi.
1913 yılı sonunda İzmir’e gelen Celâl Bayar, İttihat Terakki Cemiyeti’ne katmak için spor yapan ve aralarında Adnan Menderes’in de olduğu Altay’lı gençleri davet etti…
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Saruhan (Manisa) Milletvekili olarak görev aldı. 1921′de İktisat Vekili oldu…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda mücadele adamı, politikacı ve iktisatçı olarak temayüz etti. Hindistan Müslümanlarının Türk İstiklal Harbine yardım olarak aralarında toplayıp gönderdikleri altınları kullanarak, 1924 yılında Mustafa Kemal’in emriyle Türkiye İş Bankası’nı kurdu ve bu Banka’nın ilk Umum Müdürü oldu.
Çok partili siyasi hayata geçilmesi üzerine 1946 yılında arkadaşları ile birlikte Demokrat Parti’yi kurdu ve başkanlığına getirildi. Demokrat Parti genel başkanı Celal Bayar’ın,
-1948 yılında, dönemin “Milli Şef”i İsmet İnönü’nün demokratik seçimlere izin vermesi için
-”Devr-i Sabık yaratmayacağız” (yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız.)
Demesinden sonra bazı DPliler partilerinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948′de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde, Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi’ni kurdular.  (2)
Bize göre buradaki şifre;
“Devr-i Sabık yaratmayacağız” yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız) İfadesidir.
Bunu kim ifade etmektedir?
DP’nin kurucusu, İş Bankasının Umum Müdürü Mahmut Celal Bayar,
Burada konuyu biraz daha açmak adına  gelecek yazıda Affairismeanlatılacaktır.
Güncelliği nedeniyle Atatürk ve Dictateur konularına baktığımızda;
1) Tartışma konusu olan, dictateur” mü?  sorusunun cevabını 1930 yılında bizzat Atatürk  vermektedir. “Bugünkü manzara aşağı yukarı bir d i c t a t u r e manzarasıdır ve Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir.” (3)
2) “….Kurşuni üniforması içindeki Mustafa Kemal, bir köşede, sinirleri bozulmuş fakat ses çıkarmadan onları seyrediyor, atılmak üzere olan yabanıl bir bozkurt gibi gergin oturuyordu.
Komisyon teklifin karşısındaydı. Bir üyesi bile teklifin lehine konuşmam işti. Kaybedecekti.
Ne ki, daha ilk rauntta kaybetmeyi göze alamazdı. Önemsiz şeyler hakkında yapılan bu amaçsız, sonu gelmez tartışma onu kızdırmıştı. Sinirleri iyice bozulmaya başladı. Bu malumatfuruş budalalar sürüsü, ölü bir kurumun yozlaşmış yapısını destekleyecek materyal bulmak için kelimelerle oynarken, Gazi, egemen olarak kendisi bütün gün oturup bekleyecek miydi?
Ansızın bütün kontrolünü kaybetti. Öfkeden titreyerek, homurdanarak bir masanın üzerine sıçradı ve toplantıyı durdurdu.
-”Efendiler, Osmanlı Sultanı egemenliği halktan zorla almıştır,” dedi “ve halk şimdi zorla onu geriye alıyor. Saltanat Hilafet’ten ayrılmalı ve kaldırılmalıdır.
Bu görüşe katılır ya da katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun bu gerçekleşecektir, bu arada bazılarının kafaları kesilse dahi.”
Diktatör emirlerini vermişti. Saygıdeğer başkan ayağa kalktı ve konuştu: “Efendiler,” dedi, “Gazi bize meseleyi bizim ele aldığımızdan çok farklı bir bakış açısından izah etti.”
Mebuslar tehlikeden kurtulmak için aceleden birbirlerini ite kaka Meclis’e bu önerinin yasalaştırılmasını tavsiye etmeye koştular; Saltanat kesinlikle Hilafet’ten ayrılmalıydı; Saltanat’ın kesinlikle ilga edilmesi ve Vahdettin’in ülkeden çıkarılması şarttı.
Uzun giysilerinin eteklerini kavuşturarak, bu zincirsiz bozkurt üzerlerine atlamadan önce savuşabilmek için kaçıştılar.
Meclis, tasarıyı görüşmek için hemen oturuma geçti. Tartışmaya başladılar. Mustafa Kemal, Meclis’in genel havasının kendisine karşı olduğunu anlamıştı. Bir an evvel oylamaya geçilmesini sağlamalıydı. Her ne pahasına olursa olsun kazanması şarttı. Kişisel taraftarlarını toplantı salonunun bir tarafına topladı ve derhal açık oylamaya geçilmesini istedi.
Kimi mebuslar tasarının ad okunarak oylanmasını talep etti. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Taraftarları silahlıydı; içlerinden bazıları her şeyi yapabilecek karakterdeydi; emir alırlarsa silahlarını hiç duraksamadan kullanacakları kesindi.
“Meclis’in oybirliğiyle kabul edeceğinden eminim” dedi. Sesinden bir tür tehdit seziliyordu ve taraftarları da ellerini bellerine atmışlardı. “Ellerin kaldırılması yeterlidir.” (4)
Affairisme ve D i c t a t e u r konuları bittiğinde Osmanlı’ya kaldığımız yerden devam edeceğiz.
(1) http://www.nuriyeakman.net/dp-atatuerkue-koruma-kanununu
(2)   Dışişleri Bakanlığı Sitesi ile Vikipedi’den alıntıdır.)
(3) (Derleyen Cemal Kutay, ‘Serbest Fırka Olayı,* Fethi Okyar’ın Kendi Elyazısı ile Hatıraları. Tercüman, 5 Aralık 1978)  Kaynağın yayınlandığı kitap; “Türkiye Cumhuriyeti’nde tek-parti Yönetimi’nin kurulması ” Prof. Dr. Mete Tunçay)
(4) (Bozkurt, H.CC. ARMSTRONG. 1.Baskı Mayıs 2005 NOKTA KİTAP)

Ve Gerçekler… Atatürk’ü Koruma Kanunu, Gerçekte Kimi ve Neleri Korumaktadır! (8)

Atatürk “Dictateur “ mü?  Sorusunun cevabı, tarafların ve şahitlerinin ifadeleri ile verilmiş, “Atatürk’ü koruma Kanunu”nun, aslında başka olayları perdelemek için mi kullanıldığı sorusu ile yazı noktalanmıştı. Bugüne kadar karanlıkta kalan bu konu da yine taraflarının ve şahitlerinin ağzından aşağıda verilmektedir.
Yazılarımızı okuyanların bir kısmı anlaşılan tarihi meseleler ile ilgili içeriklerin, kişisel görüş ve yorumlarımız olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle tarih konusundaki yazı anlayışımızı bir kez daha açıklamakta yarar olacağı düşünülmektedir.
Tarihe mal olmuş bir konu yazılmadan evvel, konu ile ilgili iddia ve karşı iddiaları, hem yerli, hem de yabancı kaynaklardan tarar, kaynakları ve dip notları kaydettikten sonra ancak yazım safhasına geçeriz.
Bu nedenle, yazılarımızda kaynağı gösterilerek verilen bilgiler, olayın taraflarının veya birinci dereceden canlı şahitlerinin görüşleridir. Açık ifadesi ile içerikler; duyum, dedikodu ve kişisel yorumumuz değildir.
Geçen yazıdan kısa bir özetle kaldığımız yerden devam ediyoruz.
“Atatürk’ün büstlerinin artan bir şekilde kırılması nedeniyle, DP kurucusu Celal Bayar ile Adnan Menderes, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu  çıkardıklarını ifade etmiş ve bugüne kadar da kamuoyunun nerede ise tamamı bu anlayışı genel kabul olarak değerlendirmiştir.
Ancak, biz bahse konu kanunun çıkarılma nedeninin bu olduğunu düşünmemekteyiz. Bu görüşümüzün bir esin kaynağı, destekleyen bir yazı da bulunmamaktadır. Elbette okumadıklarımızın arasında bulunması ihtimaldir.
Tam bu noktada Demokrat Parti’nin (DP) kurucularından bahsetmemiz gerekmektedir.
DP’nin kurucusu, Mahmut Celâleddin Bayar (1883-1986) Manisa mebusu, Türkiye Cumhuriyeti eski milletvekili, bakan, Atatürk’ün son başbakanıdır… İsmet İnönü’nün de  11 Kasım 1938 – 25 Ocak 1939 tarihlerinde başbakanıdır…
….Hindistan Müslümanlarının Türk İstiklal Harbine yardım olarak aralarında toplayıp gönderdikleri altınları kullanarak, 1924 yılında Mustafa Kemal’in emriyle Türkiye İş Bankası’nı kurmuş ve bu Banka’nın da ilk Umum Müdürlüğünü yapmıştır…
“…Demokrat Parti genel başkanı Celal Bayar’ın, 1948 yılında, dönemin “Milli Şef”i  İsmet İnönü’nün demokratik seçimlere izin vermesi için, “Devr-i Sabık yaratmayacağız” (yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız.) demesinden sonra b a z ı D P li l e r   p a r t i l e r i n d e n   i s t i f a   e d e r e k , 19 Temmuz 1948′de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde, Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi’ni kurdular.
Bize göre, “Atatürk’ü Koruma Kanunu” ile ilgili şifre;
“Devr-i Sabık yaratmayacağız” yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız) ifadesidir.
Bunu kim ifade etmektedir?  Eski Halk Fırkası (CHP) milletvekili, bakan ve Atatürk’ün son başbakanı…
Celal Bayar, hem Atatürk, hem de İnönü döneminde başbakanlık ve bakanlık, hatta İş Bankası’nın genel müdürlüğünü yapmamış mıdır?
Özetle sürecin içerisinde değil midir?
Burada tekrar sorulması gerekmektedir…
Aslında kimi, kimleri sorgulamayacaktır? Bu sorunun cevabı, şifrenin de anahtarıdır.
Ve…
-Tek parti döneminde meselelerinizi sorgulayamazsınız.
-Meseleleriniz ancak çok partili hayata geçtiğinizde sorgulanır hale gelecektir.
-Birde bizde kurulan partiler tek parti iktidarının gölgesinde olmuştur.
-Görüntü bugüne kadar kafa karıştırmıştır.
Ve…
Bu durumda Türkiye’de çok partili hayata geçmek için kurulan siyasi partilerin kurucuları;
-Gerek Atatürk’ün arkadaşı Fethi Bey’e kurdurduğu ve halkın yoğun ilgisi nedeniyle birkaç ayda kendisi tarafından kapatılan siyasi parti ile,
-Gerek İsmet İnönü’nün döneminde kurulan (veya kurdurulan) ikinci siyasi partinin kurucuları olan Celal Bayar’da sistemin içerisinde gelenlerdir.
Ve…
Celal Bayar’ın partisi de, askerler tarafından yapılan bir darbeyle ve idamlarla sonuçlandırılmıştır.
Ve…
Cumhuriyet halk egemenliği ise, bu olanlar ne anlama gelmektedir?
DP’nin kurucusu Mahmut Celal Bayar’ı ve onun ifadesi ile o dönemin, “yanlışlarını ve yolsuzluklarını” anlatmak için aslında çok uzun bir hikâyenin anlatılması gerekmektedir. Bu mümkün olmadığı için önemli olanlarının altı çizilerek özetle aşağıda verilmektedir.
İşte Affairisme ve o dönemlerin Türkiye’si….
-“Devlet desteği ile özel teşebbüs yaratma düşüncesinden yararlanarak birdenbire zengin olanlar arasında kazandıkları paralarla yatırım yapıp kalkınmamıza hizmet edenler çıksa bile, ben bu yolu sakat ve tehlikeli bulmaktaydım. Bir kere zenginliğin kaynağı devlet oluyordu. Gümrükleri yükselten, demiryolu yapımı için müteahhitlere bol para veren, dövizsizlik yüzünden mal gelemediği için karaborsayı yaratan devletti.
-Bu gibi yollarla çabuk para kazananlar endüstriye yatırım yapsalar bile, çok kolay ve çabuk para kazanmak için kapkaç sanayi kuracaklardı.
-Han bodrumlarında, mahalle aralarındaki salaşlarda, eski binalarda fabrikalar mantar gibi yerden bitiyor, en adı cinsten çıkarılan malları piyasada dünya fiyatlarının bir iki misli yükseğine satılıyordu. Bu devirlerde hiçbir özel teşebbüsün modern bir fabrika kurduğu ya da çekirdekten yetişmiş sanayi erbabının işini modernleştirdiği görülmemiştir.
-Dışarıdan çubuk halinde çelik teller getirip (çünkü sanayi hammaddesi diye bunların ithali kontenjan dışıydı) zımba makinasında bunları çivi hâline sokan ve dört misli fiyata satan açıkgözler çıkmıştı. Bizde böyle gözü açık insanlar az olduğundan, hatta bulunmadığından, bunların hemen hepsi dilimizi dahi konuşamayan vatandaşlarımız ya da ecnebi oluyordu tabii hepsinin paravana olarak kullandıkları. Çoğu iktidara yakın adamları vardı. (a)
-“Türkiye daha fazla fabrika kaldırmaz…
-”Türkiye’de daha fazla fabrika kurmak için yer yoktur. Türkiye şeker eksiğini dışarıdan ithal edecektir.’
‘Son istihsal haddi 65 bin tondur… Daha fazla istihsal (üretim) edersek fabrikalar dayanamaz’ denildi. Ve bu tertibe, bir de dokunulmaz isim bulundu: “İnönü Projesi”
‘Hem de bu arada şeker ithal izni tek elde toplamak için bir de özel şirket kurulmuştu. Bu özel şirketin aktif yürütücüsü mesela bir şeker kralı vardı. İdare meclisinde bazı isimler görülüyordu…
‘Ama şirketin ne yeri, ne yurdu, ne depolama, sevk etme tesisleri, ne büroları vardı. Ama Türkiye’nin büyük miktarda şeker ithalinde gene bu şirket sahnedeydi.
Şekerle ilgili daha bazı işlerde elinde toplanmıştı. Eldeki dört şeker fabrikasının 1939’da mesela bütün istihsali 42 bin tona indirilmişti (*)
(*) Şeker ithalatı 1934 ve 1935’te 2-3 bin tona kadar inmiştir. 1935 -1939 döneminde iç tüketim düşük seviyede tutulduğundan, İthalat yılda ortalama 30 bin ton olmuştur.
“Ama 1939 da bu işler kontrol altına alınıp da, “İnönü Projesi”, denilen ve onu tertip edenlerden başkası tarafından görülmeyen proje ve şirket de ortadan kaldırılınca, O sene dört şeker fabrikasının istihsalatı (üretimi) 90 bin tona çıktı. Sonra da 120 bin ton! “
Hem fabrikalar da çalıştı, (yüksek üretim nedeniyle nedeniyle!) parçalanmadı. Şeker ziraatı genişletildi, yayıldı. Ve bugün Türkiye’de 16 şeker fabrikası çalışır, istihsal ise 42 bin ton değil 450 bin tondur.
Hatta Türkiye 1 milyon ton şeker istihsal edebilir.
Öyle sanıyorum ki, çeşitli şekillerde şeker etrafında düğümlenen bazı teşebbüsler ve hele özel şirket işi Türkiye’ye devlet nüfuz ve imkânlarına arkasını dayayarak özel sektörün zaferi gibi gösterilen işlerden biridir. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci adam, Cilt, I, s.452)
Bu örnek, memleketin sanayileşmesine hizmet etmek amacıyla kurulmuş bir bankanın yönetici grubunun tutumunu göstermek bakımından da dikkat çekicidir.
Banka, şeker fabrikalarının ortağıdır. Çıkarı teorik planda ithalinin önlenmesi ve iç üretimin geliştirilmesi olmalıdır diye düşünülebilir.
Fakat ithal malı şeker o kadar ucuzdur ki, bunu ithal edip içeride yüksek fiyatla satmak çok daha kolay ve karlıdır. Bunun için içeride şeker satış tekelini ele geçirmek yeterlidir.
Nitekim (Ünlü)  Hayri İpar ile işbirliği halindeki nüfuzlu İş Bankası Grubu şeker ticaretini ele geçirdikten sonra, Atatürk Bulvarı üzerinde bugünkü Meclis’in karşısında içinde iki güzel sekreter bulunan bir büro tutmakla, şeker ithalinden sağlanan büyük karları paylaşmışlardır.
İthal işi dahi şeker fabrikaları tarafından yürütülmüş, kar “TEC şirketi” ne devredilmiştir. Üretimini kısan şeker fabrikaları ise, zarar etmiş ve devletin yüksek teşvik ve himayesi ile girişilen sanayileşme hareketi, devlete en yakın eller tarafından baltalanmıştır.
İş Bankası’nın giriştiği cam sanayiinde de durum farklı olmamıştır. Bankanın sahip olduğu Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda —bir kararname ile, 25 yıl süreyle 8 ilde başka fabrika kurulamaması hükmü sağlanarak fabrikaya tekel hakkı tanındığı halde — üretim sınırlı ve çok az çeşitli tutulmuştur.
Mamullerin satış tekeli “Kale Grubu” denile “Karoka ve Ortaklarına” verilmiştir.
Bu Musevi grubu yüksek fiyatlı satışlar ve ithalat yoluyla, fabrika ve milli sanayi aleyhine, yüksek karlar sağlamıştır.
Musevi tüccar grubunun bu işte yalnız olmadığı, milli sanayi kurmakla yükümlü nüfuzlu özel teşebbüsçülerle ortak çalıştığı açıktır.
Meseleyi resmen inceleyen Şevket Süreyya Aydemir bu konuda şunları söylemektedir:
“Affairisme”in İş Bankası etrafında ve asıl koruyucusuna haber verilmeden, buna benzer (şeker işi gibi) anlaşmaları olmuştur.
Mesela bankanın yüzde 99 hissesine sahip olduğu ve fiilen idare ettiği Paşabahçe Şişe ve Cam fabrikası mamullerinin satışı, bu işe 1939’da yeni hükûmet el koyuncaya kadar, İstanbul’da bir Musevi grubuna, imtiyazlı bir şekilde kapatılmış gibiydi.
Bundan başka, bu fabrikanın ‘Avrupa fiyat seviyesine uygun’ diye geçirilen fiyatlarının, bu grup tarafından Almanya ve Polonya’dan yapılan ithalat fiyatlarının üç misli üstünde olduğu, fakat iç satışların hep beraber bu yanlış fiyatlar üzerinden yürütüldüğü grup bürolarında yapılan incelemelerde meydana çıkmıştır.
Böyle bir fiyat iddiası yürütmeye esas tutulan vesikanın, matbaada basılmış, imzasız, sahipsiz ve asılsız bir Almanca yazı olduğu tespit edilmiştir.
Bu misalleri çoğaltabiliriz. Hülasa “affairisme”, Türkiye’de işlemiştir ve Celal Bayar’ın daha önce makalesinden alınan parçada ifade ettiği gibi, hükûmet her şeyi kendi yapmak, özel teşebbüse yer vermemek meylinde olmamıştır.
Aksine olarak özel teşebbüse bağlı tertipler hatta bizzat devlet kontrolünün yürütülmesi gereken sahalara bile nüfuz ederek, işlemek imkânını bulmuştur.
Bu tertiplerin en küçük bir kontrole tahammülü olmadığı da meydandaydı. Nitekim bu neticeler ortaya konulunca. Bu işlerin bağlı bulunduğu Umum Müdür işin esasını meydana vuran beyanlarla görevinden çekilmek zorunda kalmıştır» ’Şevket Süreyya Aydemir, İkinci adam, Cilt, I, S.453 (b)
İş Bankası Grubu, üçüncü bir iş olarak kâğıt sanayiine el atmak istemiştir. (1)
Kaynak kitap; ”Türkiye’nin Düzeni”, Doğan Avcıoğlu
(a)  Ahmet Hamdi Başar, (TBMM üyesidir. 1948 Türkiye İktisat Kongresi’nin tertiplenmesini sağlamıştır. Milli Mücadelenin içerisinde yer almıştır.) 12 Ağustos 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunun üzerinden beş-altı ay geçmeden, Ankara’ya giderek, Atatürk’e gerici unsurların destek olduklarını, partiye akın ettiklerini, buna hâkim olamayacağını, bu hareketin Atatürk’ün kendisine de karşı olduğunu anlatarak partinin kapatılmasını talep etmiştir. Anılarında;  Atatürk, “Bu vefasızlık neyin nesi?” diye sorduğunda Atatürk’e büyük bir nezaket içerisinde “ Halk dışarıda kaldı” yanıtını verdiği yazılıdır. (*) Ertuğrul Mavioğlu yazısı.
(b)  Şevket Süreyya Aydemir, 1932 yılında Atatürk’ün isteği üzerine Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte Kadro dergisini çıkartmıştır.  Dergi kapatıldığında Ticaret Mektebinde müdür olan Aydemir,  Ankara Belediyesi ve İktisat Bakanlığı’nda çalışmıştır.

Ve gerçekler, “Atatürk’ü Koruma Kanunu”, Büstleri mi, yolsuzlukları mı korumaktadır! (9)

Özetle, DP’nin kurucusu Celal Bayar, Halk fırkası (CHP’nin de)kurucularındandır. Atatürk ve İsmet İnönü’ye başbakanlık, mebusluk, bakanlık, İş Bankasının umum müdürlüğü yapmış bir siyasetçi olarak sistemin içerisinden gelmiştir. Celal Bayar’ın, 1948 yılında, dönemin“Milli Şef”i İsmet İnönü’ye demokratik seçimlere izin vermesi için, iktidara geldiğimizde “Devr-i Sabık yaratmayacağız“  -yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız.- Demesi üzerine bazı DP’liler partiden istifa ederek 1948 de Mareşal Çakmak önderliğinde Millet Partisi’ni kurmuşlardır.
Cumhuriyet, demokrasi ile üzeri her nasılsa örtülen büyük yolsuzluklar…
-Tek parti döneminde ülke meselelerini sorgulayamaz, kimseden hesap soramazsınız.
-Meseleler ancak çok partili hayata geçildiğinde sorgulanır hale gelebilmektedir.
-Bizde (şeklen) çok partili olmak adına kurulan siyasi partiler, hep tek parti iktidarının gölgesinde olmuştur.
-İlgili dönemde çok partili siyasi hayattan amaçlananlar, açık olarak bir halk idaresi-egemenliği değilHalkın patlamaması ve dışarının yoğunlaşan baskısının gazının alınması operasyonudur.
-Gerek Atatürk’ün kurdurduğu,“Serbest cumhuriyet fırkası” Başkanı Fethi Bey,
-Gerek İsmet İnönü’nün döneminde kurulan (veya kurdurulan) Demokrat Parti’nin kurucusu Celal Bayar, sistemin içerisinde gelen –en mutemet- insanlardır.
Bu durumda, (demokrasisiz) cumhuriyetler, halkın idaresi, halkın egemen olduğu sistemler midir?
Yoksa rejimin adının, “Cumhuriyet” olması her şeyi halletmekte midir?
Ve kaldığımız yerden çok kısa özetler halinde devam ediyoruz…
“…İş Bankası Grubu, üçüncü bir iş olarak kâğıt sanayiine el atmak istemiştir.
“Bu alanda da, kâğıt tekeli kurulacak ve Milli Sanayi kurma gerekçesiyle üretimden çok kâğıt ithaline yönlenecekti, İsmet Paşa’nın ağırlığını koymasıyla, bu teşebbüs önlenebilmiş ve kâğıt sanayii devlet eliyle kurulmuştur.
Ama olay, İş Bankası’na ve kudretli politikacılara dayanan grubun büyük gücünü göstermek bakımından dikkat çekicidir.
İnönü’nün 1937 yılında başbakanlıktan ayrılmasında, ileri sürülen görünüşteki sebepler ne olursa olsun bu grubun önemli bir rolü bulunsa gerektir…”
“…Yeni cumhuriyetin en önemli ailesi İparlar 30 yıla damgasını vurmuştu. Mehmet Hayri İpar, Mudanyalı bir öğretmen-subaydı. Yeni kurulan cumhuriyetin “Türk zengini” yaratma gayretinin ürünü oldu. Çevresinde “Atatürk’ün müteahhidi” olarak tanındı. Boğaziçi’nden Büyükada’ya kadar sayısız mülk edindi.
“…Yeni cumhuriyetin ilanıyla birlikte müteşebbis fikirlere karşı duyulan ihtiyaç had safhaya ulaşmıştı. Ticaretin Rum, Ermeni ve özellikle Yahudi azınlıkların elinden kurtarılması hedefleniyordu.
Atatürk, içinde Mehmet Hayri Rüştü’nün de bulunduğu bu güçlü müteşebbislere kalkınma yolunda büyük bir güven duymaktaydı.
Bu güven, bu kişilere devlet adına yollar, fabrikalar, köprüler yapma görevi verilmekle kendini gösterecekti. Bu süreçte Mehmet Hayri Rüştü’nün adı, çevresinde, “Atatürk’ün müteahhidi”ne çıkacaktı.
O günlerde bazı milletvekilleri ve tüccarlar Trakya’da bir şeker fabrikası kurma girişiminde bulunmuşlardı. Bu çabalar sonucunda 14 Haziran 1925 tarihinde İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları T.A.Ş. adıyla bir şirket kuruldu.
Şirketin hissesinin yüzde 68’i İş Bankası’na, yüzde 22’si milletvekilleri ve içlerinde Mehmet Hayri Rüştü’nün de bulunduğu tüccarlara, yüzde 10’u da Ziraat Bankası’na ve il özel idaresine aitti.
Alpullu’da kurulacak ilk Şeker Fabrikası’nın temeli 22 Aralık 1925 günü atıldı. Fabrika 26 Kasım 1926’da faaliyete geçti. Fakat bir süre sonra çeşitli nedenlerle şirket zarar edince, devlet şirkete sermayesinin dörtte birini aşan miktarda yardımda bulundu, vergi muafiyetleri getirdi ve üretilen şekerin tümünü satın almayı taahhüt etti.
Fakat geçen 10 yıllık süreç sonucunda bu şirket başarıya ulaşamadı. Şirket, 1935 yılı Temmuz ayında Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.’ye devredilerek devletleştirildi…
Hollywood’da yıldız oldu
Yazları Çiftehavuzlar’daki köşkün iskelesine bağlı olan ünlü “İpar Kotrası” dostu düşmanı kıskandıracak kadar lükstü… Dünyanın geçirdiği ekonomik buhran ya da “Varlık Vergisi” İpar’lardaki bu lüks ve gösterişli yaşamı etkilemedi bile.
Çünkü dönemin siyasileriyle İparlar arasında büyük bir dostluk vardı.
Ancak bu mutlu günler II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Mehmet Hayri İpar’ın işleri yine yolunda gidiyordu ama o, Türkiye’nin de savaşa gireceğine inandı. O günlerde Mehmet Hayri İpar savaşa girme ve servetine el konulması korkusuyla yaşıyordu. Ailesinin saadeti için derhal bu duruma bir çare bulmalıydı.
Mehmet Hayri İpar, ailesine tek kurtuluş olarak ABD’de yaşamayı uygun görmüştü. Çünkü savaşa şimdilik en uzak ülke ABD’ydi. İpar Ailesi bir arkadaşlarının aracılığıyla en kısa zamanda Los Angeles’ta Beverly Hills semtinde muhteşem bir malikâne satın aldı…. (Meraklısı devamını bu adresten öğrenebilir.(http://www.chronicledergisi.com/ataturkun-muteahhidinin-hikayesi/)
“İş hayatında suyun başını tutan bu grup, Türkiye’nin sanayileşmesini istediklerine ve kalkınma yolunda önemli işler yaptıkları hususunda ilgilileri inandırmış gözükmektedirler.
(Bu konuda) Yakup Kadri Karaosmanoğlu şunları yazmaktadır:
-“…bir İş Bankası vardır ki, hemen bütün sınai ve ticari teşebbüslere yardım etmekte ve hatta çoğuna bizzat katılmakta, bu mali müessesenin başında bulunan ise, Mahmut Celal Bey’den başka biri değildi.
Şu halde Celal Bey’in memleketin en yetkili iktisatçısı olduğuna inanmak lazım gelmez miydi?
‘”İtiraf ederim ki, Atatürk de buna inanmış ve bu inancını birçok vesilelerle açıklamıştır. Mesela her ne vakit İş Bankası’ndan söz açtı ise, O bankanın bütün başarılarını Celal Bey’in dirayetli sevk ve idaresine atfedici beyanlarda bulunmuştur.
Hatta bir gün gelmiş, İş Bankası’nın kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle Ertuğrul yatında yapılan bir törende, bize Celal Bey’i göstererek;
-“Bilesiniz ki, Mahmut Celal Beyefendi Türkiye’nin en büyük iktisatçısıdır’ demiş Ve her birimizin kalkıp onu ayrı ayrı tebrik etmemizi istemiştir.’ (Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Politikada 45 Yıl. Ankara 1968. S. 131-132.)
İşte memleketin sanayileşmesine büyük hizmet ettiği hususunda Gazi’yi dahi inandırmış olan bu grup, Devletin yapmayı planladığı kâğıt işini, devletin elinden almak istemiştir. İsmet Paşa ve iktisat Vekili Mustafa Şeref, bu teşebbüse karşı çıkmışlardır.
Celal Bayar. Kendi açısından Kâğıt hikâyesini söyle anlatmaktadır:
-“Bir gün bana Mehmet Ali Kâğıtçı adında bir gençten bahsettiler. Almanya’da kâğıt sanayii ihtisası yapmış. Türkiye’de de bir kâğıt fabrikası kurulmasını düşünüyormuş. Hakkında bilgi toplattım. Böyle bir fabrikayı kuracak ve işletecek bilgiye ve kabiliyete gerçekten sahip bir genç olduğunu kendisini çağırtıp konuştum. Projelerini incelettim.
Projeyi genel idare meclisine getirdim ve karar aldım. (Yeri İzmit’te), Teşvik-i Sanayi Kanunu’na göre, o bölgede aynı mahiyette ikinci bir fabrika yapılmasını önlemek üzere. mıntıkalar ayrılıyordu.
Biz de banka olarak izin istedik. Sanayi Vekaleti vasıtasıyla hükümet cevap verdi:
-Bu fabrikayı da ofis yapacak, size izin veremeyiz. Bu hadise Devlet bütçesinin aşağı yukarı 200 kusur milyon lira olduğu ve öğretmen maaşlarının ödenemediği bir tarihte cereyan ediyordu. Bu kararı yürütemeyen Banka İdare Meclisi’ne durumu açtım. İzahat verdikten sonra ilave etmek lüzumunu da duydum;
-Ben onların yerinde olsaydım, dedim. Bu işi reddetmezdim. İhtiyaç çoktur. Elde para yoktur. Bu müsaadeyle devletin yükünü azaltmış olurdum. O devlet ki bütçesi maaş vermeye bile müsait değil.
Madem bir hususi teşebbüs talip olmuştur. Bunu ona verir, hatta desteklerdim. Ben bu gibi meseleleri kendisine (Atatürk’e) intikal ettirmezdim. Ama İdare Meclisimizde arkadaşlar vardı. Atatürk’e söylemişler.
Memlekette bir iş görmek isteyen ve bilhassa sanayi meselelerinde pek hassas olan Atatürk anlatılanlarla ilgilenmiş.
Bir tatil günü Orman Çiftliği’nde atla geziyordum, beni gördü. El sallayarak yanına çağırdı.
-Bir kâğıt meseleniz varmış. Anlatın bakalım, dedi. Anlattım.
-Atlayın otomobile, yolda bana bir kere daha anlatın, dedi
Tekrarladım fikri çok benimsemişti.
Devletin yaptığını devlete yaptırmak, ama yapmadıklarını da hususi teşebbüse bırakmak…’ Bu ona çok yakın geliyordu…”
Hikayenin gerisini görgü tanığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan dinleyelim:
Atatürk Yalova’dadır. İktisat Vekili Prof. Mustafa Şeref’i huzuruna çağırmıştır. Aralarında su konuşma geçer:
“Mesela sizin maiyetinizde bir Sanayi Umum Müdürümü ne varmış, onu nasıl bilirseniz?” Diye sordu.
Ve Mustafa Şeref’in hiç tereddüt etmeksizin verdiği cevap şu oldu.
-Dürüst, çalışkan ve kıymetli bir mesai arkadaşım olarak bilirim, Paşam.
İşte, ne olduysa bunun üzerine oldu. Atatürk kendilerinde hiç görmediğim bir öfkeyle elini masaya vurdu ve Mustafa Şeref Bey’i öylesine haşladı ki, zavallı adam neye uğradığını bilemedi.
Yanıbaşında oturduğum için görüyordum: şakaklarından iri iri ter taneleri akıyor, elleri titriyordu. Neredeyse kalbinin küt küt attığını işitecektim.
Arada bir bütün kuvvetini toplayarak, kendini ya da bakanlığını savunmaya çabalıyor. Fakat kelimeler boğazının içinde düğümlenip kalıyor. Yalnız şu iki sözü söyleyip susuyordu
-Efendim. Bendeniz. Arzedeyim, bendeniz…
Hoş, daha fazla konuşabilse de Atatürk onu dinleyecek değildi. Sesinin en yüksek tonuyla
-O sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız diyordu. Memleketimizin iktisadi ve sınai inkişafını baltalamaktan başka şey bilmeyen bir adamdır. Ortada, bundan birkaç yıl evvel 250 bin lira sermaye ile kurulup, bugün 3-4 milyonluk bir mali müessese kudretini haiz bir mili Bankamız var.
İşte bu kadar az bir zaman içinde böyle bir muvaffakıyet elde etmiş olan bu banka, geçenlerde İstanbul’da bir kâğıt fabrikası kurma ruhsatı almak için Vekâletinize müracaat ediyor ve buna karşılık sizin dürüst ve kıymetli arkadaşınız, nedendir bilmem. Bin türlü müşkülat çıkarıyor.
-Arzedeyim efendim.
-Ben meseleyi tetkik ettim. Yapılan müracaatta kanunlara, mevzuata aykırı bir tek nokta bulamadım. Kat’i kanaatim şudur ki, yalnız kötü niyetle hareket etmiştir ya da bazı menfi tesirler altında kalmıştır.
Atatürk, böylece, daha ne kadar konuştu pekiyi hatırlamıyorum. Zaten o anda öyle bir heyecan İçindeydim ki. Söylediklerinin büyük kısmını dinleyemiyordum Yalnız şu ‘menfi tesirler’ sözü beynime saplanıp kalmıştı.
Bu tesirler, öteden beri, iş Bankası’nın teşebbüslerini kontrolü altına almağa çalıştığını ve arasına bazı kimselerin bu banka idare meclisi Üyeliklerine tayininde vetosunu dayatmaya kalkıştığını işittiğim ismet Paşa’dan başka kim gelebilirdi?
Yakup Kadri’nin sözlerini, Falih Rıfkı’nın şu gözlemiyle tamamlayalım:
-“İsmet Paşa,Mustafa Kemal’in gittikçe kuvvetlenen otoritesini kendi menfaatleri için istismar edenlere karşı mücadele ederek, ona belki de en büyük hizmeti etti…
İsmet Paşa’nın etrafındaki bütün hasımlıkların baş sebebi, bu mücadeledir”
Kâğıt fabrikası meselesi Mustafa Şeref’in Yerine İktisat Vekilliğine Celal Bayar’ın gelmesiyle çözülecektir.
İş Bankası Grubu’nun nüfuzu, ismet Paşa’nın cumhurbaşkanı oluşuyla kırılacaktır.
Başvekil Celal Bayar ve İktisat Vekili Şakir Kesebir, görevlerinden ayrılacaklardır. İş Bankası Genel Müdürü görevinden uzaklaştırılacaktır. Kılıç Ali gibiler bir daha milletvekili seçilemeyecektir
Grubun Yerli Sanayiin gelişmesini baltalayan cam ve şeker skandalı gibi çeşitli yolsuzlukları incelenecek, dosyalar hazırlanacaktır.
Fakat Türkiye’de bugün kapitalizmin gelişmesini araştıranlar için değerli bir kaynak teşkil eden bu dosyalar, «devr-i sabık yaratılmasın» diye, devlet arşivlerinde uyutulacaktır. Şevket Süreyya. Hikâyenin sonunu şöyle tamamlamaktadır:
Yeni Reisicumhurun işe başlamasından ve Celal Bayar’ın gene başvekil olarak kalmasından sonra Bayar’ın eski Başvekilliği devrine ait… affairiste tertiplerle ilgili birçok dedikodular ortada dolaşıyordu. Hatta bunlardan bir kısmının kahramanları, Celal Bayar’ın yakın çevrelerinden sayılan kimselerdi.
-Kısacası, bunlar gibi, ortaya her gün bir başkası atılan karanlık konular, çorap söküğü gibi uzayıp gidiyordu. Öyle görünüyordu ki, eğer iş bir disiplin altına alınmaz ve bir ‘devr-i sabık’ yaratılmaya gidilirse,
-Bundan bizzat devletin ve rejimin İtibarı zedelenecekti.
-Nitekim ilk ağızda ortaya dökülen bu Ekrem Konig, Denizbank. Impex işi gibi konular şu veya bu şekilde neticelere bağlanarak daha fazla dedikodular yaratacak bir  “devr-i sabık“ yaratılmasına gidilmemesi daha uygun görüldü.
“İnsanlar para istiyor, para…”,
İstanbul’daki imtiyazlı yabancı şirketler ile yerli temsilcilerinin pusuda bekledikleri bir ortamda girişilen devlet eliyle müteşebbis yaratma çabası, Ankara’nın havasını çabucak değiştirecek ve politikacıların çoğu politik nüfuzlarına dayanarak zenginleşme ateşine yakalanacaklardır. Bir yanda Gazi, parti ve bürokrasinin ülkücü ve milliyetçi kanadı ile elele vererek büyük reform atılımlarını gerçekleştirirken, öte yandan birtakım nüfuzlu milletvekilleri, yabancı firmalar hizmetinde, komisyon peşinde koşacaklardır.
Hasan Rıza Soyak’ın deyimi ile “O yıllarda birçok insan. Nasıl ve ne yoldan olursa olsun, servet sahibi olmak hevesine düşmüşlerdi”.
Atatürk’ün çevresindeki genç yazarlar, Kurtuluş Savaşı Ankara’sının devrimci sadeliği ve heyecanı ile tezat teşkil eden bu değişiklikten, çeşitli yazılarında acı acı yakınmışlardır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, şunları söylemektedir.
-“O sıralar bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakteri taşımaya başlamasıydı.
Bunların kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları kimi taahhüt işleri kimi de her türlü şekilde komisyonculuk peşine düşmüş bulunuyordu.”
Falih Rıfkı, o günlerin zenginleşme havasını, şu sözlerle yansıtmaktadır.
-“ittihat ve Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına hasret çeken veya Kuva-yı Milliye’nin çetecilik günlerinde vurgun ve yağma zevki tatmış olanlar, Gazi’nin yanında ve Meclis’te idi.
Birçoklarının inkılap, boğaz tokluğu geçime yeter yetmez maaşlı bir vazife idi. İşleri yalnız idealist taraftan görenler, yeni bir Batı Türkiye’sinin ve bu Türkiye içinde yeni bir topluluğun kuruluşu savaşına katılmanın şevki yanında her şeyi unutuyorlardı.
Bu heyecanı duymayanların hatırladıkları tek şey nüfuzlarını satmaktan ibaretti. Para kazanmak İçin tek sermayeleri de nüfuzları idi”.
“Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi’nin hiç sevmediği bir eski subay Ankara sokaklarında görünmüştü. Gazi:
-“Ne işi var bu adamın Ankara’da?” Diye şüpheye düşmüştü. Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazıları:
-Dâvanın bütün zahmetini biz çekeceğiz, parasını onlar mı kazanacaklar? Diye söylenmişlerdi.
-“Eğer Devlette bir iş görülecekse ve bu işten bir komisyon alınacaksa, Gazi’nin yakınları ve tanıdıkları dururken bu kazanç neden kendisinin de, rejimin de düşmanı olanlara kaptırılmalı idi?”
Bu zihniyettekiler, vatana hizmetlerine mükâfat olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir milyon lira verilmesi için kanun teklifi hazırlamışlar ve hayli imza toplamışlar.
Teşebbüs, “Ne küstahlık!” diyen Gazi’nin kanun teklifini buldurup yırtmasıyla önlenmiştir.
Ama müthiş bir para sıkıntısı çekildiği ve bütçenin çok fakir olduğu bir sırada dahi, milletvekili ve memur maaşlarında önemli artış yapılması önlenememiştir.
Ahmet Ağaoğlu, bu konuda ismet Paşa’ya şu soruyu yönelttiğini anlatır:
Barem Kanunu münasebetiyle söz aldım söyledim. Başıma gelenleri biliyorsunuz. Hâlbuki bu kanun, bu memleketin maliyesini ve iktisadiyatını altüst etti ve edecektir.
On dakikanın içinde memleketin üzerine 12 milyonluk, altından kalkınmaz bir yük yüklendi. Biz mebuslar dört yüz alıyorduk ve gayet memnunduk.
Neden beş yüz liraya çıkarmak lüzumu hâsıl oldu?”
Neden on dakika vekâlette bulunmuş oIan birisi, velev arkasında on dakika devlet hizmeti bulunsa bile, ayda yüzelli liraya kadar hiçbir memleketin tahammül edemeyeceği bîr tekaüdiye –emekli- alsın?
Neden mebusların mebusluk müddetlerinin memuriyet gibi telakki edilmesi –ki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na tamamen muhaliftir— yetmiyormuş gibi bir de onların mebusluk tahsisatı üzerinde tekaüdiye verilmesi esası kabul edildi?
Başvekilin dudakları yine tebessüm içinde, fakat gözleri diri bir hakaret ifade ediyor:
-”Ahmet Bey”, Dedi, “siz hülyaperver bir idealistsiniz. Hayattan haberiniz yoktur.
-İnsanlar para istiyorlar, para…
-Ve siyasî adamlar, insanların bu isteklerini nazara almak ıztırarındadırlar. Siz bunu anlayamazsınız”
Rejimin dayandığı güçler içindeki bu zenginleşme ve para kazanma isteği, yabancı şirketler ile İstanbul ve İzmir kompradorlarının işine yarayacaktır.
Bunlar işlerini yürütmek için nüfuzlu politikacılar kiralamaya koyulacaklardır. Falih Rıfkı’nın sözleriyle ,ilk “aferizm” –vurgunculuk- fesadı Ankara’da iş takip etmeye gelenleri haraca kesmekle başlamıştır.
Adam ya zayıf bakanlara sözlerini geçiren nüfuzlulara ortak olacaktı yahut kazancından olacaktı.
Türk olmayanlar bir Ankaralı maske edinmek zorunda idiler. Birkaç misal süratle şu fikrin yayılmasına sebep olmuştur.
Ankara’da ancak nüfuzlu milletvekilleri vasıtasıyla iş çıkarılabilir.
Bir gün Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde oturuyordum. Çankaya’daki evimi kiralayan Çek sefiri beni görmeye geldi. Biraz hoşbeşten sonra dedi ki:
-Bizim Skoda firmasını biliyorsunuz. Bu firmanın Türkiye mümessili Sabur Sami Bey’dir. Bize söylediklerine göre. Kendisinin siyasî nüfuzu olmadığı için firmanın işlerini yürütemeyecektir. Onun yerine siyasî nüfuz sahibi kimsenin bulunmasını bana yazdılar. Aklıma siz geldiniz. Gazi’nin arkadaşısınız. Gazetesinin başındasınız. Lütfen bu mümessilliği kabul etmez misiniz?
Yabancı firmalar, Türkiye’ye yerleşmiş imtiyazlı şirketler ve İstanbul’daki azınlıklar, yeni rejimin saflarında nüfuzlu temsilciler bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.” (1)
Hikaye çok uzun, biz burada noktalıyor, bir önceki yazıda sorduğumuz,
-“Atatürk’ü koruma konunu” nun  aslında Atatürk’ü, (büstlerini mi)  yoksa  “Devr-i sabık yaratılmasın!” anlayışı ile dönemin yolsuzluklarının açıklanmaması için bir perde mi olduğunu, okuyanların izanına, bilgisine ve bunları özümsemesine bırakıyor…
-“Osmanlı bir tarım toplumu mudur? Cumhuriyet dönemine bir enkaz mı devretmiştir.” Konuları ile kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kaynak;
(1) “Türkiyenin Düzeni”, Doğan Avcıoğlu,
-Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Politikada 45 Yıl. Ankara 1968.
-Şevket Süreyya Aydemir, 2.ci adam, Cilt.1
* Affairisme; Vurgunculuk, çıkarcılık, spekülasyon, entrika,
Ve araştırma meraklılarına; Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Eski DSP milletvekili İsmail Cem tarafından, konunun çok geniş bir şekilde anlatıldığı, “Türkiye’nin geri kalmışlığının Tarihi” kitabından edinebilirler.

Ve gerçekler, Bakalım Osmanlı cumhuriyete enkaz mı devretmiş? (Son)

Kısa bir “Dictateur” mü? Molasından sonra ”Osmanlı genç cumhuriyete bir  enkaz devretti sorusuna cevap verilerek, bu konuda büyük haksızlığa uğramış Osmanlıya kaldığımız yerden devam ediyoruz. İçerik, konunun meraklılarını aydınlatmak için (8) Sekiz sahife olarak derlenmiştir. Şimdi bakalım cumhuriyet devrimleri ne zaman başlamış?
“Osmanlı Devleti’nin eğitim alanındaki Batılılaşma dönemi 1700′lerin sonunda başlamış ve Devletin sona ermesine kadar devam etmiştir…  Osmanlı İmparatorluğunda modernleşme ve yenileşme yolundaki gelişmelerin hissedilir hale gelmesi birdenbire olmamış, sosyal zorlamalarla devrinin ihtiyaçlarına uyacak biçimde sosyal, kültürel değişmelere imkân sağlayacak şekilde olmuştur.
Tanzimat öncesi  (1773-1839)
Osmanlı Devleti, Ortaçağın sonu ile Yeniçağın başlarında yönetimi, Ordusu ve sosyal kurumlarının üstünlüğü ile Avrupa’nın ortalarına kadar girmişti.
Ancak bu ilerleme 18. yüzyılda Rönesans, Reform ve coğrafi kesif Hareketleriyle bir duraklama dönemine girmiştir. Bu dönemden sonra Osmanlılarda hemen hemen her alanda gerileme başlamıştır (veya Avrupa İlerlediği halde Osmanlı hep yerinde saymıştır).
Gerilemeler askeri, Ekonomik, siyasi, toplumsal ve eğitimsel alanda belirgin olarak ortaya çıkmıştır. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Avrupa devletlerinin üstünlüğünü Yalnız askerî sahada gören ve mesafeyi kapatmak için askerî müesseseleri Batı bilim eğitim tekniklerine göre ıslah etmeyi yeterli bulan Osmanlı devlet Adamları; II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde, Batının her alanda Üstünlüğünü kabul ederek devletin bütün müesseselerinde ıslahat yapmak İhtiyacını hissetmişlerdir.
Ama ıslahat ve yeniliklerin önce hangi alanda Yapılacağı hakkında hiçbir plan ve program düşüncesine sahip olmamışlardır.
Osmanlı Devletinde, batılılaşma ve yenilik hareketleri genel Anlamda en fazla askeri, siyasi, idarî ve biraz da sosyal alanlarda, yani Padişah ve sadrazamın doğrudan etkisi bulunan kurumlarda başlamış ve Devam etmiştir. Çünkü müesseselerde yapılan yenilikler gerek Muhafazakârların gerekse yenilikçilerin dikkatini çekmemiştir. Bu sebeple uzun zaman ıslahatçılar, ulema ve onun kontrolü altında bulunan ve halkın tepkisine yol açacak, asırlar boyunca oluşmuş kültür, medeniyet, eğitim ve hukuk alanlarında değişiklik yapma çabalarına girmemişlerdir.
Bir zamanlar teşkilat ve askerî yönden üstünlüğü sebebiyle üç kıtaya yayılmış Osmanlı orduları; 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılda sanat, edebiyat, İlim ve teknik alanda üstünlükleri olan Avrupa orduları karsısında art arda Mağlubiyetler almıştır. Bu mağlubiyetler sırasında Osmanlı devlet adamları, Bir Osmanlı vilayeti olan Mısır’ın Batı tekniğiyle hazırladığı ordularının da zaferlerini hesaba katarak, Batıdaki gelişmelere ayak uyduramadıkça, özellikle orduyu Batıya göre düzenleyip eğitmedikçe yükselmenin hatta Ayakta kalmanın mümkün olmadığını anlamışlardır.
Osmanlılar ile Batı arasındaki bu kopukluğun giderilmesi için -Tanzimat öncesi dönemde- bazı girişimlerde bulunulmuştur.
Osmanlı Batılılaşmasının başlangıcını Lâle Devri (1718-1730) ile başlatmak doğru olacaktır. Bu dönemde Avrupa ülkelerine elçiler gönderilmiş, ticaret, kültür ve sanat hayatı geliştirilmiştir. Matbaa Türkiye’de 1492′de Yahudiler, 1567′de Ermeniler ve 1627′de de Rumlar tarafından Kullanılmaya başlanmasına rağmen, Türkler ancak bu dönemde, 1727′de Matbaa kurup kitap basmaya başlamışlardır.
I. Mahmut dönemi (1730-1754), genelde Tanzimat’a kadar devam edecek olan askerî yeniliklerin başladığı dönemdir.
Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) ve onun kurduğu Humbarahane, Osmanlının askerî sisteminde değişimin başlaması olarak kabul edilebilir.
III. Mustafa Zamanında (1757-1773), gene bir Fransız olan Baron de Tott, topçuluk ve istihkamcılık alanında birçok yenilikler yapmıştır.
Bundan sonra gelen dönemlerde Avrupa’dan uzmanlar getirtilerek Batı tipi subaylar yetiştirecek Okulların kurulmaya başlandığı görülmektedir. Hemen akabinde 1773 de Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, 1734 yılında kısa ömürlü bir askerî okul Olarak Hendeshane7 ve 1796’da Mühendishane i Berri-i Hümayun açılmıştır.
III. Selim (1789-1807) Avrupalı devletlerde meydana gelen Değişmeleri yakından takip etmek, bunlardan faydalanmak lazım geldiğini Bilmekteydi.
Bu amaçla elçilik işlerini yürütmek ve devlete vakıf adamlaryetiştirmek için Avrupa’daki dost devletler nezdine birer ikamet elçisigöndermeyi uygun görmüştür.
III. Selim ile başlayan 19. yüzyıldaki batılılaşma çabaları gene önce Askerî alanda ortaya çıktı. Avrupa’dan uzmanlar getirtilmeye ve Avrupalılar gibi muvazzaf askerî birlikler kurulup eğitilmeye başlanmıştır.
Bu yeni ordu kurma çabaları medreseliler ve yeniçeri askerleri tarafından şiddetli tepki ile karşılaşınca, II. Mahmut 1826′da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmış, ondan sonra, “Mecburi Kültür Değişmeleri” denilen yenilikler dönemi başlamıştır.
II. Mahmut, kendisine gösterilen kuvvetli muhalefete rağmen Avrupa’ya öğrenci göndermesi açısından tam bir yenilikçiydi. Bu işleri yaparken, daha önce Avrupa’ya öğrenci göndermiş olan Mehmet Ali Paşa örneğini model olarak almıştı. Padişah muhtelif devletlerin başkentlerine, Kara ve deniz subayı olarak yetişmeleri için çok sayıda öğrenci gönderdi. Bu öğrenciler yurda döndüklerinde batılılaşma hareketlerinde önemli rol oynadılar.
II. Mahmut dönemi ordu, dış politika, ekonomi, maarif, adalet sistemi gibi birçok konuda fikirlerin üretildiği ve bazılarının uygulamaya konulduğu bir dönemdir.
II. Mahmut zamanı (1808 – 1839), -Lale Devrinde başlayan serbest değişmeler çağının sona erdiğini mecburi ve güdümlü değişmelerin başladığını ve artık böyle devam edeceğini göstermektedir.
Yeniçeri Ocağının kaldırılmasının arkasından 1827’de Mektebi Tıbbiyenin ve 1834’de Mektebi Harbiye’nin açılması yenilik için ilk büyük zafer sayılabilir. Çünkü bu suretle artık ıslahat yerine, ilga ve yenisinin kurulması Prensibi ortaya çıkmıştır.
II. Mahmut’un yenileşme işini merkezi teşkilat, Adliye ve maarif alanlarında incelediğimizde, bunda eski düzeningeleneklerinden ayrılan esaslı farklılıkların olduğunu görürüz. Fakat bufarklar, reformcular ve ulema çatışması, 1830-1839 döneminde mühimolaylara yol açmakla birlikte, Tanzimat devrindeki gelişmelerin veçatışmaların başlaması yönünden önem arz etmektedir.
Nitekim Meclis-i Umur-u Nafia’nın 1838 yılında hazırlamış olduğu Eğitimle ilgili rapor ve arkasından yeni açılan okullar, modern eğitimin temellerinin atılmaya başlandığını göstermektedir. Bu açıdan Osmanlı Devleti içinde modern eğitim alanında ilk teşkilatlanma da bu dönemde olmuştur.
Batı tarzında okulların açılması, vakıfların devre dışı bırakılarak, açılan bu okulların doğrudan doğruya bir bakanlığa bağlanması, dolayısı ile Devlete bağlı olması, eğitim işlerinde yeni bir dönemi başlatmış, artık geleneksel olarak sürdürülen Osmanlı eğitim sistemi çatlamıştı.
Mekâtib-i Rüştiye Nezareti, açılması düşünülen Rüştiye mekteplerinin İdaresini üstlenecek bir “genel müdürlük” olarak kurulmuş, bu yönden Eğitimdeki teşkilatlanmanın ilk birimi kabul edilmektedir.
1838 yılında Mektebi Maarifi Adliye adıyla memur yetiştiren bir okul açılmıştır. Eğitimde ve bilimde yetişmiş insan kaynaklarının eksikliği, bu Okullara talebe yetiştirecek öğretim kurumlarının eksikliği ciddi sıkıntılar doğurmuş olsa da II. Mahmut döneminde Osmanlı devletinde modern eğitiminin başladığını ve maarif isler için yeni kurumların ihdas edildiğini görmekteyiz.
Tanzimat dönem (1839-1876)
1839’da tahta çıkan Abdülmecit (1839-1861), Reşit Paşanın etkisiyle, “Tanzimat Fermanı” ya da “Gülhane Hatt-ı Hümâyunu” denen siyasal bir ferman yayınlamış, ülkede siyasal ve sosyal bazı düzenlemeler yapılacağını duyurmuştu.
Bu nedenle, 1839’da başlayan yeni döneme Tanzimat (düzenlemeler) dönemi denir. Tanzimat Fermanı hakkında Halil İnalcık, “Tanzimat’ın gayesi sadece Din ve devlet değil, mülk ve milleti ihya idi” ve Tanzimat, “devletin halk için Değil halkın devlet için var olduğu prensibini kabul etmektedir. Demektedir…
1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanında eğitimle ilgili bir kelime bile yoktur. Fakat artık devlet adamları, girişilen yeniliklerin başarıya ulaşabilmesi ve kalıcı olabilmesi için bilgili bir toplum, yeni bir aydın tipi ve kadro oluşturmak gerektiğini biliyorlardı.
Tanzimat’ın ilanından sonra maarif konuları bağımsız bir konu olarak Tek tek ele alınmış ve incelenmeye başlanmış, orta öğretim kurumlarına Öğrenci hazırlayan okullar üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. Bunlardan ilki de sıbyan okullarına yani bir çehre kazandırmakla başlamaktadır.
Tanzimat Fermanında öngörülen reformların askerî saha hariç diğer alanlarda da işlemesini isteyen Sultan Abdülmecit 1845’te bir ferman yayınlamış, reform yolunda ilerlemenin maarif alanına önem verilmesiyle hedefine ulaşacağını İfade etmişti.
Bu fermanın ardından, hükümet memleketin imar ve ıslah işlerini yürütmek için Meclis-i Maarif-i Muvakkat ve Meclis-i idariye adlarıyla İstanbul’da ve taşra bölgelerinde bir takım meclislerin kurulmasına karar vermiştir.
1851 yılından Islahat Fermanına kadar maarif alanında, bazı yerlerde açılan rüştiye okulları dışında, önemli bir iş yapılmamıştır.
Geçici Maarif Meclisi (Meclis-i Maarif-i Muvakkat), önemli çalışmalarının sonucunda ilk ve orta öğrenim kademesinde duyulan ihtiyaçlarla ilgilenecek Daimi Meclis-i Maarif in kurulmasını karara Bağlamış (1846), bu Meclis de 1857 yılına kadar çalışmış, daha sonra da 1857 de Meclis-i Maarif-i Umumiye adını almıştır.
Bu kuruluşların çalışmaları ile medresenin dışında “Tanzimat Okulları” diye tabir edilen yeni eğitim öğretim okullarının kurulması ve yaygınlaştırılması başlamış oluyordu. Yeni açılan okullar bu kuruma bağlı olduğu için, medrese dışında ayrı bir yapılanmanın kanıtını teşkil etmektedir. Daha sonraları gittikçe yeni okulların açılması eğitimle ilgili daha kapsamlı bir teşkilatlanma ihtiyacını ortaya koymaktadır.
17 Mart 1857 yılında Kabineden bir Nazır’ın başkanlığında Maarif-i Umumiye Nezareti oluşturulmuştur. Böylece okullar, bir meclisle birlikte bir bakanın Yönetimine verilmiş oluyordu.
Meclis-i Maarif-i Muvakkat, eğitimde ilk, orta ve yüksek kademelerini kabul etmiş; ilköğretimi verecek olan “sıbyan mektepleri”ni ıslah etme, orta öğretimi sağlayacak “rüştiyeleri daha da geliştirme ve yüksekokul olarak da Darülfünun açma kararı almıştır. Ayrıca bu okullarda okutulacak kitapları tayin edecek bir uzmanlar kurulu olan “Encümen-i Danişi” de bir kararname ile kurmuştur.
Fransız Akademisinde esinlenerek açılan Encümen-i Daniş’in görevlerinin basında “Ulum-u Aliye” ile ve “Fünun-u Nafıa”nın memlekete yayılmasını sağlamak, okullar için gerekli ders kitaplarını telif ve tercüme etmek ve edebiyat ve tarih alanlarında yeni kitaplar yazmak gibi ilmi çalışmalar geliyordu.
Genel olarak baktığımızda Tanzimat dönemi eğitim hareketleri olarak, Medrese dışındaki örgün eğitimde ilk, orta ve yüksek seklinde bir derecelendirmeye gidilmiş ve kısmen kâğıt üzerinde kalsa da köklü değişiklikler düşünülmüş, mesleki ve teknik eğitimin temelleri atılmış, ilk kez öğretmen yetiştirilen meslek okulları, kızlar için ilk kez orta dereceli okullar açılmış, öğrenci ve öğretmenlerin kılık ve kıyafetleri belirlenmiş, disiplin aracı olan falaka kaldırılmış ve halk eğitiminin önemi kavranmış ve bu yönde gelişmeler görülmüstür. (1)
1854’ten sonra Osmanlı Devletinde yeni bir devrin başladığını görüyoruz. Ruslara karsı yapılan Kırım harbi sırasında, reformların zayıflığı ve yetersizliği anlaşılmıştı. İşte bu düşünce ile Osmanlı hükümeti geniş bir reform paketi hazırladı.  (2)
Bu hazırlanan ikinci bir reform paketi, 1856’da “Islahat Fermanı” Adıyla yayınlanmış, Paris anlaşmasına konan bir madde ile reformların uygulanmasında Avrupa devletlerinin denetim ve gözetimi de kabul edilmiştir. (3)
Osmanlı Devleti içinde bulunan azınlık devletleri için azınlık okullarının açılmaya başlaması, Müslim ve gayri Müslim çocuklarının bir arada okuyup okumaması gibi sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Mektep-i Umumiye Nezareti bünyesinde yeni birimler oluşturulmaya başlanmıştır.
Tanzimat döneminin en önemli olaylarından biri, 1868 yılında Galatasaray Sultanisinin açılması olmuştur. Bir yıl sonra da, 1869 yılında, “Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi” ilan edilmiştir. Bu Nizamnâme, Fransız Eğitim sistemi model alınarak ilan edilmiştir.
Maarif Nazırı Saffet Paşa Tarafından hazırlanan (tercüme edilen) bu yasa (Nizamname) maarif Teşkilatını yeniden düzenlemiştir. Tanzimat devrinde müesseselerde ve fikirlerde ikilik meydana gelmiştir.
Sıbyan okullarına iyi öğrenci yetiştirebilmesi için, 1868 yılında da İstanbul’da “Dârülmuallimin-i Sıbyan” açılmasıyla, ilkokullara yetiştirilecek öğretmen konusunda önemli bir adım atılmıştır.
Tanzimat’ın, Mustafa Reşit Pasa (ve onu izleyen Ali Paşa ve Fuat Paşa) gibi kurucuları, Batının askerî ve idarî yapısını Osmanlı İmparatorluğuna aktarırken; Batının günlük kültürü de ikinci defa etkin bir Biçimde İmparatorluğa girmişti.
Giyim, ev eşyası, paranın kullanılışı, evlerin Stili, insanlar arası ilişkiler “Avrupaî” olmuştu. İlk ve ikinci kuşak Tanzimatçılara karsı sistematik eleştiriler 1860’larda başladı. Namık Kemal ve Ziya Paşa önderliğindeki bu eleştiriciler grubuna “Yeni Osmanlılar” adı verilmiştir.
Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir “üst tabaka” meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini ve ancak yüzeysel anlamda “Batılı” olduklarını ileri sürdüler. Tanzimatçılar Batının “ruhu”nu oluşturan hürriyetçi ve parlamenter eğilimleri de anlamamışlardı.
Tanzimat, bu bir asırlık batılılaşma hareketindeki gayenin iflasını ilan eder. Bu devirde Avrupa’ya başka bir cepheden yaklaşmak istenir. Batılılaşma hareketi gayesini değiştirmiştir. İmparatorluğun kurtuluşunun çaresi bu defa da, onun teşkilatının, içtimaî bünyesinin değiştirilmesinde ve bilhassa hür ve meşruti bir rejim kurmakta görülür.
Bundan sonraki üç çeyrek asır da bu gayeyi tahakkuk ettirmek için yapılan mücadelelerle geçer. (4)
Askerî eğitim alanındaki çalışmalar bu dönemde tam bir sisteme bağlanmış ve 1839′dan itibaren başlayacak olan sivil hayattaki modernleşmenin de temelleri atılmıştır. Bu arada eğitim alanında en başarılı çalışmalar yapılmış; yeni oluşturulmaya başlanan devlet bürokrasisini yürütmek için birçok okullar açılmıştır. 1869′da yayınlanan Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi ile eğitim tamamen Batı örneğinde bir sisteme geçmiştir.
Bir yandan batı tipi askerî teşkilatlanma sürdürülürken, diğer yandan da hukuk, sanat ve edebiyat Alanlarında Avrupa kültürleri yönünde yenileşmeler başlamıştır. (5)
I. Meşrutiyet ve Mutlakiyet Dönemi (1876-1908)
Abdülaziz’in tahtan indirilmesinden sonra tahta çıkartılan II. Abdülhamit, 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı Anayasasını (Kanûn-u Esasisi) ilân etti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, anayasalı bir monarşi oldu.
Artık devlet anayasal esaslara göre yönetilecekti. Kanun-u Esasi ile “Herkes eğitim öğretim işini özgürce ve parasız yapabilecekti. Osmanlı içinde çeşitli inanışlara ve eğitim öğretim faaliyetlerine dokunulmayacak ve son olarak da Osmanlı bireylerinin tümü için öğrenimin ilk kademesi olan İlköğretim zorunlu olacak, ayrıntıları ayrı bir düzenleme ile belirlenecektir.”  Şeklinde üç temel eğitim maddesi vurgulanmıştır.(6)
Ancak Sultan II. Abdülhamit, o sıradaki Osmanlı-Rus Savaşı dolayısıyla ve bazı iç sorunlardan dolayı, kısa bir süre sonra meclisi kapattı ve anayasayı askıya aldı. Böylece, Sultan Abdülhamit’in Temmuz Yılına kadar sürecek kendine has yönetimi (Mutlakıyet) başladı.(7)
II. Abdülhamit dönemi ulaşım, haberleşme ve eğitim alanında önemli gelişmelere sahne oldu. Avrupa’dan başlayan ve memleketin önemli merkezlerini birbirine bağlayan demiryolları yapıldı. Edebiyat, politikadan men edilen Osmanlı aydınlarının uğraşı alanı oldu. Batıyı konu alan veya Batıdan tercüme edilen edebi eserler sayesinde Osmanlı okurlarının Avrupa Toplum hayatını daha yakından tanımaları mümkün oldu.
Sultan II. Abdülhamit’in en başarılı olduğu alan eğitim olmuştur. Eğitim kurumları Bütün ülkeye yayılırken kalite de yükseltildi ve programlar modern konuları kapsayacak şekilde yeniden gözden geçirildi. Türkçe öğretime ağırlık verildi.
Eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak üzere fakir öğrencilere burs tahsis edildi taşradan gelenler için yatılı okullar açıldı. Eğitim çalışmalarının hepsi bundan ibaret değildi mevcut okullara yeni yüksek ve mesleki okullar eklendi. Bunlar arasında hukuk, güzel sanatlar, ticaret, mühendis, baytar, Polis, gümrük okulları ve geliştirilmiş yeni bir top okulu bulunmaktaydı. (8)
Darülfünun da yeniden düzenlenerek 1900 yılında eğitime başladı. Sultan II. Abdülhamit yönetimine ilk örgütlü muhalefet, çoğu öğrenci ve Subay olan aydınlardan geldi. 1889’da gizli bir cemiyet kuran ve tarihimizde  “Genç Türkler” olarak bilinen muhalifler, Yeni Osmanlıların hürriyet, Meşrutiyet ve Osmanlılık fikirlerini paylaşıyor, Kanûn-u Esasinin tekrar Yürürlüğe konmasını istiyorlardı.
İsmi daha sonra “İttihat ve Terakki”ye Çevrilen cemiyet, yurtiçi ve yurtdışında örgütlenerek etkili bir muhalefet yaptı. Ayaklanmaya kadar varan bu baskı sonunda Sultan II. Abdülhamit, 24 Temmuz 1908’de meşrutiyeti tekrar ilan etti.
II. Meşrutiyet (1908-1918)
Avrupa’daki “Jön Türkler” hareketi, nihayet II. Abdülhamid’i tahtan indirdi ve 1908’de ikinci kez meşrutiyet ilan edildi. Bu Meşrutiyet yalnız siyasî bir değişme değil, aynı zamanda Avrupalılaşan bir fikir faaliyetinin başlangıcı idi.
Bu dönemde batılılaşma düşüncesi sistematik hale getirilmiş ve toplumunun birinci sorunu olarak sunulmuştur. (9)
II. Meşrutiyet dönemi, Türkiye tarihinde eğitim üzerinde en çok yazının yazıldığı ve tartışıldığı ve eğitim sorunları ile en çok ilgilenilen ve deneyimler kazanılan bir dönem olmuştur. Bu dönemde sistemsiz de olsa bütün çağdaş düşünceler Türkiye’ye aktarılmaya çalışılmıştır.
Eğitim düşüncesi alanında gerek batıdan gelen süreli yayınlar gerekse de Avrupa giden yabancı öğrenciler ve araştırmacıların eser ve makaleleri, Bulgarcadan çevrilen eserler vs. pedagoji denilen kavramı Türkiye’ye en iyi şekilde yansıtma fırsatı bulmuştur. (10)
1918 yılına kadar süren II. Meşrutiyet, yenileşme açısından yoğun bir Tartışma ve uygulama dönemi olmuştur. Yapılan reformlar ve yaratılan Hürriyet ortamı itibarıyla adeta Cumhuriyetin laboratuvarı işlevini görmüştür.
Bu dönemde Türk kadını erkeklerin haklarına eşit haklar kazanmaya başlamış, memur olma hakkını elde etmiş, kızlara yükseköğrenim yapma imkânı verilmiştir. Gene bu dönemde medreselerin programları yeniden düzenlenmiş, Latin harflerin alınması konusunda ciddi tartışmalar yapılmıştır. (11)
1839’dan II. Meşrutiyetin ilanına kadar maarif teşkilatı, ilaveler ve çıkarmalarla küçük değişikliklere uğramış ama aslını hep muhafaza etmiştir.
“Meşrutiyetin ilk yıllarında Türk olmayan mebusların, patrikhanelerin, siyasî fırkaların, matbuatın ve nihayet yabancı hükümetlerin gösterdikleri zorluklar yüzünden hiçbir şey yapılamamış, maarif işlerinde Nisan 1325 (1909) tarihine kadar yedi maarif nazarı değişmiştir.” (12)
Emrullah Efendi (13)   1325’te meşhur Maarif-i Umûmiye Kanunu Lâhiyasını hazırlamış, ancak bu lâhiya yine yukarıdaki nedenlerden dolayı kanun haline getirilememiştir.
Emrullah Efendi ise, maarif meselesini lâhiya doğrultusunda parça parça ele almak yolunu takip etmiştir. Emrullah Efendi bu dönemin en önemli simalarındandır. Eğitimde değişiklik yapmak gerekiyordu, fakat ise nereden başlamak gerekirdi?
Tartışma konusu olan bu husus için Sâtı Bey maarif ıslahında ilkokullardan Başlama fikrini savunurken, Emrullah Efendi üniversiteden başlama Görüsünü ileri sürüyordu. Emrullah Efendi’nin bu görüsüne eğitim tarihinde “Tuba Ağacı Nazariyesi” denir. (14)
Emrullah Efendi, eğitimin yetişmiş insanlarla gerçekleşebileceğini, yetişmiş kadrolar olmadan hiçbir iş yapılamayacağını vurgulamıştır. Bunun için de önce elemen yetiştirmeyolunu seçmiştir. Onun hazırladığı “Tedrisat-ı iptidaiye Kanun-u  Muvakkatı” (Geçici ilkögretim Kanunu), geçici başlığını taşımasına rağmenCumhuriyet yıllarında da birçok maddesi yürürlükte kalmıştır.
Bu kanun İlköğretim okullarının meccani (parasız) ve zorunlu olduğunu hükmebağlamıştır. Parasız öğretiminde ilk kabul edildiği kanun da bu olmaktadır.  (15)
1908 yılından önce bazı vilayetlerde özel ana mektepleri açılmıştı, ama bu tarihten itibaren yurdun her tarafında özellikle de İstanbul’da özel ana mektepleri açılmaya başlanmıştır. Resmi olarak da ana mektepleri
Balkan Savaşlarından sonra açılmaya başlanmıştır. Daha sonraları da Sâtı Beyİstanbul’da bir çocuk yuvası açmıstır. (16)
Meşrutiyet döneminde, Pestalozzi,  Frobel,  Montessori gibi batılı Eğitimcilerin görüşleri ve yöntemleri, telif ve çeviri eserlerle çok daha iyi tanınmaya başlamıştır. (17)
Özetle
İnsanlık tarihi boyunca toplumların, ayakta kalabilmelerini ve sosyal yaşantılarını her şeyden önce eğitim sağlamıştır.
Her ne zaman toplumda bir sorunla karşılaşıldığında toplum bireyleri hemen eğitim sistemine dikkat etmiş ve tartışma konusu etmiştir.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Avrupa karsısında güçsüz kalması, diğer devletlerden bir adım geri kalmasından kurtuluşunun yolunu yine eğitim sisteminde görmüş ve değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeyi de yaparken III. Selim den itibaren batılı tarzda eğitim modelini Osmanlı devletine taşınmıştır.
Bu dönemde özellikle askeri alanda başlayan yenileşme hareketleri, eğitim alanında da Fransız eğitim sisteminin ülkemize aktarılması ve müfredat olarak aynen uygulanmasıyla kendisini göstermiştir..
Hukuksal manada bugünkü eğitim sistemimiz 3 Mart 1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Yasasına dayansa da düşünce tarzı ile biz de Batılı tarzda eğitim öğretim okullarının açılmaya başladığı Tanzimat dönemine kadar gitmektedir.
Ve bir atasözümüz ile noktalıyoruz.
-“Yiğidi öldürsen de hakkınız yeme!”
Meraklısına bir not;
“Genel kanının aksine, II. Abdülhamid Tanzimat reformlarına muhalif olmamıştır: son yılllardaki tarih litaratürü bu konuda mutabakat gösterir (örn. Shaw & Shaw, Hisfory of the Ottoman Empire and Modern Turkey, c. 2 s. 221 ff; Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 117).Türkiye’nin modernleşme yönündeki en ciddi ve kalıcı adımlarından bazıları, bu padişah zamanında atılmıştır. Eğitim reformunun imparatorluk sathına yayılması, üniversite kurulması, demiryolları yapımına hız verilmesi, posta ve telgrafın gelişmesi, basının yaygınlaşması, sanayi ve bankacılığın gelişme göstermesi, tarımsal modernizasyon yönündeki ilk adımlar bunlar arasındadır.
Abdülhamid’in ilk dönem atamaları arasında, Ahmet Vefik, Ibrahim Edhem, Safvet, Tunuslu Hayreddin, Münif ve Karatodori Paşalar gibi son derece reformist, “Avrupai” isimler göze çarpar. Ancak padişahın gitgide artan vehminin doğurduğu baskı ve yılgınlık ortamı, 1890’lara doğru ülkeye hakim olarak reform hamlesini tüketmiş görünür. Artan baskılarla beraber atalet ve yozlaşma yönetime damgasını vurur; önceki dönemde kurulan modern kurumların bazıları çürümeye terkedilir.
Bundan ötürü 1908 devrimiyle başa gelen genç kuşak, Abdülhamid dönemini topyekün reform karşıtlığıyla özdeşleştirmiştir. Bir önceki kuşağın başarıları unutulmuş veya gözardı edilmiştir. 1908 kuşağının ‘Tanzimat” dönemine ilişkin unutkanlığı, neredeyse Cumhuriyet kuşaklarının 1920 öncesine ilişkin bilgisizliği kadar çarpıcıdır.
1923’te ülke için yeni bir hedef tayin edilmiş değildir: yüz yıldan beri güdülmüş olan bir hedef, bir kez daha ilan edilmektedir.
Bu hedefin karşılığı olarak gösterilen bakış açısı (irtica, “şark kafası”, alaturka tutuculuk vb.) Osmanlı toplumunda hiç şüphesiz mevcuttur; fakat yaklaşık yüz yıldan beri muhalefettedir. 1826’da yeniçeri ocağının söndürülmesiyle beraber iktidardan düşmüş ve başa dönmek için uzun süre herhangi bir ciddi çabası görülmemiştir. Muhalefette, evet, zaman zaman etkili olmuş, iktidarı birtakım tavizlere ve denge politikalarına mecbur etmiştir.
Fakat yüz yıl boyunca Osmanlı devletinin mukadderatına hâkim olmuş olan isimlerin hemen hepsi, Batılılaşma davasına en az Cumhuriyetin kurucusu kadar ve belki ondan daha fazla baş koymuş insanlardır.
Aralarında “irticaa” yandaş olan veya kadim Osmanlı düzenine dönmeyi savunan bir tek kimse gösterilemez.
Cumhuriyet döneminde yakından tanıdığımız dar ufuklu taşra şovenizmi,Türk siyaset hayatına ancak 1908’den sonra, İttihat ve Terakki rejimiyle girecektir.
Osmanlı reformu, sonuçta Türkiye’yi modern ve Batılı bir devlet haline getirmeyi başaramamıştır. Bunun ne kadarı reformun iç (yapısal) sorunlarına yüklenebilir? Ne kadarı Abdülhamid dönemindeki siyasi tıkanmaya, ya da 1908’den sonra imparatorluğu yıkıma sürükleyen basiretsiz ve fanatik devrimcilik anlayışına yüklenebilir?
Bizi fazlaca spekülatif alanlara sevkeden bu sorulan, şimdilik bir yana bırakacağız.
Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünü- yorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları Öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.
Yeryüzünün Hıristiyan olmayan ulusları arasında “Batılılaşma” fikrini, Mısır’la birlikte, ilk olarak benimseyen ve uygulama alanına koyan ülke Türkiye’dir. Osmanlı devletinin 1830’larda açtığı yola Japonya ancak bir kuşak sonra (1868’de), İran ve Çin ise 20. yüzyıl başlarında gireceklerdir.
Cumhuriyet kuşaklarının, yarım kalmış Batılılıklarıyla “övünmek” yerine sormaları gereken soru, o halde, “Hatayı nerede yaptık?” sorusudur.
Batı yoluna herkesten önce girmiş bir toplum, bugün neden Japonya’nın, İsrail’in, Yunanistan’ın, Taiwan’ın, Abu Dhabi’nin gerisine düşmüştür? İlkel bazı Afrika kavimleri dışında hemen hemen tüm dünya ulusları, nasıl olmuş da Türkiye’nin açtığı yolda Türkiye’ye yetişmişler, hatta onu aşmışlardır?
Bu soruların cevabını, Türkiye’nin 20. Yüzyıl tarihinde aramak gerekir. (18)
Kaynaklar;
Alıntı; “Osmanlı Eğitim Sisteminde Batılılaşma”, Süleyman Karataş, Afyon Kocatepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi,
(1-6-7-16-17) AKYÜZ, a.g.e, s. 138 – 139. AKYÜZ,  a.g.e, s. 195, AKYÜZ, “batılılaşma Hareketleri” http://mimas.campus2.ankara.edu.tr/~Sözer/bati.htm Sosyal Bilimler Dergisi 239
(2-3) KODAMAN, a.g.e, s. 15
(4) KARATAS, Süleyman, “ batılılaşma Dönemi Ders Program Değişimi” AKÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi 2002, Afyon
(5-8-9-10-11-13) ERGÜN, “batılılaşma Dönemi Osmanlı Eğitim Sisteminin Gelişimine Mukayeseli Bir Bakış”, http://www.egitim.aku.edu.tr/ergun1.htm. (11-13) “Emrullah Efendi- Hayatı, Görüşleri, Çalışmaları” Anakara Üniversitesi Dil Tarih. II. Meşrutiyet Döneminde Eğitim Hareketleri, 1908 –1914, Ankara 1996,s.41
(18) Sevan Nişanyan, “Yanlış Cumhuriyet”, S.238)

Hiç yorum yok: