Hani bir müjdeli sabahın şetareti gibi... Kedersiz ve acısız bir zamanın tam ortasında... Uzaktan bir beyit çalınıyor kulağıma... Osman Nevres Efendi konuşuyor:
Ayılmaz hîç derd-i kibr ile mahmûr olan âdem
Yakîn olmaz Hudâ'ya merhametten dûr olan âdem
Yani ki, "Kibir hastalığıyla sarhoş olan kişi, ne yapılsa ayılmaz. Merhametten uzak olan kişi ise Allah'a yakîn olmaz." Sarsıcı bir beyit. Sevinç anının ve müjdeli sabahın neşesini kaçıracak kadar sarsıcı. İnsanın içine yönelip kalbine sorması gereken sorular çıkıyor ortaya birden. Acaba ben kibirli biri miyim? Kibirli bir kalp mi taşıyorum? Kibrim dışarıya nasıl yansıyor. Kibrimden kimse zarar görüyor mu vs. vs. Herkesin bir odaya çekilip kendine böyle sorması gerekiyor galiba. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gerekiyor: Sen kibirli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...
Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve maalesef cevabım beni üzüyor. Evet, kibirli insanlara karşı bilerek ve kasten kibir takınırım, bazen işini iyi yapmayanlara karşı da büyüklük taslarım ama galiba nefsim bundan hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim çok da rahat değil. Acaba ben bilmeden birilerine kibirli görünmüş olabilir miyim? Acaba kastım olmayarak birilerini bu yolla üzmüş olabilir miyim? Mütevazı olmak yetmez, tevazuu riyasız uygulamam ve göstermem de gerekir. O halde benim de Osman Nevres Efendi gibi derd-i kibirden ayılmam, mest ve mahmur olmasam da kendimi kontrol etmem gerekir. Ve kibirden tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum... Yüce Rabb'imin nefsime zerre kadar bile kibir nasip etmemesi için yalvarıyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta kibre tövbeli durmam gerekiyor. Başarmaya azmediyorum...
Bu karardan sonra beyti yeniden okuyorum. İçim rahatlasın diye. Ama heyhât!.. Osman Nevres'in ikinci dizesi birincisinden daha dehşetli bir kural getirmiş: Merhamet göstermeyen kişi Allah'a yakın(lık) kesbetmez. Buradaki yakîn kelimesi "yakın olmak" yanında, "hissi yakınlık, gerçekle perdesiz yüz yüze ve iç içe olmak, bir şeyin hakikatine ermek" gibi anlamlara da gelir. Bilginin üç derecesi de yakîn ile ölçülür: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn...
Bir insanın Allah'tan uzak olmasından daha tehlikelisi, Allah'a yakîn olamamasıdır. Eğer bu yakîn haline erme vetiresinde merhamet bir giriş kapısı ise bu kapıdan geçebilmek hepimiz için büyük bir imtihan ve nimet sayılmaz mı? Efendimiz "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" buyurduktan sonra "Allah Teâlâ yeri ve gökleri yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yerle gök arasını dolduracak kadardır. Bu yüz rahmetten yeryüzüne bir tek rahmet indirdi ki bu sayede anne yavrusuna, yabani hayvanlar ve kuşlar da birbirlerine merhamet ederler. Kıyamette ise O, bu rahmetin tamamı ile kullarına merhamet eder. (Müslim, Tevbe, 21)" müjdesini vermişken rahmeti bunca bol olan Rabbim'den uzakta durmak ne mümkündür. O öyle merhametlidir ki rahmetinden uzakta olanlar, istedikleri vakit elbette yakınlaşabilirler. Yeter ki nasip kapısı kapanmış olmasın ve kişi yakınında olamayan, yakınına varamayan, yakînine eremeyenlerden olmasın. O halde insanın kendine yönelmesini sağlayacak soru burada ortaya çıkıyor. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gereken soru: Sen merhametli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...
Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve bu sefer cevabım beni sevindiriyor. Yüreğimi yeniden yokluyorum... Evet Allah benim hamurumu merhametten yaratmış. Ve nefsim bundan da hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim rahat. Ama yine de acaba ben bilmeden birilerine karşı merhametsizlik etmiş olabilir miyim, sorusu aklıma takılıyor. Merhametli olmak yetmez, diyorum rahmeti riyasız yaşamak ve yaşatmak da gerekir. Bunun için merhametsizliğimi kontrol etmem lazımdır. Merhametsizlikten tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta merhametsizliğe tövbeli olmam gerekiyor. Yine başarmaya azmediyorum...
Yakîn olmaz Hudâ'ya merhametten dûr olan âdem
Yani ki, "Kibir hastalığıyla sarhoş olan kişi, ne yapılsa ayılmaz. Merhametten uzak olan kişi ise Allah'a yakîn olmaz." Sarsıcı bir beyit. Sevinç anının ve müjdeli sabahın neşesini kaçıracak kadar sarsıcı. İnsanın içine yönelip kalbine sorması gereken sorular çıkıyor ortaya birden. Acaba ben kibirli biri miyim? Kibirli bir kalp mi taşıyorum? Kibrim dışarıya nasıl yansıyor. Kibrimden kimse zarar görüyor mu vs. vs. Herkesin bir odaya çekilip kendine böyle sorması gerekiyor galiba. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gerekiyor: Sen kibirli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...
Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve maalesef cevabım beni üzüyor. Evet, kibirli insanlara karşı bilerek ve kasten kibir takınırım, bazen işini iyi yapmayanlara karşı da büyüklük taslarım ama galiba nefsim bundan hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim çok da rahat değil. Acaba ben bilmeden birilerine kibirli görünmüş olabilir miyim? Acaba kastım olmayarak birilerini bu yolla üzmüş olabilir miyim? Mütevazı olmak yetmez, tevazuu riyasız uygulamam ve göstermem de gerekir. O halde benim de Osman Nevres Efendi gibi derd-i kibirden ayılmam, mest ve mahmur olmasam da kendimi kontrol etmem gerekir. Ve kibirden tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum... Yüce Rabb'imin nefsime zerre kadar bile kibir nasip etmemesi için yalvarıyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta kibre tövbeli durmam gerekiyor. Başarmaya azmediyorum...
Bu karardan sonra beyti yeniden okuyorum. İçim rahatlasın diye. Ama heyhât!.. Osman Nevres'in ikinci dizesi birincisinden daha dehşetli bir kural getirmiş: Merhamet göstermeyen kişi Allah'a yakın(lık) kesbetmez. Buradaki yakîn kelimesi "yakın olmak" yanında, "hissi yakınlık, gerçekle perdesiz yüz yüze ve iç içe olmak, bir şeyin hakikatine ermek" gibi anlamlara da gelir. Bilginin üç derecesi de yakîn ile ölçülür: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn...
Bir insanın Allah'tan uzak olmasından daha tehlikelisi, Allah'a yakîn olamamasıdır. Eğer bu yakîn haline erme vetiresinde merhamet bir giriş kapısı ise bu kapıdan geçebilmek hepimiz için büyük bir imtihan ve nimet sayılmaz mı? Efendimiz "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" buyurduktan sonra "Allah Teâlâ yeri ve gökleri yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yerle gök arasını dolduracak kadardır. Bu yüz rahmetten yeryüzüne bir tek rahmet indirdi ki bu sayede anne yavrusuna, yabani hayvanlar ve kuşlar da birbirlerine merhamet ederler. Kıyamette ise O, bu rahmetin tamamı ile kullarına merhamet eder. (Müslim, Tevbe, 21)" müjdesini vermişken rahmeti bunca bol olan Rabbim'den uzakta durmak ne mümkündür. O öyle merhametlidir ki rahmetinden uzakta olanlar, istedikleri vakit elbette yakınlaşabilirler. Yeter ki nasip kapısı kapanmış olmasın ve kişi yakınında olamayan, yakınına varamayan, yakînine eremeyenlerden olmasın. O halde insanın kendine yönelmesini sağlayacak soru burada ortaya çıkıyor. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gereken soru: Sen merhametli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...
Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve bu sefer cevabım beni sevindiriyor. Yüreğimi yeniden yokluyorum... Evet Allah benim hamurumu merhametten yaratmış. Ve nefsim bundan da hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim rahat. Ama yine de acaba ben bilmeden birilerine karşı merhametsizlik etmiş olabilir miyim, sorusu aklıma takılıyor. Merhametli olmak yetmez, diyorum rahmeti riyasız yaşamak ve yaşatmak da gerekir. Bunun için merhametsizliğimi kontrol etmem lazımdır. Merhametsizlikten tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta merhametsizliğe tövbeli olmam gerekiyor. Yine başarmaya azmediyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder