9 Nisan 2012 Pazartesi

Rönesans ve din-Mehmed Niyazi


Savaşlarda yenilmeye başlayınca devlet adamlarımız, ilimde geriliğimizin teknik hayatımıza yansıdığını, dolayısıyla düşmanlarımızın silahlarına sahip olmadığımızı idrak ettiler.

Geriliğimizi gidermek için, nasıl ki Batı'da Rönesans'la ilim, hayatın merkezi haline gelmişse, biz de aynı şeyi yapmalıyız düşüncesiyle on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren büyük gayret gösterdiler. İlim akademileri, üniversiteler (darülfünunlar) kurdular; Avrupa'ya bol miktarda öğrenci gönderdiler. Eski Yunan'da Tanrılardan ateşi çalıp insanoğluna vererek düzeni değiştirmiş Promethe'yi öven şiiri nesillerin idrakine nakşetmeyi eğitim ve öğretimimizin milli hedefi haline getirdiler. Aynı gayretin bir parçası olarak Hitit tarihinin üstadı Lehmannhaupt'u, filozof Jakobi'yi, zooloji bilimlerinde otorite kabul edilen Zornik'i ve diğer ünlüleri Darülfünun'da ağırladılar.

Bütün bunlara rağmen bir sonuç elde edemedik. Halbuki nesilleri dine karşı tavırlı yetiştirmiş; dinin gelişmeye (terakkiye) mani olduğunu bilim dünyamızın ana ilkesi haline getirmiştik. Materyalizmi, felsefenin esası olarak okullarımızda okuttuk; buralardan yetişenler dini hurafe yığını veya en azından gereksiz telakki ettiler. Rönesans'ın bir sebebi de, Batı idrakinin Antik Çağ'a uzanması olduğu için biz de eski Yunan klasiklerini devlet desteğiyle dilimize çevirttik. Bu çabalarımıza rağmen rönesansımız doğmadı; çünkü Batı'da rönesansı oluşturan sebepleri yeterince değerlendiremedik. Orada dinde reform yaptılar; Protestanlık zuhur etti; bunun tabii sonucu olarak şüpheci ve dinsiz filozoflar düşünce dünyalarını yönlendirecek seviyeye ulaştılar; ancak bunlardan sonra Batı metafizik atmosferinden kurtulup ayağını sağlam bir şekilde maddî dünyaya basabildi.

Yukarıdaki iddianın sahipleri "din" denince hepsini aynı zannediyor, fonksiyonlarının da bir olduğunu kabul ediyorlar. Bazı kişilerin şahitlikleri esas alınarak Hz. İsa'dan yaklaşık yetmiş ila yüz on yıl sonra Markos, Matta, Luka ve Yuhanna İncilleri kitaplaştırıldı. Dillerde dolaşan hususların zamanla farklılaşmaları tabiidir; ayrıca kaleme alanların üslubu, kişiliği, dinî kaygıları, yaşadığı toplumun gelenekleri İncillere yansıdı. Mesela Matta'daki hayal gücüne dayalı masalımsı hikâyeler, İnciller arasındaki çelişkiler, ilmen yanlışlığı tespit edilen hususlar İncillerin kaynağının insan hafızası olmasından ileri gelir. İnsan ne kadar dikkatli ve halis niyetli olursa olsun, duyduklarını ve gördüklerini aynen aktaramaz. Ya onlara bir şeyler ilave eder ya da onlardan bir şeyler eksiltir. Muteber kabul edilen İncillerde bile aynı olay farklı anlatılmaktadır. Mesela Hz. İsa'nın hayatındaki mucizevi balık avının, Luka, onun hayatında, Yuhanna ise ölümünü takip eden dirilişten sonra vuku bulduğunu belirtir. Yuhanna ve Matta, Hz. İsa'nın göğe çekildiğini zikreder; Markos ise ayrıntıya girer: "Göğe yükseldi ve Tanrı'nın sağına oturdu." Kitab-ı Mukaddes'te tarihî görüşler de şöyledir: "Hz. Adem'in yaratılmasıyla Hz. İsa'nın doğumu arasında tam 4004 yıl geçmiştir." Yunanca metninde ise bunun 5500 yıl olduğu ifade edilmektedir.

İbn-i Sina, Farabi gibi Müslümanların kitaplarının Batı'da tanınması, Descartes'in çalışmaları, Hollanda'da oluşan nispi hür düşünce Avrupa'da ilmî şüpheyi yerleştirmeye başladı. Bu ilmi şüphe ile araştırmalar çoğalınca, dinlerine karşı şüpheleri de artıyordu. Hele tarihî araştırmalar geliştikçe, inandıkları insanlığın kutsal menşeli tarihi kasırgaya tutulmuşçasına dağıldı. 4004 veya 5500 yıl eskiye varan insanlığın macerası binlerce, belki de yüz binlerce seneye uzadı. İncillerdeki dünyanın sabit olduğu, Güneş'in, çevresinde döndüğü bilgisinin yanlışlığı ve benzeri maddî hatalar ortaya çıkınca, Batılı aydın zümreler eldeki mukaddes kitaplara inanmamaya başladılar.

Batı'nın bütün bilim dünyası Kur'an'da bir maddî hata bulmanın peşine düştü. Fakat bugüne dek bir tane bulamadılar. Şu gerçeği de ilave etmeliyiz; tarihî bilgilerden öğrendiğimize göre, Kur'an nazil olduğu zamanlar bilginler yerin sabit olduğuna, Güneş'in dolaştığına inanıyorlardı. Bu bilgi M.Ö. II. yüzyılda yaşayan Batlamyus'tan beri tartışmasız hale gelmişti. Bunu ancak Batı'da XIV. yüzyılda Copernicus inkâr edecektir. Kur'an bir insanın kaleminden çıkmış olsaydı, yazıldığı dönemdeki yanlış bilgiler de onda yer alırdı. Kur'an'da ise şöyle buyuruluyor (Enbiya 33): "Odur ki geceyi, gündüzü, güneşi yarattı. (Bunların) her biri kendilerine has hareketleriyle bir yörünge üzerinde yüzerler." Enam Sûresi 125. ayet de daha sonraki yüzyıllarda idrak edilecek mahiyettedir: "Allah kimi doğru yola itmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." Bin dört yüz yıl önceki teknik seviye düşünülürse, göğe doğru yükseldikçe, solumakta güçlük çekileceğinin bilinmesi mümkün değil. İlimler geliştikçe anlamı idrak edilen daha pek çok ayet var. Batı'nın rönesansı ancak dine tavır almakla gerçekleşebilirdi; bizim rönesansımız ise çok farklı esaslara muhtaçtır.

Hiç yorum yok: