1 Mart 2012 Perşembe

Sömürgecilik Nedir

Sömürgecilik : Sömürge elde etmeyi, bir milletin diğer milletleri siyasi ve iktisadi" hakimiyeti altına almayı öngören siyasi anlayış. Müstemlekecilik.

Sömürge kelimesinin anlamı zamanla değişikliğe uğradı. Değişmeyen tek unsur, insanların terkettikleri ülkeyle yerleştikleri ülke arasındaki coğrafi süreksizlik düşüncesidir. Aslında, sömürgeleştirme amaç ve metotları büyük ölçüde değişmiştir. Sayısız ve çeşitli yasalarda yer alan bu değişikliklerden burada ancak bazı örneklerverilebilir.

Klasik ilkçağda sömürge hep, birbirine bağlı bir göçmen topluluğunun az veya çok uzaktaki bir toprak parçasına sahip çıkması biçiminde görüldü. Aslında sömürgeyi meydana getiren insanların siyasi ve askeri kaygıları yoktu. Onların anayurdu terketmeleri, verimli toprakları az olan Akdeniz ülkelerindeki nüfus artışından doğacak tehlikeleri önlüyordu.

Oikistes (kurucu) yönetimindeki bir göçmen topluluğu, «ana-site»den tamamıyla kopabilir ve Delphoi kâhinine danıştıktan sonra, birtakım belirli dini törenlerle yeni birsite kurabilirdi. Bu sömürgeleştirmenin ilham kaynağı Delphoi kâhiniydi. Böylece kurulan site de, bundan sonra artık tamamıyla egemen ve bağımsız duruma gelirdi.

X. yy. Yunan sömürgeleri (Ege denizi adaları, Küçük Asya kıyıları) veya M.Ö. VIII. yy. ile V. yy. arasında kurulan sömürgeler için de durum böyle olmuştur. İki devlet arasında, çoğu zaman ancak soy birliği, ortak dini gelenekler ve dil gibi duygusal bağlar devam eder ve bunlar çoğu zaman belli bir ticari, hattâ siyasi dayanışma yaratmaya yeterdi. M.Ö. 814'e doğru Sur'luların kurduğu Kartaca gibi birtakım Fenike sömürgeleriningelişimi de böyle oldu. Başka durumlarda, göçmenler anayurtlarına bağlı kalırlardı. O zaman da, sömürge, anayurdun bir «ileri karakolu» durumunda olurdu.

Bu karakolun amacı, isyan çıkaran veya askeri önem taşıyan stratejik bölgeleri gözetim altında tutmak ve servet kaynaklarını değerlendirmekti. Eski Mısır'ın elde ettiği Nübye topraklarının durumu da bu tipe bağlanabilir. Eski Mısır'ın Nil'in kaynağına doğru yayılması, M.Ö. II. binyılda, daha Orta imparatorluk döneminde başlamıştı. Nübye, Mısır'a köle, altın ve hayvan sürüleri sağladı.

Buna karşılık Mısır'dan, Nübye'ye küçük memur, asker, tacir ve köylü toplulukları gitti. Bunlar ikinci çağlayanın yukarısına, Semneh'in içerilerine kadar yerleştiler. Böylece, Mısır'ın yerli halk üstündeki medenileştirici etkisi Beşinci çağlayanın ötesine, M.Ö. VIII. yy.da Mısır'a bir hanedan yetiştirmiş olan Kuş ülkesine kadar yayıldı.

Bunun en ünlü örneklerine Yunan ve Roma tarihlerinde rastlanır: Yunan klerukhia'ları ve Roma hukuku kolonileri (başlangıçta 300 yurttaş). Bu koloniler, önceleri deniz sınırlarını savunmakla görevliydiler, ama daha sonraları municipium durumuna geldiler.

Her iki durumda da, zaptedilen topraklara, askeri görevle yerleştirilen kolonlar, bağlı oldukları sitedeki yurttaşlık haklarını tamamıyla muhafaza ediyorlardı. Böylece, Roma hukuku kolonileri, cumhuriyet döneminde, idari alanda kısmen muhtar olmalarına rağmen (bir decemvir kurulunun yardımıyla çalışan bölgesel duumvir idaresi), bir Roma yurttaşının bütün medeni ve siyasi haklarını ellerinde tutarlardı: Jus connubii veya Romalı bir kadınla evlenmek hakkı; jus commercii veya menkul ve gayrimenkul her çeşit mal ticareti yapmak ve bu hakları adli makamlar tarafından da geçerli saydırtmak için legis actio hakkından yararlanmak yetkisi ve jus suffragii veya oy hakkı; jus honorum veya bütün yüksek görevlere seçilebilmek hakkı.

Bununla birlikte başka sömürgeler, bir anayurdun otoritesi altında bulunmalarına rağmen, anayurttaki yurt-taşlarıyla eşit haklara sahip değildiler. Roma, sömürgelerinden başka, kara sınırlarını da savunmak amacıyla Latin hukuku sömürgeleri de kurdu. Bu kolonilerde başlangıçta l 500 ilâ 6 000 Latin ve müttefik vardı. Öbürleri gibi idari muhtariyete sahip olan (hattâ müttefik toprağı bile sayılan) bu «Latin» sömürgeler, üyelerine kısıntılı bir yurttaşlık hakkı veriyordu.

Bu hak, M.Ö. II. yy. da, jus connubii (M.Ö. 268'de geri alındı) ve jus honorum dışında, Roma yurttaşının bütün haklarını kapsıyordu. Toplam olarak, 46 Latin sömürgesi ile Marius, Sezar ve Augustus'un kurdukları askeri nitelikteki sömürgelerle aynı zamanda oluşturulan 200'ü aşkın Roma sömürgesi vardı. Bununla beraber, Roma sömürgesi adı ve yasası, fahri bir unvan olarak da verilirdi.

Gerek Kartaca sömürgelerinde, gerek Helenistik krallıklarına bağlı Yunan-Makedonya sömürgelerinde, bir anayurtta sahip olunan hâkimiyet ve yurttaşlık haklarına rastlanmazdı. Bu ikinci sömürgelerde «site» sözünün hiç bir anlamı kalmamıştı. Kendi kaynaklarıyla yetinmeye çalışan Erken Ortaçağ derebeyliği (İskandinav ülkeleri dışında) sömürge kurmaya elverişli değildi. Ama XI. yy.daki nüfus artışları ve ticaretin gelişmesi ortaya yeni sömürge biçimlerinin çıkmasına yol açtı.

XII. yy.ın sonuyla XV. yy. arasına rastlayan bu dönemin en tipik kolonileri ile ticaret acentaları arasında büyük bir benzerlik vardı. Akdeniz'de İtalyan (Pisalı, Cenovalı, Venedikli) tacirleri, Baltık ve Kuzey Denizi ülkelerinde Alman Hansa birliğine bağlı tacirler, alışveriş ettikleri hükümdarlardan, ya bir şehrin bütününde (meselâ, Kırım'da Feodosiya'da Cenevizliler) veya yalnız bir semtinde (meselâ İstanbul'da Beyoğlu [Pera] ve Galata veya Londra'nın küçük Steelyard mahallesi) yerleşmek hakkını elde ettiler.

Bu şehir imtiyazları ya bir (Magusa'nın Cenevizlilere, Bergen'in Lübeck'lilere) veya birkaç (Don Kıyısında Tana) millete verilir ve bunlar, genel olarak bir sömürge başkanının sorumluluğu altında geniş bir adli muhtariyete sahip olurlardı. Bu «konsül»lerin yargılama yetkisi, çoğu zaman, ayrı kökenli tacirlere kadar uzanıyordu. Bunlar, itibari yurttaş sayılıyor ve «konsül»lerin himayesinden yararlanıyorlardı.

Bu konuyla ilgili olarak dikkate değer bir olay da, XIX. yy. sonlarında buna benzer bir teşkilâtlanma biçiminin Çin imparatorluğunda ortaya çıkmış olmasıdır. Çin'de de, önce Avrupalılar, sonra Amerikalılarla Japonlar, kendilerine kira ile bütün bir şehirle dolaylarının veya ülke dışı sayılması kabul edilen bir mahalle veya semtin verilmesini sağladılar ve kendi yurttaşlarına tanıdıkları imtiyazları yerlilere de tanıdılar.

Eski ticaret sömürgeleri elde ettikleri güç sayesinde, çoğu zaman zayıf bir hükümdarı etkiliyor ve onu adeta himayeleri altına alıyorlardı. Böylece, iktisadi sömürgeleştirme, XIV. yy.da (Kıbrıs'a Ceneviz sızmasında olduğu gibi) gerçek bir siyasi sömürgeleştirmeye yol açtı. Bazen de bu iki sömürgeleştirme biçimi birlikte yürüyordu.

Meselâ, 1204'te Venediklilerin entrikaları sonucu Bizans imparatorluğunun çöküşü Cenovalı ve Venediklilere büyük ticari teşebbüs imkânları sağladı. Fief haline getirilen veya tamamıyla bağımsız durumda olan topraklar, ya ilk bölüşmede ya da Bizans'ın yeniden fethi sırasındaki pazarlıklar sonunda (deniz ticaretinin güçlü bir koruyucu deniz gücü gerektirmesi dolayısıyla) sağlam birer ticari ve stratejik üs oldu. Bu üslerde İtalyanlar daha büyük bir hareket serbestliğine kavuştu.

Daha sonra da, başlangıçtaki sömürge şehirlerin yerini, çıkarcı amaçlarla kurulan gerçek sömürge devletleri aldı veya bu şehirlerin yanı sıra sömürge devletleri kurulmaya başladı: Doğu Ege'de mali şirketlerin yönetimindeki Ceneviz imparatorluğu ve özellikle gelişmesini XV. yy.ın sonuna kadar sürdürerek o tarihte İstria'dan Kıbrıs'a kadar yayılan geniş Venedik imparatorluğu. Bu güçlü deniz üsleri, doğrudan doğruya Venedik hühûmetine bağlı topraklar (Methone ve Korone gibi Peloponnesos limanları, Korfu gibi küçük veya Girit gibi büyük adalar) ve Venedikli patricius'ların (Kyklades gibi) veya himaye altında olan birtakım kimselerin (Eğriboz'un [Euboia] «tercier»leri gibi) ellerinde tuttukları fieflerden meydana geliyordu.

Bütün bu yerlerin arasında, stratejik önemi ve Venediklilerin geniş çaptaki göçleri dolayısıyla, Girit'in özel bir yeri vardı. Böyle bir yayılma ve anayurtla siyasi ve iktisadi bağların sıkılığı, venedik sömürgeciliğinin bir özelliğidir, bu, daha sonraki sömürgelerin başlangıcı olmuştur.

XVI. yy.ın başından XX. yy.ın başına kadar sayıları gitgide artan Avrupa sömürgelerinin hepsi de siyasi bakımdan bağımlı ve anayurt tarafından değerlendirilen topraklardı. Ne var ki, bu sömürgelerin yeryüzünün çeşitli yerlerine yayılmış olması birbirinden çok değişik ve karmaşık sömürü biçimleri gerektiriyor, her birinin elde edilme yollarının değişik olması gibi sebepler de sömürgeler için ortaya çeşitli yönetim yasaları çıkmasına yol açıyordu.

Ama, XVI. yy. ile XVII. yy.ın başı arasındaki döneme rastlayan ilk sömürgecilik girişimlerinin bir tek amacı vardı ve gerek kişilerin gerek hükümdarın zafer kazanması biçiminde özetlenebilecek olan bu ana amacın yanı sıra, Hıristiyanlığı yayma çabalarının da en az servet peşinde koşmak kadar büyük bir rol oynadığı sanılır. İşte bundan ötürü, sömürgelere önceleri, anayurdun, benimseyip kendisine mal etmesi gereken birer uzantısı gözüyle bakıldı.

Gerçekte bu teorik görüş, bazı güçlüklerle ve en başta uzaklık meselesiyle karşılaştı. Avrupa krallıkları, bazı maceralı teşebbüsleri birtakım özel kişilere bırakmak zorunluluğunu duyuyorlardı. Ama bu işler, kişilerin tek başlarına yapacakları teşebbüsler değildi. Onun için hükümdarlar, onları ya derebeylik ilişkileri çerçevesi içinde veya birtakım imtiyazlarla desteklenen dernekler halinde birleşmeye teşvik ettiler.

Bu konuda öncü olan Portekizlilerle İspanyollar, XVI. yy.m başında, Amerika'daki sömürgelerinde bu feodal formülü geniş ölçüde kullandılar: meselâ, görevleri babadan oğula geçen Portekizli kumandanlar, İspanyol «encomienderos»lar için durum böyleydi. Madenlerin ve toprakların işletilebilmesi için geniş alanlar üstünde gerekli nüfuzu ancak bir avuç fatih bu şekilde sağlayabilirdi.

Derebeylerin rahat durmasını ve kargaşalık çıkarmalarını önlemek için, monarşiler anayurttaki yönetim sistemine benzer bir sistemi sömürgelerde de kurmayı ve sömürge fatihlerini kesin bir kademeleşmeye zorlayarak bu sistemle bağlamayı tasarlamışlardır; bu kuruluşun başına çeşitli krallık temsilcileri (genel valiler, corregimientos'lar, yargıçlar, «audencias» sorumluları) getirilecek, bu temsilciler de Consejo de Las İndias'ın yüksek denetimi altında bulundurulacaktı.

Ayrıca, bütün İspanya sömürge ticareti, önceleri Sevilla'nın, sonraları da Casa de Contratacion'un merkezi olan Cadiz'in onayı ile yapılıyordu. Bu da, imtiyazlara ve tekellere alabildiğine yer verilen bir dönemde olağan sayılabilecek yükümlülüklerin çerçevesini bir hayli aşıyordu. Bu durumda sömürge ticaretinin böylesine bir baskı altında bulundurulması ve fatih sınıfının hor gördüğü yerli halkı böylesine sömürmesi, Katolik kralların besledikleri benimseme ve kaynaşma umutlarının birer hayal olmaktan öteye gidememesi demekti; ayrıca merkezileşme de İspanyol Amerikasının derebeyliğe dönüşmesini önleyemedi.

Fransızlar, İngilizler ve Hollandalılar işleri gördürmek için, daha çok imtiyazlı şirket'lere başvuruyorlardı. Bu şirketler, belirli ticari imtiyazlar karşılığında sömürge yerleşmesinin (kolonların yerleştirilmesi, toprağın değerlendirilmesi, savunması ve hattâ hükümetin denetimi altında sömürgenin yönetilmesi) bütün masraflarını yükleniyordu. Çoğu zaman, hele ilk dönemlerde masraf kazancı kat kat aşıyor; bu da işe para yatıranların hoşnutsuzluğuna sebep oluyordu; Fransızlar uzun süre güvensizlikten kurtulamadılar, bu yüzden de Fransızların işlettiği şirketlerin büyük bir kısmı çeşitli buhranlara düştü ve hiç değilse Amerika'da sömürgenin doğrudan doğruya anavatan tarafından yönetimine yol açtı (1674).

Esasta hepsi de aynı kanunla yönetilen sömürgelerde kanunların uygulanması her sömürgenin bünyesine göre değişirdi. Tropikal sömürgeler (özellikle Antiller) büyük çiftliklerin şekerkamışı, tütün, çivit, kahve, pamuk) ağır bastığı bölgeler oldukları için doğrudan doğruya sömürge paktına göre yönetilirler, bu yönetimle çiftlik sahiplerinin meydana getirdiği aristokrasi de çoğu başarısızlıkla sonuçlanan birtakım tepkilere yol açardı.

Kuzey Amerika'daki tropikal olmayan sömürgeler ise ayrı bir toplum bünyesine sahip oldukları ve iktisadi bir görevleri bulunduğu için büsbütün başka bir yönde geliştiler. Birer besin ve strateji üssü olan, Antiller'deki zenginliğin korunmasını sağlayacak bir çeşit insan deposu sayılan bu sömürgeler, yerli halkın çok az ve dağınık olması, ayrıca da anayurttan memnun kalmayan veya anayurtta kalması istenmeyen kişilerin sığınmalarına elverişli bir uzaklıkta bulunmaları yüzünden beyazların yerleşmeleri için çok uygun düşen yerlerdi.

Kanada'da sömürgenin kalkınmasında şart olan köylü sınıfını yerleştirebilmek ve orada tutabilmek için Fransızlar derebeylik düzenini uygulamaya başladılar ve bu düzen çerçevesinde soylulara «sömürge işletmeciliği» görevi düştü. Birtakım İngiliz sömürgelerinde de aynı metot uygulandı. Ne var ki, Yeni İngiltere veya Pennsylvania gibi en canlı hareketli sömürgelerde derebeylik düzeniyle bağdaşmayacak bireyci cemaatler kısa zamanda duruma hâkim oldu; bu cemaatler İngiliz geleneklerinin getirdiği temel hüviyetlere sıkı sıkıya bağlı olmakla kalmıyor, zaman zaman demokrasiyi bile örnek almaya kalkışıyorlardı.

Dolayısıyla bu sömürgelere, anayurt geleneğine uygun olarak, şirket veya kral temsilcisinin denetimi altında mahalli bir yönetim bulmalarına imkân sağlayacak beratlar verildi. XVIII. yy.da Londra'nın baskısına ve imparatorluk buyrultularına karşı direnmeye geçen ve bağımsızlık hareketini başlatanlar, bu topluluklardır.

İmtiyazlı şirketler sistemi, XIX. yy.da yürürlükten kalkan sömürge paktından sonra da devam etti, fakat her türlü tekele karşı çıkan liberalizmin getirdiği yeni görüşlere de uymak zorunda kaldı. Bu zorunluluğun başlıca sonuçlarından biri eski imtiyazların büyük ölçüde kısılması oldu. Ne var ki, siyasi kısıntılar çoğu zaman sadece sözde kalıyordu.

Bu kısıntıları uygulamayan ve hesaba katmayanlar arasında, çeşitli Alman sömürge şirketleri, İnsulinde'deki Hollanda ticaret şirketi, özellikle de daha 1885'te hâkim bir devlet durumuna geçen Kongo'daki Afrika Milletlerarası birliği sayılabilir. Liberal kısıtlamalar İngilizler tarafından çok daha erken bir dönemde uygulandı ve İngilizler, Hindistan şirketinin siyasi iflasına rağmen (1858), bu uygulamaya yüzyılın sonuna kadar bağlı kaldılar (Nigerya, Güney Afrika şirketleri, İBEA v.b.).

Bununla birlikte, sömürgeci devletler, XIX. yy.da, kimi zaman fethedilen ülkelere kesinlikle elkoyarak, kimi zaman mahalli hükümdarlara himaye statüsünü kabul ettirerek sömürgelerin içişlerine daha sık karışmaya başladılar. Eski kolonilerde gelişme çoğu zaman bir birleşme ve kaynaşma yönünde oldu; 1852'den itibaren Portekizliler, 1870'ten sonra da İspanyollar bu yolu benimsediler.

Fransızlar ise uzun süre kesin bir karar alamadılar; gerçi eski Fransız sömürge imparatorluğunun kalıntılarında anayurttakilere benzer yönetim ve hukuk kurumları yürürlükte idi, fakat sömürge halkına hiç bir zaman anayurt halkına tanınan haklar tam bir eşitlik içinde verilmemişti; kaynaşmanın gerçekleşebilmesi, eşit hakların tanınması ancak XX. yy.ın ortalarına doğru yapılan reformlarla gerçekleşti.

Yeni sömürgeler genellikle çok daha otoriter ve baskıcı bir vesayet altında tutuluyordu; Hollandalılarla İngilizler «krallık sömürgesi» statüsünden çıkabilecek kadar gelişmemiş bazı eski sömürgelerde de bu baskı sistemini uygulamaya devam ettiler. Bu sömürgelerde bütün yönetim genel valinin ve anayurttan gelen ve sadece kendi bakanlıklarına karşı sorumlu olan vali temsilcilerinin elindeydi («Colonial Office», Fransa'da 1897'de kurulan Sömürgeler bakanlığı v.d.); sömürgecilikte dolaysız yönetim veya doğrudan doğruya yönetim diye adlandırılan sistem budur.

Bununla birlikte, yerli bir yönetim teşkilâtının bulunduğu sömürgelerde bu teşkilât bazen, fakat sadece alt kademelerde muhafaza edilebiliyordu (Fransız Çinhindi, Britanya Hindistanı'nın ilhak edilen bölümü). Fakat sömürgeci devletin bazen kendi himayesini («protektora») kabul ettirmekle yetindiği de olur. Bu durumda sömürgeci devlet dolaylı yönetim'i uygular, yerli yönetim ve hukuk teşkilâtını bütün kademeleriyle muhafaza eder.

Fakat teşkilâtın her kademesinde dışişleri bakanlığına bağlı kendi temsilcilerini bulundurur. Bu temsilciler himaye edilen devletin dış ilişkilerini denetlemekle yetinebilirler; fakat tavsiyeleri (bu tavsiyeler birer emir niteliğindedir) çoğu zaman ülkenin iç gelişmesine de yönverecek tavsiyeler olduğu için, dolaylı yönetim'le dolaysız yönetim arasındaki farkı ortaya koymak her zaman kolay değildir.

Avrupalı kolon sayısının önemli bir yekûn tuttuğu sömürgelerde otoriter bir yönetim uygulamak çok zordur; bu gibi sömürgelerde, oraya yerleşmiş Avrupalılar, anayurttaki vatandaşlarının bütün haklarından eşit olarak yararlanmak isterler. Fransa'nın Cezayir'e öbür sömürgelerden apayrı bir statü tanıması (1870) bu yüzdendir.

Avrupalıların ağır bastığı denizaşırı sömürgelerin çoğu İngiliz imparatorluğu çerçevesindedir; bu sömürgeler için Londra, İngiliz parlamento geleneğine uygun düşen muhtariyet («self-government») sistemini benimsemektedir. Daha XIX. yy.ın ikinci yarısında Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda sömürgelerinde temsilci meclisleri kurulmuştu; seçimle işbaşına gelen bu temsilciler, ülkenin tek hakimi olmakta devam eden genel valinin yardımcısı durumundaydı.

Sonra zamanla meclislere karşı sorumlu hükümetler ortaya çıktı ve genel vali sadece bir hükümdarın temsilcisi olarak kaldı. Bu gibi parlamento kurumlarına, ancak tam bir devlet kurabilecek nitelikte görülen sömürge federasyonlarında izin veriliyordu; bu şekilde özerkliğe kavuşan devletlerin ilki Kanada konfederasyonudur (1867).

Hukuki gelişmeden de anlaşılacağı üzere, XIX. yy.ın sonunda ve XX. yy.ın başında iskân sömürgeleri ile işletme sömürgeleri arasında günden güne artan bir fark ortaya çıktı. Sadece statüleri değil, anayurdun müdahale nisbeti, sosyal gelişme ve değerlendirme teşkilâtı da bu sömürgeleri birbirinden ayırıyordu. İskân sömürgelerinde Avrupa'daki sosyal yapıya benzer bir yapının belirlendiği, iktisadın da günden güne çeşitlendiği görüldü; öteki sömürgeler ise, yani işletme sömürgeleri anayurdun kaynaklarını tamamlayacak madeni veya nebati ilk maddeleri üretmeye devam ettiler.

İngilizlerin muhtariyet sistemiyle beklenmedik bir başarıya ulaşmaları bu sistemin esnekleştirilmesine, genişletilmesine ve tam bir bağımsızlığa kadar götürülmesine yol açtı.

Günümüzde, tarihe karışmak üzere olan sömürge statüsü yerini çeşitli bağımsızlık veya geniş muhtariyet biçimlerine bırakmakta (Commonwealth), sömürge kavramının yerini de gelişmemiş ülkelere yardım fikri almaktadır. 




Sömürgeciliğin Nedenleri Nelerdir ?


Tabi ki hiçbir şey nedensiz olmaz. Bu nedenle sömürünü de bir sebebi olacaktır.

a) Büyük Devletlerin Yayılmacı Politikası


Tarihte kurulan büyük devletlerin hepsi yayılmak, bir cihan devleti kurma hayalini taşımışlardır. Bunun altında ekonomik nedenler ve başka uluslara hakim olma arzusu yatsa da bu duygunun arkasındaki asıl neden dünya hakimiyetidir. Örneğin; Roma İmp. Cengiz Hanlığı ve Büyük İskender’in dünya devletini kurma hayali. Osmanlı devleti padişahların söylediği bir söz vardır. “Dünya bir Padişha büyük, iki padişah’a da küçüktür.” Sözü bu cihan devletleri yöneticilerin iç dünyalarını ele vermektedir.

b) Göç, Koloni ve Artan Nufusa Yeni Yerler Bulma Düşüncesi


Nufus arttıkça, devletler bu nufusu barındırmak için yeni koloniler oluşturmaya çalışırlar. Eki Yunanlılar’ın Ege kıyılarını kolonileştirmesi gibi...

Bunun yanında zorunlu göçlerin oluşturduğu istilalar da vardır. Örneğin; Türkler’in Orta Asya’yı kuraklık nedeniyle terk ederek Avrupa’ya göç etmeleri.


c) İnsan Gücünü İhtiyaç


Sömürünün bir diğer nedeni de, sömürgecilerin kendi ülkelerindeki tarım alanlarında çalıştıracak insanlara duydukları ihtiyaçtır. Özellikle Amerika’nın keşfi üzerine geniş tarım alanlarında çalışacak insanlara ihtiyaç ortaya çıkmış ve bunun üzerine Afrika’dan Amerika’ya köle ticareti başlamıştır.

d) Hammadde Sorunu


Sanayi devrimi ortaya çıkınca bu sefer hammadde ihtiyacı baş gösterdi. Artık yapılacak yeni savaş, hammadde üzerine olacaktır. Ayrıca, petrolün önem kazanması üzerine büyük devletler arasında kömür ve petrol yatakları nedeniyle de bir rekabet doğacak ve bu da dünyanın paylaşılmasına neden olacaktır.

l. ve ll. Dünya savaşının temel sebebi de bu hammadde paylaşımından doğan anlaşmazlığın silahlı mücadeleye dönüşmesidir.


e) Jeopolitik Konum


Bazı devletler vardır bulundukları konum nedeniyle oldukça büyük bir gücü sahip olurlar. İşte Ortadoğu da bulunduğu bu konumu sayesinde, dünyayı sömürmek isteyen her devletin mutlaka elinde bulundurmak istediği bir bölge olmuştur. Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlara salip olan bir güç, dünya egemenliğini de elegeçirebilir. Bu nedenle bu bölgelerde savaş hiçbir zaman eksik olmaz.

f) Dini Yayma


Tarih boyucua büyük dinlerin hakimiyet mücadelesi yaptığı veya yayılmak için savaştığı olmuştur. Fakat en ilginç savaş İslam – Hristiyan savaşıdır. Savaşın yegana büyük sebebi belki de Kudüs elegeçirme gibi olsa da aslında bir hakimiyet savaşıdır.

Tarihe Mazlumlar Açısından Bakış


Neden tarihi yazanlar hep galipler oluyor da hiç olayı mağluplar açısından değinen tarihçiler çıkmıyor? Neden tarih, bazı milletlerin mazisini göz ardı ediyor? Yoksa... milletlerin kanının dökülmesinde parmağı olanlar, bunun yazılmasını engelliyorlar mı?....

Tarih yeniden yazılmalıdır. Tarih yeniden yazılmalıdır ki, bu büyük ilim dalı, hakim sınıfların kendilerini övdükleri bir olay yığını olmaktan kurtulsun. Tarih, aslı görevini yerine getirsin. Yoksa sadece kralların hayat hikayesini, entirikalarını ve kadın oyunlarını anlatan bir cadı kazanı olur sadece...

Tarihin asli görevi uyarmaktır insanı. Geçmişini gözlerinin gönüne sererek, gelecek hakkında daha iyi karar vermesini sağlamaktır. Milletlerin hafızasıdır tarih... Fakat tarihte mazlumların yeri ve onların başından geçenler gün yüzen çıkılmadıkça tarih bilimi demek ki hala bağımsızlığını kazanamamıştır. Mazlum milletlerin tarihi ortaya atacak olana ve gerçekleri gün yüzüne çıkaracak olan, ancak bağımsız ve cesur tarihçiler olabilecektir.

Bu konuda kaynak sıkıntısıyla karşılaşacaklardır tarihçiler. Fakat bunun için o milletin fertlerinin aransa katılmaları gerekecektir Göreceklerdir ki kulaktan kulağa yayılan, yazılmamış bir tarih fısıldaşacaktır. Mazlum milletlerin özgürlüğü ancak kendi tarihi bilmesi ve bunun soncu olarak da, millet şuuruna ulaşmasıyla olacaktır.

Esir milletlerin tarihi, resmi tarih çerçevesinde ele alındığından, yalan üzerine kurulmuştur. O milletin, milli varlığını unutturacak masallarla uyutulmaya çalışmışlardır. Tarihçi tüm bu resmi ağızları aşması gerekecektir. Günümüzde eğer devletler arasında birlik ve beraberlik isteniyorsa, her şeyden önce milletlerin milletleri sömürmesi ortadan kaldırılmalı ve her milletin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olmasıyla ancak sağlanacaktır. Yoksa, sömürülenin eşit koşullarda bir araya gelip birlik, dostluk ve barış meselesini tartışması mümkün olmayacaktır.

Devletlerin ve aynı zamanda Müslümanların birliği ancak, her milletin hür iradesini gösterdiği bir katılımla sağlanabilir.Birlik, ancak her devlet ve milletin kendisini bağımsız hisseden insanların bir araya gelip, ortak düşmana karşı cepheleşmesiyle sağlanabilir.

Tarih, milletlerin uyanışını sağlamalı ve sömürüye dur demelidir. Sömürülen milletler uyanmadıkça, dünya dengesi değişmez ve sömürünün önüne geçilmez. Bu gün dünya devletlerinin çoğunun diğerini sömürdüğü bir ortamda, dünya barışı meselesini tartışmak çok gülünç olacaktır.

Sömürge ve Sömürü
Emperyalist devletlerin yaşaması, sömürü üzerine kurulmuştur. Ne pahasına olursa olsun bunu sağlamaya çalışacaklardır. İnsanlara zenci oldukları için, sarı oldukları için, esmer oldukları için sömürdükleri veya farklı bir ırka mensup oldukları için sömürdüklerini ve bu hakkı da kendilerinde gördüklerini telkin edeceklerdir.

Sömürge nedir peki? Sömürge bazı devletlerin başka insanlar üzerinde asalakça yaşamasıdır. Başka milletlerin kaynaklarını, insan gücünü alarak kendi ülkelerine götürmesidir. İnsanlıktan ve hiçbir dinde olmamasına rağmen tarih boyunca her millet ya sömürmüş veya sömürülmeye maruz kalmıştır.

Sömürgeciler, sömürdükleri ülkenin önce tüm kurumlarını yok ederek bir daha bağımsızlığını kazanmamasını sağlamaya çalışmışlardır. Veya da kendilerinin her dediğini yapacak yerli işbirlikçileri başına getirmişlerdir. Sömürge tarihine baktığımız zaman, tarih görebildiği en eski çağlara kadar uzandığını görürüz. Büyük devletin dünya imparatorluğu kurma hırsı, insanların köle ve devletlerinin sömürülmesine neden olmuştur. Bir diğer etken de artan nufusa yeni yerleşim yerleri, yiyecek bulma ihtiyacıdır.

Zaman ilerledikçe, çeşitli ideolojilerin yayılması için de savaşlar yapılmıştır. İslamiyet; ilk dönemlerde savaşla bir çok yere yayılmışsa da bir sömürge statüsüne ulaşmamış, bilakis yerli halkı korumaya ve onları kalkındırmaya çalışmış, zamanla yerli halk devlet ve dinle kaynaşarak yönetime ortak bile olmuştur.

Sanayi devrimi modern anlamda ilk sömürge sisteminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çünkü, fabrikalar için hammadde, insan gücü ve Pazar ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı batı geri kalan bütün dünyayı aralarında paylaşmış, kısa sürede Asya, Afrika ve Amerika kıtaları batının bahçesine dönüşmüş ve Osmanlı da bu dalgadan nasibini alarak yıkılmıştır. Bütün bu olaylar da l. Dünya savaşına neden olmuştur.

Yüzyılımızı geldiğimizde dengeler değişmiş ve tabiki sömürünü şeklinin de değişmesine gerekmiştir. Bu sefer sömürü daha değişik alanlarda ortaya çıkmıştır. İnsanlar serbest bırakılmıştır. Ancak, piyasada üretilen mallara Pazar ihtiyacı doğmuştur. Bu nedenle Avrupanın dışındaki ülkelerin bir tüketici yığını haline getirilmesi tertiplenmiş ve bu plan uygulamaya konulmuştur.

Buraya kadar hep sömürünün görünen ve maddi boyutu üzerinde durduk. Bir de batının sinsice düşündüğü bir diğer sömürü alanı varki, o da kültür alanı olmuştur. Çünkü kültür alanında yapılacak bir sömürü, o ülkelerin beyinlerini de köle haline getirecek ve onların gözleri Avrupa’dan başkasını görmeyecek, aşağılık kompleksi ve batı hayranlığı alacaktır. Yani o ülkelerin insanlarının batıya karşı kendilerini savunacak reflekslerden yoksun kalacaklardır.

Başka bir sömürü çeşidi de strajik konum ve hammadda kaynakları nedeniyle emperyal devletlerin mutlaka kontrol etmeleri gereken devletler vardır. Örneğin, Ortaasya ve sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın Afganistan’ı almak istemesi, ABD’nin Orta Asya’ya egemen olmak ve bölge enerji kaynaklarını almak için Afganistan’a ihtiyaç duyması, Ortadoğu’yu kontrol etmek isteyen bir Amerikan’ın Türkiye ve İsrail’e ihtiyaç duyması gibi

SÖMÜRÜ ÇEŞİTLERİ

Bildiğimizi gibi çağımız modern bir çağdır! Bu çağdaki sömürgecilik de daha çağdaş olması gerekmektedir. Biz bu bölümde günümüz sömürge çeşitlerini de anlatacağız ama önce daha önceki sömürü çeşitlerine kısaca bir göz atalım.

a) Tam Sömürge: En çok uygulanan sömürü çeşididir. Büyük devletlerin kendi emperyalist çıkarları çevresinde, doğrudan bir bölgeyi işgal ederek kaynaklarını sömürmesidir.

Avrupa’nın birinci dönem Afrika’yı sömürmesi, İngilizlerin Hindistan’ı, Hollandalıların Endonezya’yı, Fransızların Cezayir’i ve Avrupalıların Amerika’yı sömürmesidir.

Batılılar sömürdükleri bu devlete yaşama hakkı bile neredeyse tanımamışlardır. Fakat çağımıza geldiğimizde sömürgecilik yeni boyutlar kazanmış ve bunlara görünüşte bağımsızlık vermiştir. Özellikle 2. dünya savaşından sonra bütün sömürge devletleri görünüşte bağımsız olmuştur.



b) Yarı Sömürge: Buna kısaca mandaterlik de denilebilir. Mandater devletler, aslında emperyalist devletlerin eski sömürgeleri olup yapı değiştirmiş ve yumuşatılmış bir şeklidir.

Emperyalistler, terk ettikleri manda ve himaye adıyla daha az masraflı sömürge yolunu bulmuşlardır. Mandacılığın gerekçesi de bu ülke insanların kendi kendilerini yönetemedikleri, bu nedenle onların adına onları yönettiklerini iddia etmektedirler. Kurtuluş savaşı sırasında da ülkemizde tartışılan mandacılık görüşü, M. Kemal ve arkadaşlarının şiddetle karşı çıkması üzerine uygulanmamıştır.

Mandaterliğe alınan devletin yöneticileri ya yerli işbirlikçilerinden ya da genel valiler tarafından yönetilir. Bu genel valiler merkezden gönderilen yöneticilerdir. Buna İngilizlerin Yeni Zelanda ve Avusturalya’da uyguladığı yönetim örnek gösterilebilir.



c) Özerk Devletler: Günümüzde çok yaygın bir şekilde uygulanmakta olduğundan bir çok kişi tarafından sömürge olarak kabul etmemektedir. Ama biz sömürgeciliği başka ulusların bir başka ulusu yönetmesi ve kaynaklarına el koyması şeklinde düşünürsek bu yönetim şekli de sömürgeciliğin başka bir boyutudur. Örneğin Rusya’daki Çeçen, Tataristan, Yakutistan vs gibi özerk cumhuriyetler bunlara örnek olabilir.

Fakat yayılan milliyetçilik dalgaları bu sömürü çeşidini de yavaş yavaş yok etmektedir. Uluslar bilinçlendikçe aslında bunun da bir sömürge olduğunu anlamaya başladılar ve bağımsızlık mücadalelerine giriştiler. Buna örnek olarak da Yugoslavya’nın dağılmasını gösterebiliriz. Yugoslavya, özerk cumhuriyetlerden oluşmuştu. Fakat bunlar sonunda yavaş yavaş bağımsızlığını elde etmeye başladılar.

Bu sömürü çeşidini uygulayan Rusya, Çin ve Hindistan gibi devletlerin bünyelerinde gittikçe artan bir huzursuzluk baş göstermektedir. Bu huzursuzluğu oluşturan sebepler kaldırılamadan, reformlara gidilmekte, fakat sorunlar ortadan kaldırılmadığından bu reformlar bir anlam ifade etmemektedir.

SÖMÜRÜNÜN KALDIRILMASI
Gerçi sömürgeciliğin kaldırıldığı yok ama bugün emperyalist devletler bunu kaldırdıklarını idida etmektedirler. Aslında kalkan sadece sömürünün şeklidir. Başka hiçbir şey değil.

Sömürünün şeklini değiştirmesi, Fransız ihtilaliyle birlikte ele alsak (Emperyalistler böyle diyo..) Fransızların kendisi bu ihtilalden sonra sömürgeciliği şiddetle sürdürmüşlerdir.

Sömürgeciliğin Fransız ihtilalinin sonunda gelişen milliyetçilik akımının sonucunda milletlerin uyanarak bağımsızlık mücadelesine girişmesinin sonucunda sömürgeciliğin kaldırılmasına giden yol başlamış oldu.

Sömürgeciliğin kaldırılmasına yol açan diğer bir gelişme de Amerikan’ın bağımsızlık savaşıdır. Amerikan bağımsızlık savaşı emperyalizme karşı sömürge ülkelerin ilk bağımsızlık savaşıdır. Amerikan’nın yayınladığı insan hakları beyannamesi bütün sömürge uluslara örnek olmuştur. Fakat ne acıdır ki geçmişinde sömürülmüş olan ve sömürgeciliğe karış da ilk mücadeleyi başlatan devlet olan Amerika, bu gün en büyük sömürü imparatorluğunu kurmuştur.

Hiç yorum yok: