Sömürgecilik, tarihin pek çok döneminde birçok ülke tarafından dünyanın farklı bölgelerinde uygulanmış, bazı acımasız devlet yöneticilerinin yalnızca kendi ülke çıkarlarını gözettikleri politikalar sonucunda zulüm dolu görüntülere neden olmuştur. Sadece kendi halkının üstünlüğüne inanan yöneticiler, sömürüleri altına aldıkları ülke halklarını en acımasız şartlarda çalıştırmış ve bu insanların her türlü kaynağını kendi ülkeleri adına kullanmışlardır. Güçlünün zayıf olanı ezmesi mantığını temel alarak farklı fikri zeminlerde meşru hale getirilmeye çalışılan bu zulüm, ancak din ahlakının hakim olmasıyla tam olarak son bulacaktır. Bunun gerçekleşmesi ise Allah´ın izniyle çok yakındır. Bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi anlamına gelen sömürgecilik, diğer bir deyişle emperyalizm, modern tarihte coğrafi keşiflerle birlikte başlamıştır. 15. ve 16. yüzyılda birtakım Avrupalılar, elde ettikleri askeri teknoloji ile birlikte başka kıtalara yayılmaya başlamışlardır. Güçlü donanmalar, etkili ateşli silahlar ve disiplinli ordular kullanarak, dünyanın uzak bölgelerini ele geçirmiş ve bu bölgeleri tam anlamıyla sömürmeye başlamışlardır. İlk sömürgeciler Portekizliler ve İspanyollardır. Özellikle Kristof Kolombun Amerikayı keşfinden sonra, modern dünyanın ilk sömürge imparatorlukları tarih sahnesine çıktılar. Amerika kıtasının güneyini kısa bir süre içinde sömürgeleştirildiler. Burada yaşayan ve temelde barışçı bir tabiata sahip olan yerlileri köleleştirdiler. Zorla çalıştırdıkları bu insanları Amerika kıtasının tüm altın ve gümüş zenginliklerini yağmalamak için kullandılar. 17. yüzyılda Avrupa´da sömürgeci olmayan neredeyse hiçbir güçlü ülke yoktu. 19. yüzyıla gelindiğinde, Amerika kıtasının büyük bölümü, Afrikanın neredeyse tamamı ve Uzakdoğunun çok sayıda ülkesi bu Avrupa devletlerinden birinin sömürgesi durumundaydı. Bu ülkeler, sömürgeciler tarafından atanan genel valilerce yönetiliyordu. Sömürge ülkelerinde yer alan bu yönetimler, bu ülkelerin halkının yeterince verimli olarak çalıştırılmasına ve doğal kaynaklarının yine yeterince verimli olarak Avrupaya aktarılmasına özen gösteriyorlardı. Bu nedenle 19. yüzyıl, adeta bir sömürgecilik yüzyılı haline geldi. Hatta kısa bir süre sonra gerçekleşen I. Dünya Savaşı da bu sömürgelerin paylaşılması kavgasından doğdu. 19. Yüzyıl: Sömürgeciliğin Zirvesi 19. yüzyılda, sömürgeci ülkeler daha önce ulaşamadıkları kadar geniş topraklara yayılmış, Afrikadan Hindiçinine kadar uzanan dev bir coğrafyaya hakim olmuşlardır. KIZILDERİLİ KATLİAMI Kristof Kolomb´un Amerika´yı keşfi ile korkunç bir kızılderili katliamı başladı. 9. yüzyıl, bu siyasi tablonun yanında, felsefi anlamda da gerçek dışı bir akımın zirvesi olmuştur. Bu akım materyalizmdir. Avrupada Hıristiyan kültürüne karşı asırlardır yürütülen savaş, bu yüzyılda ön plana çıkmış ve Allahın varlığını kabul etmeyip sadece maddeyi mutlak varlık sayan materyalizm, kültür ve bilim dünyasında pek çok taraftar bulmuştur. Konunun dikkat çeken yönü ise, 19. yüzyılın farklı gibi gözüken bu iki özelliğinin, yani sömürgeciliğin ve materyalizmin aslında birbiri ile yakından ilişkili olmasıdır. Avrupanın uyguladığı siyasi strateji olan sömürgecilik, felsefi dayanağını da materyalizmde bulmuştur. Sömürgeciliğin tarihteki gelişiminden söz ederken, bu sistemin birtakım meşruiyet arayışları içinde olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Bunun nedeni, sömürgeciliğin gayri ahlaki bir sistem olmasıdır. Bazı insanların haklarının yenmesine, adaletsizliğe, baskı ve zulme dayalı bir sistemdir ve insanlığa doğruyu, dürüstlüğü, adaleti, barış ve kardeşliği emreden ahlaki kıstaslarla açıkça çelişir. Bu ahlaki kıstasların kaynağı ise hak dindir. Çünkü ancak Kuran ahlakı insanlara, adaletin, dürüstlüğün, doğruluğun kutsal olduğunu öğretir ve yine ancak din ahlakı insanları bu ahlaki kıstaslar için, kendi çıkarlarından gerektiğinde feragat etmeyi emreder. Bu ise sömürgeci anlayışla din ahlakı arasında büyük bir farklılık olduğunu göstermektedir. Kolomb ve diğer İspanyol sömürgecilerle Kilise arasındaki çatışma, bu durumun Avrupa tarihindeki bir örneği olmuştur. Katolik Kilisesi, aslında altın, şöhret ve toprak peşinde koşan bu yağmacılara karşı tavır koymuştu. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casasın, Kolomb ile birlikte Amerika kıtasına ayak basan kolonicilerin yerliler bir tür hayvandır iddiasına karşılık, yerlilerin gerçek birer insan olduğunu savunmasıydı. Daha sonra, 1537de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin gerçek insanlar (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.1 A Fransız sömürgesi Kongo´yu resmeden bir tablo. Kongo ormanlarındaki yerliler, onları bir tür hayvan gibi görme yanılgısına kapılmış olan "beyaz adam" tarafından katledilmişlerdi. Avrupa giderek artan bir hızla din ahlakından uzaklaşmış ve din ahlakının karşısında yer alan materyalizm, 19. yüzyılda en üst noktaya çıkmıştır. Bu nedenle de bu yüzyılda, Avrupa açısından sömürgeciliğin gelişebileceği ideal bir kültürel ortam meydana gelmiştir. Tüm insanların Allahın yarattığı eşit varlıklar oldukları ve birbirlerine karşı da yine Allahın bildirdiği ahlaki kurallara göre davranmaları gerektiği reddedilince, sömürgeciliğin önündeki kültürel engeller ortadan kalkmıştır. Bu kültürel engel, herşeyden önce tüm insanların Allahın yarattığı eşit kullar olduğu inancıdır. Materyalist düşünceye sahip bazı Avrupalı toplumlar bu gerçekten uzaklaştıkça, insan ırklarının birbirlerinden çok temel bazı farklılıklara sahip olduklarına, bazılarının (yani kendilerinin) ileri, bazılarının ise geri olduklarına inanır hale gelmişlerdir. Özetle; yaratılış gerçeğinin reddedilmesi, ırkçılığın doğmasına neden olmuştur. Farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğu iddiasının sözde bilimsel temelini ise evrim teorisi oluşturmuştur. Charles Darwinin teori haline getirdiği evrim fikri, o zamana kadar biyoloji biliminde doğru olan ve yaygın kabul gören canlı türlerini Allah ayrı ayrı yaratmıştır gerçeğini kendince reddetti ve tüm türlerin rastlantılar sonucunda bu hale geldiklerini öne sürdü. Tamamen hayal ürünü olan bu iddia, Yüce Allahın muhteşem yaratışının apaçık delillerini görmezden geliyordu. Daha sonra bu asılsız teori tarihte yaşanan birçok zulmün de sözde bilimsel zeminini oluşturdu. Sömürgeciliğin Kültürel Desteği: Sosyal Darwinizm Evrim teorisinin insan toplumlarına uygulanmasıyla ortaya çıkan ırkçı görüş Sosyal Darwinizm olarak bilinir. 19. yüzyıldaki bütün ırkçı düşünceler de Sosyal Darwinizmden ilham aldılar. Bu ırkçıların başında ise, tahmin edilebileceği gibi, beyaz ırkın üstünlüğünü savunan sömürgeciler geliyordu. Sömürgecilik, Kristof Kolomb döneminde ortaya atılmış olan ve bir türlü bilimsel bir açıklamayla desteklenemeyen yerliler bir tür hayvandır iddiasına, ilk kez bilimsel görünümlü bir dayanak sağlamış oluyordu. Bu nedenle Darwinin teorisi, sömürgecilik taraftarı olan çevrelerden kısa sürede büyük bir destek gördü. İşgal, sömürü, baskı ve zulüm elbette her zaman insanlık tarihinin bir parçası olmuştu. Darwinin ortaya attığı teori sayesinde ise, artık bu gayri ahlaki eylemlerin dayandırılabileceği ve meşru gibi gösterilebileceği bir gerekçe de bulunmuştu. Bu teorinin temelinde yatan güçlü olanın hayatta kalması mantığıyla, Darwinin ardından ortaya çıkan ırkçı öğretiler bağdaştırılınca, ortaya sömürgeciliğin ve diğer her türlü baskıcı sistemin meşrulaştırılabileceği bir formül çıkmıştı. Üstte: Çuval yarışı yaparak, Kraliçe Viktorya´nın doğum gününü kutlayan İngiliz askerlerini eğlendiren Zulular.Altta: Hint ordusu için asker seçen İngiliz askeri. Dünya Tarihine Felaketler Getiren Sosyal Darwinizmin prensipleri kısaca şöyleydi: Dünya üzerinde insanlar, ırklar, uluslar ve medeniyetler hayatta kalma mücadelesine kilitlenmişler ve bu uğurda diğerleriyle büyük bir rekabete girmişlerdir. Gelişmiş medeniyetler atalarından -sözde- değerli özellikler almışlardır ve bu onları diğerlerinden üstün kılan bir ayrıcalıktır. Az gelişmiş kültürler ise yakında yok olacaklardır ve buna mahkumdurlar. Bu nedenle doğanın düzeni, güçlü ve medeni ulusların, zayıfların elindeki kaynakları kullanmalarını gerektirir. Bunu yaparken her yol ve yöntem serbesttir, ahlaki değerlere gerek yoktur. Dünyanın her yerinde medenileşmiş uluslar, ırklar ve bireyler kendilerinden daha geri olanları yönetme ve sömürme hakkına sahiptir. Bu, - sözde- doğanın özünde olan bir kanundur. Sosyal Darwinizm, işte bu gibi sözde bilimsel iddialarıyla 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmine aradığı kültürel desteği sağlamıştır. Sömürgelerdeki Acımasız Uygulamalar Sömürgeci devletlerin önde gelenlerine hakim olan sosyal Darwinist görüşler, onların sömürgelerindeki halklara uyguladıkları politikalarda da kendini gösteriyordu. Bu halkları insan saymayan, kendilerince ilkel birer ara geçiş formu olarak gören bu yönetimler, hakim oldukları ülkelere çoğu zaman acı, yıkım, mutsuzluk getirdiler. Söz konusu ülkeler bu tür politikalarında kendilerince yaptıklarını haklı görüyorlar, bu da hırs ve saldırganlıklarını artırıyordu. Afyon Savaşı bunun ilginç bir örneğiydi. İngiltere daha 19. yüzyılın başlarında Çine afyon satmaya başlamıştı. Oysa, İngilterede afyon üretilmesi, satışı ve kullanımı yasaktı. Kendi insanlarını böyle bir beladan titizlikle koruyan dönemin İngiliz yöneticileri, kısa sürede bu ülkenin insanlarını afyon bağımlısı haline getirdiler. İmparatorun oğlu dahi aşırı afyondan ölünce, İmparator İngilizlerin ülkeye afyon sokmalarına bir son vermeye karar verdi. Hükümet görevlisi Lin Zexu (Lin Tse-Hsü) Doğu Hindistan Şirketinin en büyük ticaret limanı olan Cantona, afyon ithalatına bir son vermeleri için görüşmek üzere gönderildi. İngiliz tüccarlar iş birliğine yanaşmadıkları için Zexu afyon depolarını kapattırdı. Bu, hemen ardından askeri bir müdahale getirdi. Çinliler kesin bir yenilgiye uğradılar ve çok aşağılayıcı bir anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldılar: Bu anlaşmaya göre Çinde afyon ticareti yasal sayılacaktı. Lin Zexu ise hükümetteki görevinden alındı ve sürgüne gönderildi. Portekizliler ise sözde üstünlüklerini Angola halkını köleleştirerek gösterdiler. Bu bölgede yaşayan halkın büyük bölümünü gemilerle kaçırdılar ve beş yıllığına sözleşmeli işçiler olarak deniz aşırı yerlere gönderdiler. Ancak işçilerin çok az bir kısmı sözleşmenin sonunu görebilecek kadar yaşadı.2 İşgal edilen yerlerin hemen hemen hepsinde işgalci devletler uygun gördükleri topraklara ve kaynaklara el koydular, kendi ülkelerinden gelen yerleşimcilere veya şirketlere bu yerleri verdiler. Yerlerinden edilen yerli halka ise hiç ilgi gösterilmedi. Bu halkların paraları, iş güçleri, malları ve maden kaynakları sonuna kadar sömürüldü. İngilizler, sömürgelerinden aldıkları pamuk, çay, maden cevherleri gibi ham maddeleri İngiltereye getiriyorlardı. Daha sonra bu ham maddelerle üretilen mallar tekrar sömürgelere getirilerek çok yüksek fiyatlara satılıyordu. Hindistandan alınan pamuk İngilterede işleniyor ve tekrar Hindistana satılıyordu. Asıl ilginç olan ise Hindistanda Hint pamuğunun satışının yasaklanmış olmasıydı, yani sadece İngilizlerin sattığı pamuk kullanılabiliyordu. Ayrıca Hintliler, sadece İngilizlerin ürettikleri tuzu satın alabiliyorlardı. Özgürlük isteyen Hintlileri ağır bir saldırı ile bastıran İngilizler Asıl ilginç olan ise Darwinist emperyalistlerin, başka milletleri sömürürken, bunu kendilerince aşağı ırkların ve geri kalmışların yükünü üstlenmek olarak göstermeleriydi. İddialarına göre dünyanın gelişmesi için, üstün ırkın düzeninin tüm dünyaya yayılması, aşağı olanların kalkındırılmaları gerekiyordu. Diğer bir ifadeyle, sömürgeci güçler işgal ettikleri topraklara medeniyet götürdükleri iddiasındaydılar. Ancak uygulamaları ve politikaları onların bu sözde iyi niyetli iddialarının gerçekleri yansıtmadığını gösteriyordu. Dünyadaki ulusların çoğunu aşağı gören, onların acılarını, ölümlerini sözde evrimleşme yolunda bir basamak olarak kabul eden bu sapkın dünya görüşünün tüm insanlık için ne kadar büyük bir tehlike olduğu açıktır. 19. ve 20. yüzyılda hayatta kalma mücadelesi, üstün ve aşağı ırklar arası çatışmalar gibi kavramların doğruluğuna inanan insanlar, bu iddiaları kendilerine siper ederek her türlü acımasızlığı yapmışlar veya yapanlara ses çıkarmamışlardır. Bunun sonucunda ise sömürgecilik taraftarı merhametsiz diktatörler ortaya çıkmış, milyonlar bu insanların sözlerine alkış tutmuş, on milyonlarca insan ise bu zalim ideolojiler yüzünden acı, sefalet ve korku içinde yaşamış ve ölmüştür. Aynı I. Dünya Savaşında olduğu gibi, II. Dünya Savaşı da bu yanlış inancın sonucunda ortaya çıkmıştı. Hitlere göre, Almanların mensup olduğu Ari ırk, sözde evrim sürecinin en üst basamağındaydı ve diğer ırkları yönetme hakkına sahipti. Bunun gerçekleştirilmesinin tek yolu ise, Almanyanın tüm dünyaya hakim olmasıyla sonuçlanacak bir savaştı. Adaletle Hükmeden Cihan Devleti: Osmanlı 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren görülmeye başlanan sömürgecilik faaliyetleri tüm hızıyla sürerken, aynı dönemlerde İslam ahlakı temel alınarak yönetilen Osmanlı topraklarında uzun süren bir istikrar, barış ve huzur dönemi yaşanmıştır. Bu barış ortamı Balkanlarda 19. yüzyıla, Ortadoğuda ise 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Osmanlı Devleti fethettiği yerlere büyük bir askeri güç ve siyasi akıl ile girmiştir. Topraklarına kattığı ülkelerin halklarını İslam ahlakının bir gereği olarak son derece adaletli bir sistemle yönetmiş, onlara dinlerini yaşama özgürlüğü vermiş ve herkesin inancını koruyabileceği, dahası tüm gerekleriyle yaşayabileceği bir sistem kurmuştur. Irk, din, dil ayrımı yapmadan, her milletin refah içinde yaşamasını sağlamıştır. Hiçbir zaman bu halklara zulmetmemiş, sömürgecilik gibi zorba politikalara başvurmamıştır. Osmanlı, ele geçirdiği bölgeleri İslam ahlakının getirdiği hoşgörü, huzur, refah ve nizam anlayışıyla yönetmiştir. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözetmiş ve bu menfaatler düzensizlik ve zulüm gerektirdiğinde hiç düşünmeden bunları uygulamışlardır. Bu da İslam ahlakı ile yönetilen bir devlet ile dinsiz ideolojiler doğrultusunda kurulan yönetimler arasındaki en belirgin farkı ortaya koymaktadır. Sonuç Din ahlakının yaşanmadığı bir ortamda huzurun, barışın ve güvenliğin sağlanması mümkün değildir. Böyle bir ortamda başa geçen yöneticiler de adaleti, yardımlaşmayı, barışı değil; çıkarcılığı, bencilliği ve baskıcı bir yönetimi tercih ederler. Allah bir Kuran ayetinde bu ahlaktaki insanların oluşturdukları tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir: O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205) Allahın bildirdiği ahlaka uyulmadığı müddetçe, ayette bildirilen bozgunculuk çıkaran insanlar var olacaktır. Oysa Allahtan korkan insanların yönettiği ülkelerde güçlü bir dayanışma, yardımlaşma ve adalet hakim olur. Hiç kimsenin emeğinin ya da zayıflığının sömürülmesine izin verilmez, sürekli yeni çözümler ve hizmetler üretilir. Halkın refahı ve huzuru için tüm imkanlar seferber edilir. Osmanlı İmparatorluğu, İslam ahlakıyla yönetilen bu düzeni asırlarca başarıyla sürdürmüştür. Günümüzde ise dünyaya nizam getirmiş olan bu yegane güç, kurulacak olan İslam birliği ile yeniden sağlanacaktır. Allahın izni ve lütfu ile, 21. yüzyılda yeryüzüne özlenen barışı ve huzuru getirecek olan bu birliktelik, sevgi kardeşlik, hoşgörü ve dayanışmanın da kaynağı olarak emperyalizm kaynaklı uygulamaları, zalimliği ve adaletsizliği yeryüzünden silecektir. Bir ayette samimi Müslümanların insanlık için hayırlı bir toplum olmaları gerektiği şu şekilde bildirilmiştir: Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allaha iman edersiniz (Al-i İmran Suresi, 110) Kaynaklar: 1 François de Fontette, Irkçılık, Çev. Haldun Karyol, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, ss. 40-41 2 John Merriman, A History of Modern Europe, Volume Two: From the French Revolution to the Present, s.990-991 |
1 Mart 2012 Perşembe
Modern Tarihin Zulüm Sistemi:Sömürgecilik
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder