Suriye nüfusunun yalnızca yüzde 12-15′ini teşkil etmelerine rağmen, ülkede iktidarı yaklaşık 40 yıldır ellerinde bulunduran Nusayrîler, herkesin merak konusu. Geçmişten günümüze Nusayrîler’in hikâyesi, “Suriye bu hale nasıl geldi?” sorusunun da cevabı aslında:
Köken olarak Şii mezhebinin 12 imamından on birincisi olan Hasan el-Askerî’nin sadık müridi Muhammed bin Nusayr‘a (ölümü: 873) dayanan Nusayrîlik, uygulamadaki bazı farklılıklar veHz. Ali’ye ilahlık atfedecek kadar ileri giden bazı dinsel yorumlar nedeniyle, Şia’nın ana akımından ayrılırlar. Bu durum Nusayrîler’i tarih boyunca hedef haline getirmiş, onlar da kendi içlerine kapanmayı seçmişlerdir.
Haçlı Seferleri sırasında Antakya ve çevresine çekilmek zorunda kalan Nusayrîler, Osmanlı döneminde de Yavuz Sultan Selim’in ‘Şii karşıtı’ politikalarından doğrudan etkilendiler.Anadolu-Mısır ve Anadolu-Hicaz yollarının güvenliğini sağlamak isteyen Yavuz Sultan Selim’in Nusayrîlerin yerine Sünnî Türkmenleri yerleştirme tercihi, Nusayrîler’i Suriye’nin tarihsel merkezlerinden uzaklaştırdı. Bugün ülkenin Akdeniz kıyısındaki şehri Lazkiyye ve çevresinin Nusayrîler’in merkezi haline gelmesi bu uygulamadan sonradır.
Osmanlı İmparatorluğu bölgeden çekilirken, Nusayrîlik hâlâ gözlerden ırak, kendi gettosu içinde yaşayan bir azınlık durumundaydı. Osmanlı’dan sonra Suriye’nin idaresini ele alan Fransızlar, bölgeyi yönetirken Sünnî elitlere yaslanmayı tercih ettiler. Nusayrîler’in -ve genel anlamda Şii-Alevi kesimlerin- yönetimde yer alma, elit sınıflar arasına katılma, ülkenin gidişatında söz sahibi olma gibi bir imkânları yoktu.
Ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda ‘kaymak tabaka’, tamamen Sünnîler’den oluşuyordu.Nusayrîler de, tıpkı toplumsal hiyerarşide kendilerine tatmin edici bir yer bulamayan başka sınıflar gibi, gözlerini bir kuruma diktiler:Ordu.
‘Tuzu kuru’ kesimlerin aksine, ezilen ve dışlanan sınıflar askerliği sadece maddî bir kazanç kapısı değil, bir varoluş imkânı olarak gördüler. Askerlik ve onun kazandırdığı ‘vatanı koruma misyonu’ sayesinde artık Nusayrîler de kendilerini ifade edecek bir alan bulmuş oluyorlardı. Bu süreç, çok da uzun olmayan bir zaman dilimi içinde Nusayrîler’in ordu içindeki dengelerden / dengesizliklerden faydalanarak yükselmelerine, nihayet 1970 yılında Hâfız Esed önderliğinde düzenlenen bir darbe ile iktidarı resmen ellerine almalarına yol açacaktı.
Hâfız Esed, iktidarının bir azınlık iktidarı olduğunun, dolayısıyla kritik dengeler üzerinde durduğunun farkındaydı. O da olası riskleri bertaraf etmek ve iktidarını sağlamlaştırmak için iki önemli hamle yaptı:
1) Yönetimi kısmen Sünni elitlerle paylaştı,
2) Ulema sınıfı arasında kendisine bağlı bir kadro yarattı.
Yıllar boyunca Hâfız Esed’in yanıbaşında bulunan birçok ismin (Mustafa Talas, Abdulhalim Haddam, Faruk el-Şara vb.), Suriye’nin önemli Sünnî ailelerine mensup oldukları görülür. Bu şaşırtıcı bir şey değildir. Gerçekten de Suriye Sünnî elitleri, Nusayrîler’e kaptırdıkları iktidarı yeniden ele geçirmek üzere yorucu çarpışmalara girmektense, iktidara ortak olma yolunu tercih ettiler.Bu da, sıradan halk katı mezhepçi politikaların çarkları arasında öğütülürken, Sünnî elitlerin manzarayı izlemekle yetindikleri bir tabloyu ortaya çıkardı.
Hâfız Esed’in ulema kesimini elde etmesi ise çok daha kolay oldu. 1964 yılından beri Suriye müftüsüolarak görev yapan Nakşibendî şeyhi Ahmed Kuftârû, yönetim ile işbirliği yapma konusunda oldukça istekliydi. Kuftârû, Şam’ın merkezinde tesis ettiği medresesinde ‘dinler arası diyalog’ çalışmalarını sürdürürken, Suriye Müftüsü sıfatıyla da Baas rejimini rahatsız etmeyecek bir İslâm anlayışını ülkede yerleştirmek için çalıştı.
Şeyh Ahmed Kuftârû, Esed rejimine yaklaşık 34 yıl hizmet ettikten sonra, 2004 sonbaharında yerine eski Haleb müftüsü ve yine Nakşibendî eğilimli Şeyh Ahmed Bedreddin Hassûn’u bırakarak dünyadan ayrıldı.
Esed ile Suriye halkı arasında ‘köprü’ vazifesi gören bir diğer önemli isim ise Said Ramazan el-Bûtî. El-Bûtî Baas rejiminin ‘kadrolu’ hocaları arasında yer almasa da, Hâfız Esed’e hep çok yakın oldu. 2000 yılı Haziran ayında Esed’in cenaze namazını gözyaşları içinde kıldırmasıyla hafızalara kazındı.
Said Ramazan el-Butî, iki yaşındayken babası Molla Ramazan ile Türkiye-Suriye sınırındaki Botan köyünden Şam’a hicret etmiştir. Şafii mezhebine mensup bir alim olarak, bütün dünyada izlenilen ve itibar edilen bir isimdir. Ancak özellikle son olaylar çerçevesinde el-Buti birçok eleştirinin de hedefi haline geldi. Yıllardır Esed rejimine vermiş olduğu sınırsız ve rezervsiz destek, şimdilerde sert bir biçimde sorgulanıyor.
Gerek Ahmed Kuftârû’nun gerekse el-Bûtî’nin Baas rejiminin ateşli destekçileri olmaları, kendilerinin etnik kökeni düşünüldüğünde de çok anlamlı. Her ikisi de Kürt olan bu isimler, yıllar boyunca Suriye Kürtlerinin durumlarının düzelmesine, vatandaş olarak kabul edilmelerine ve yönetim tarafından muhatap alınmalarına yönelik herhangi bir adım da atmadılar.
Özetle söylemek gerekirse:
Suriye’nin şu anda içinde bulunduğu ve genç nesillerin ölümü göze alma pahasına isyan ettikleri açmazda Suriye’deki bütün kesimlerin (Alevî-Sünnî, sivil-asker, ulema-elit) sorumluluğu bulunuyor. Suriye’de bugün yaşananlar, aynı zamanda yıllar boyunca kendi kazanımları ve menfaatleri uğruna halkın genelinin canının yanmasını önemsemeyen imtiyazlı kesimlere yönelik de bir isyandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder