Sık sık hatırlattığım gerçeği “Dünya Kadınlar Günü” münasebetiyle bir kez daha hatırlatayım ki, insanlığın yaradılışında “kadın” vardır: Hz. Havva...
İslâm’ın “doğuş”unda yine “kadın” vardır: Hz. Hatice (Efendimiz’in peygamberlik sırrını bir erkeğe değil de bir kadına açması, İslam Dini’nin kadına bakışı hakkında bir fikir verse gerektir)...
Keza, Osmanlı’nın Anadolu’ya gelişinde de “kadın” vardır: Bacıyan-ı Rûm (Anadolu bacıları)...
İnsanlığın oluşunda, İslâm’ın doğuşunda ve Osmanlı’nın hem tarih sahnesine çıkışında, hem de “Vahiy” eksenli “Sünnet Medeniyeti”nin üç kıtaya yayılışında, kadın “ana unsur”dur...
Gerçi Osmanlılar İslâmiyeti Araplardan öğrenmişlerdir, ancak vahiy ekseninden kopmadan yeni yorumlar geliştirerek hem renklendirmişler (Anadolu tasavvufu), hem de Devr-i Saâdet modelini esas alarak sosyalleştirmişlerdir.
Devr-i Saadet kadınının hayatın içinde olduğunu, camiye gelip Efendimiz’le görüştüklerini, sorular sorduklarını, üretime katıldıklarını biliyoruz.
Daha sonra bile bu durum aynen devam etmiş, Hz. Ömer’in “Halife” sıfatıyla okuduğu hutbe esnasında “Kadınlara verilen “mehir”in yüksek olduğunu” söylemesi üzerine, mescitte bulunan kadınlardan biri ayağa kalkarak bu görüşünü eleştirmiş, “Allah’ın bize vermiş olduğu hakkı sen bizden alamazsın, çünkü bu, Kur’an’da bulunan bir hükümdür” diye itiraz etmişti. Bu itiraza Hz. Ömer’in yaklaşımı ilginçtir: “Allah’a şükürler olsun, benim halkımın arasında yanlışımı düzeltecek böyle kadınlar var” demişti.
Yine Hz. Ömer döneminde “Hisbe” denilen görevin, yani çarşı-pazar denetiminin (bir nevi “zabıta” görevi) kadınlara verildiğini biliyoruz. Daha sonra bu anlayış maalesef terk edilmiş, Arap dünyasında kadın yine arka plâna itilmiştir.
Osmanlı’nın kadına bakışı Araplardan daha farklı, daha anlamlı, daha kapsamlı, daha Müslüman’dır: Büyük ölçüde de Devr-i Saâdet eksenlidir. Kadının toplum içindeki yeri bu modele göredir. Bu modelde kadının toplum içinde vazgeçilmez bir yeri vardır...
Türkiye’de yıllarca kalan ve bu süre içinde Osmanlı insanını inceleme fırsatı bulan meşhur Alman Mareşal Moltke, işte bunu fark etmiş, bu fark edişin izdüşümü olarak şöyle bir hüküm vermiştir: “Evin tek hâkimi kadındır...”
Malum: Aileye hâkim olan topluma da hükmeder!
Bu gerçeğe rağmen, Batı, Osmanlı kadınına harem ekseninden bakmış, bu eksende “kafes mahkumu” hikâyeleri uydurmuştur.
Kaldı ki harem, Julia Pardoe, Olivier, Gautier, La Borenne Durand de Fontmagne, Edmondo de Amicis başta olmak üzere, birçok Avrupalı seyyahın (gezgin) yazdığı gibi, bir “mutsuz kadınlar hapishanesi” değil, öncelikle padişahların evidir...
İkincisi: Kadının dikkat, liyâkat ve zekâsına göre yükseldiği bir “Kadın Okulu”dur (Erkeklerinki Enderun’dur).
Yedi-sekiz senelik mecburi bir eğitim sürecinde çeşitli sınavlardan geçtikten sonra, “çırak” çıkarılanlar (birisiyle evlenip haremden ayrılan cariyeler) yerleştikleri semtin öğretmenliğini yapar, o semtin kadınlarına ve kızlarına okuma yazma, edep-erkân, hayır-hasenat, nezaket, görgü, okuma-yazma, Kur’an-ı Kerim, biçki-dikiş, nakış, oya, dantel öğretirlerdi.
“Saraylı Ana”nın konağında haftanın belirli günleri yapılan “kadın kadına” toplantılarda güzel sesli hafızlar Kur’an okuduktan sonra, çeşitli kitaplar okunur ve okunan metin üzerine ciddi tartışmalar gerçekleşirdi.
Böylece “Saraylı Ana”nın konağı bir nevi “Halk Üniversitesi”ne dönüşürdü... Bölgenin kadınları ve kızları da bu “üniversite”nin öğrencileri olur, bu sayede bilgi ve görgülerini artırırlardı.
Zaten kitap okumak, Osmanlı saray kadınının tutkusuydu. Padişah eşlerinin ve kızlarının özel dairelerinde, haremde bulunan genel kütüphanenin dışında mutlaka bir kitaplık bulunurdu.
Çocuklarımızın doğru düzgün yetişmemesinde, sanırım kadının kitaptan kopuşunun büyük rolü var... Bilgisiz ilgi, çocukların geleceğini inşa etmiyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder