17 Şubat 2012 Cuma

“İngiltere yalancı, korkak ve tembellerle işbirliği yapmaz!”-Taha Kılınç

Ürdün Kralı Abdullah ve Mustafa Kemal Atatürk
Ürdün Krallığı'nın kurucusu Abdullah, anılarını kaleme aldığı satırlarını şu cümlelerle bitirir: 

"Ey Araplar! Bilmelisiniz ki İngiltere ile işbirliğine eğilimli olmamız gerekiyor. Çünkü dikkat edin, bütün büyük uluslar onlara karşı çıkmaktan aciz kalmışlardır. İngiltere hiç kimseye hak etmediği değeri vermez. İngiltere yalancı, korkak ve tembellerle işbirliği yapmaz. İngiltere, politikalarını duygularıyla hareket ederek ya da herhangi bir anlaşma veya savaşta kendisine yapılan yardımlara bakarak oluşturmaz. Tam tersine İngilizler sabırlı ve istikrarlı bir millettir ve ancak güçlülere saygı duyarak onları kendilerine katmak isterler. 

Başarısızlığı sevmedikleri gibi, ondan uzak dururlar. Şu halde siz de güçlü, uyanık, sözünün eri ve dikkatli olun ki İngiltere yanınızda yer alsın ve dostluğunu sizinle paylaşsın. 

Sözlerimin sonunda Britanya'ya, Kral'a ve lider Churchill'e saygı, hayranlık ve en iyi dileklerimi sunuyorum." 

Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in oğullarının Ürdün-Suriye-Irak bölgesinde kendilerine yer bulabilmelerinde İngilizlerin oynadığı kritik rolü düşündüğümüzde, Kral Abdullah'ın bu satırlarında şaşılacak bir şey yok. Ancak Ürdün Krallığı'nın ve onu yöneten kralların serencamı, şaşılacak bazı ayrıntıları içeriyor: 

Ürdün Krallığı -o zamanki adıyla Mâverâ-i Ürdün Emirliği-, 1923 yılında, yani tam da Türkiye'de Osmanlı'nın enkazı üzerinde bir 'cumhuriyet'in yükseldiği yıl kuruldu. 

İlginç zamanlardı: Yahudilerin Filistin'e göçü ve Siyonist hareket temsilcilerinin dünya çapındaki faaliyetleri devam ederken, Ürdün'de Hâşimî devletinin temelleri atılıyordu. 

İsrail'in kuruluş süreciyle Ürdün Krallığı arasındaki 'stratejik ilişki' her zaman sorgulanmıştır. Zira Şerif Hüseyin ve oğullarının Yahudilerle arası her zaman çok iyi olmuştu. Abdullah'ın kardeşi Faysal, bilâhare İsrail'in ilk cumhurbaşkanı olacak olan Chaim Weizmann ile 1919 yılında imzaladığı ve tarihe 'Faysal-Weizmann Antlaşması' olarak geçen belgede, kendilerinin Yahudilerin Filistin'e göçlerine 'anlayış' göstereceklerini açıkça ifade ediyordu. Hatta Faysal, antlaşma vesilesiyle yaptığı konuşmada "İki kardeş dinin mensupları"na vurgu yaparak, "Türklerin şimdiye kadar bölgede çevirdiği dolaplar"dan şikâyet ediyordu. 

Faysal bu antlaşmaya imza atarken, 'kurulacak olan geniş Arap Krallığı'nın başına geçmeyi düşlüyordu. Ancak işler umduğu gibi gitmedi, kardeşi Abdullah'a tahsis edilen Ürdün ve çevresinden vazgeçmek zorunda kalarak, önce Suriye'de tahta çıktı; ardından Fransızların itirazı üzerine İngilizlerin desteğiyle 1921'de Irak'ın başına geçti. 

Abdullah, kardeşi Faysal'ın 'tek başına' giriştiği Arap-Yahudi işbirliğinden rahatsız olduysa da, kendisi de aynı yoldan gitmekte beis görmedi. 

Mâverâ-i Ürdün Emirliği 1946 yılında Ürdün Krallığı adını alırken, aradan iki yıl bile geçmeden, 1948'de İsrail kuruldu. Osmanlı sonrası dönemde bölgedeki dönüşüm gerçekten baş döndürücü bir hızla ilerliyordu. Şimdi bölgede iki ayrı devlet vardı ve bunlar -tarihsel duruşları gereği- rakip ve 'düşman'dılar. 
Ancak Arap kamuoyu, Kral Abdullah'ın 'İsrail düşmanlığı'na asla inanmadı. 

İsrail'in kuruluşunun ilânından birkaç gün önce, Siyonist hareketin önde gelen isimlerinden, -bilâhare İsrail'in ilk kadın başbakanı- Golda Meir'in, çarşaflı bir Arap kadını kılığına girerek Amman'da Kral Abdullah'la yaptığı görüşme çok uzun zaman sonra kamuoyu tarafından öğrenildi. Meir görüşme sırasında Kral Abdullah'ı, Ürdün'ü, kuruluşu ilân edilecek olan İsrail'e karşı savaşa sokmaması için ikna etmeye çalıştı. Ancak Kral böyle bir anlaşmanın, tahtını yerle bir edeceğini çok iyi biliyordu. Abdullah yine de 15 Mayıs 1948'de Arap orduları İsrail'e savaş açtığında, Ürdün ordusunun 'gönülsüz' savaştığı, hatta bazı noktalarda Yahudilerin ilerlemesine bilerek göz yumduğu algısını bertaraf edemeyecekti. 

Bu ilk Arap-Yahudi savaşı, İsrail'in galibiyetiyle sonuçlandı. Bölgede artık İsrail adında can yakıcı bir realite vardı. 

Buna rağmen Kral Abdullah'ın hayalleri, gücünün yeteceğinden de büyüktü: Kudüs'ü de topraklarına katarak, 'Büyük Arap Krallığı'nı kurmak. Ürdün, bu amacın gerçekleşmesi için kritik adımı atarak, 1950 yılında Doğu Kudüs'ü ilhak ettiğini açıkladı. 

Kendisini 'Mescid-i Aksâ'nın koruyucusu' olarak isimlendirmeyi pek seven Abdullah'ın hayatı da aynı yerde son buldu: Kral, 20 Temmuz 1951 günü Mescid-i Aksâ'nın kapısında Filistinlilerce vurularak öldürüldü. Kral'ı hedef alan kurşunlardan biri, hemen arkasında bulunan 16 yaşındaki torunu -ve geleceğin Ürdün Kralı- Hüseyin'e de isabet etmişti. 

Abdullah'tan sonra yerine oğlu Talâl geçti. Ancak Talâl, yönetici olabilecek ehliyete sahip değildi. Sıklıkla ruhi bunalımlar geçiriyor, tedavi altına alınıyordu. Avrupalı doktorların 'şizofren' teşhisini koydukları Talâl 1953 yılına dek resmen tahtta kalsa da, fiilen yönetimde değildi. Nihayet oğlu Hüseyin tahta çıkarak babasını bu zor sorumluluktan kurtardı. 

1953'ten 1999'a kadar tahtta kalarak, Ürdün'ün günümüzdeki siyasi ve konjonktürel duruşunun temellerini atan Kral Hüseyin, yönetimi oğlu Abdullah'a bırakarak dünyadan ayrıldığında, Ürdün, nüfusunun çoğunluğu Filistinlilerden oluşmasına rağmen İsrail'le barış yapmış ikinci Arap ülkesi ve ABD'nin Ortadoğu'daki en stratejik müttefiklerinden biri konumundaydı. Ürdün, hâlen bu duruşunu korumayı sürdürüyor. 

Dedesinin 'İngiltere'ye bağlılık tavsiyesi'ni 'ABD'ye bağlılık' şekline dönüştüren Kral Hüseyin döneminde atılan bazı kritik adımları, Hüseyin'in Filistinlilerle gerilimli mücadelesini, Ürdün'ü ABD ve İsrail'le 'stratejik ortak' noktasına getiren hamleleri ise gelecek yazıda konuşalım. 

Hiç yorum yok: