15 Şubat 2012 Çarşamba

Çanakkale Savaşı’ndan bir Saka Hüseyin geçti-Yavuz Bahadıroğlu


35. Piyade Alayı’nın 2. Bölüğünden Hayrabolulu Saka Hüseyin’in görevi bölüğündeki askerlerin su ihtiyacını gidermekti.

Bu yüzden kendisine “Saka Hüseyin” (Eskiden su taşıyıcılara “Saka” denirdi) derlerdi...

Sabahın alacasında katırı ile yola çıkar, Bigalı Köyü’ne gidip kuyulardan tahta damacanalara su doldururdu...

Etraf düşman kaynadığından, dönüşünü akşam karanlığına denk getirmeye çalışırdı. 2. Bölük dört gözle dönmesini beklerdi. Zira Çanakkale Cephesi’nde suyun her damlası altın kadar kıymetliydi.

O gün de suyu doldurdu, akşamı bekledi ve havanın kararmasıyla birlikte bölüğün yolunu tuttu.
Fakat bu kez talihi yaver gitmedi. Bir düşman devriyesine yakalandı. Kafasını çalıştırmazsa, yandığının resmiydi...

Bereket versin kıvrak zekâsı imdadına yetişti. Ne yapacağını tasarladı. Kollarını havaya kaldırırken:
“Dellenmeyin hele” dedi gevrek gevrek gülerek, “Yavaş olun azcık. Suyu size getiriyom len sevabıma, kumandanınıza ulaştırıverin hele...”

İki Anzak askeri hiçbir şey anlamamışlardı elbet, ama bir tuhaflık da sezmiyor değillerdi... Aralarında kısa bir konuşma geçti...

Saka Hüseyin durmadan su damacanalarını gösteriyor, parmaklarını omzuna bastırıp “rütbe” işareti yapıyor, dudaklarında muzip gülümsemesini eksik etmeden “Gumandan, gumandan” diye tekrarlıyordu.

Yaptığı plân gereği Anzak komutanla görüşmeliydi... Sonunda başardı: Onu ve katırını alıp komutana götürdüler... Saka Hüseyin, İngiliz komutana sert bir selam verdi: “Gâvuroğlu gâvur” dedi Türkçe, “Emret bakalım!”

Hâlâ gülümsemekte devam ediyordu...
Kendinden emin hali, özgüveni, lütufta bulunurmuş gibi gülümsemesi komutanın merakını kamçıladı. Hemen bir tercüman bulup getirdiler. İngiliz subay, tercüman vasıtasıyla ne istediğini sordu.

“Ben ne istiycem” dedi Saka Hüseyin gülmesini bozmadan, “Allah’ıma bin şükür her bi şeyimiz tamamdır. Yalnız benim öz gumandanım susuzluk çektiğinizi duymuş. ‘Gâvurcuklar susuzluktan kırılmasın yazıktır’ diyerekten bu suyu gumandanınıza göndermiştir.”

Komutan tereddüt içindeydi. Ama çok da susamıştı. Su kaynakları daha ziyade Osmanlıların kontrolünde bulunuyordu. Ancak bir sorun vardı:

“Suyu zehirlemediğiniz ne malum?”

“Zehirlemeyiz” dedi Hüseyin, “Biz mert insanlarız, kalleşlik neyin bilmeyiz. Siz olsanız başka...”
Hâlâ tereddüt ettiklerini görünce: “Kolayı var” diye devam etti, “Şu damacanalardan bir bardak dolduruveren de içiverem. Zahir ben de susamışım.”

Yine gevrek gülüşü eşliğinde ekledi: “Ölüp gidersem zehirlidir içmezsiniz, kalırsam temizdir içersiniz. Gumandanım böylece tembih etti.”

Verilen suyu kana kana içti. Ağzını da sildikten sonra: “Geçmişlerinizin...” diye başladığı cümlenin devamını yutkundu.

İngiliz Teğmen bu ikramdan çok etkilenmiş, hatta mahcup olmuştu. Getirirken Hüseyin’i tartaklayan devriyelere bir güzel çıkıştı...

Nihayet Hüseyin’i çadırına götürdü. Karnını güzelce doyurdu. Çikolata ve kahve ikram etti. Bir sürü de konserve yığdı önüne. Hüseyin hiç istifini bozmadan verilen konserve kutularını katırının sırtına yükledi...

Biraz gecikerek de olsa bölüğüne döndü. Ondan neredeyse umut kesmişlerdi. Sapa sağlam karşılarında görünce, afalladılar: “Yahu biz seni öldü belledik be kardaşlık.”

“Ne ölmesi ya” dedi Hüseyin, “Karşıdaki gâvurcuklarla biraz çene çaldık.”
Anlayacağınız, biz bu Çanakkale Zaferi’ni sadece bileğimizle, yüreğimizle değil, zekâmızla da kazandık!

Hiç yorum yok: