3 Temmuz 2013 Çarşamba

Çıkış Yolu: Siyasallaşma Değil, İslâmîleşme-Çıkış yolu, neden siyasallaşma değil de, İslâmîleşme?-Etnik kimlik paganizmi-İnanmak, "inkâr"la başlar-Yusuf Kaplan

Çıkış Yolu: Siyasallaşma Değil, İslâmîleşme

Nietzsche, cins adamdı; son büyük düşünürdü... Modernliğin temel açmazının nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmak, sonuçları neden olarak görme yanlışlığı, yanılsaması üretmek olduğunu söylemişti...

Kürt meselesinde de biz, nedenlerle sonuçları birbirine karıştırdığımız için, bu meselenin nedenlerinin tespitinde ve nasıl çözümlenebileceği konusunda bugüne kadar hiçbir mesafe alamadığımız gibi, meselenin iyice içinden çıkılmaz hâl almasına, hatta tehlikeli boyutlar kazanmasına da engel olamadık...

* * *
En büyük yanılgımız, meselenin nedenlerinin de, çözüm yollarının da siyasette, siyasî yöntemlerde gizli olduğunu zannetmemiz... Bugün bu yanlışı, tartışılmaz bir doğruymuş gibi sürdürdüğümüz için, bu mesele kontrolden çıkacak boyutlar kazanmıştır. Türkiye'de entelijansiya olmadığı için, Kürt meselesinin siyasallaştırılmasının, siyasî yöntemlerle çözümlenmeye kalkışılmasının neden bizi bir yere götürmeyeceğini, aksine tam bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyeceğini kavrayamıyoruz...


Televizyonlarda gazeteciler, köşeciler ve emekli askerler cirit atmaya devam ettiği, hükümet de bunların sığ, ufuksuz, derinliksiz sözümona "fikir"lerine itibar etmeyi sürdürdüğü sürece, bu meselede hiçbir mesafe katedemeyeceğimizi, bu meselenin kangrene dönüşmesini, tehlikeli boyutlar kazanmasını önleyemeyeceğimizi buradan kalın harflerle, altını çizerek hatırlatma ihtiyacı hissediyorum...

* * *
Gerek askerî açıdan, gerekse siyasî açıdan geliştirilen bütün projelerin bu meselenin nedenlerini de, çözüm yollarını da kavramaktan uzak olduğu "demokratik açılım" gibi pek çok bakımdan sorunlu da olsa yine de iyi niyetli, kapsamlı bir projeden sonra bile terörün hızla tırmanma eğilimi göstermesiyle birlikte apaşikâr bir şekilde ortaya çıkmıştır...

Eğer meseleye, siyasetin terminolojileriyle ve yöntemleriyle yaklaşmayı sürdürürsek, bunun mantîkî sonucu, Türkiye'nin parçalanması ve etnik çatışmaların eşiğine sürüklenmesidir. Türkiye'nin başına gelebilecek en büyük felâket budur...

Oysa siyasetin terminolojisi ve yöntemleri bu meseleyi kavrayabilecek niteliklere ve derinliğe sahip değildir... Çünkü siyaset, güç ve çıkar ilişkilerini eksene alır ve yalnızca sonuçlarla ilgilenir, sonuçları neden olarak görür...

Türkiye'de Kürt meselesinin zuhur etmesinin nedenleri, işsizlik, gelir dağılımı dengesizliği, kültürel hakların yok sayılması olarak görüldü... Oysa bunlar neden değil, sonuçtur... Neyin sonucudur? Elbette ki, bölge halkının İslâmî duyarlıklarını aşındırmanın, sekülerleştirme girişimlerinin sonucudur...

Kültürel haklar verildiği, dil konusundaki saçma sapan engeller bir şekilde ortadan kaldırıldığı halde, PKK terörünün tırmanma eğilimi göstermesi, siyasî, dolayısıyla ekonomik çözüm yollarının yanlış olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor...

Bölge halkının İslâmî duyarlıkları aşındırılmak yerine pekiştirilmiş olsaydı, Kürt meselesi etnik bir mesele olarak karşımıza çıkmazdı... Ve Kürt halkını BDP, HADEP, DEHAP gibi laik partiler temsil edemezdi...

Laikçiliğin bu ülkenin bölünmesine neden olan en büyük siyasî proje olduğu bu meseleyle birlikte bir kez daha gün ışığına çıkmıştır... Bütün Kürt partiler laik partilerdir... PKK terör örgütü laik bir örgüttür; Kürt halkını daha da laikleştirmeyi hedeflemektedir... Kürt halkının daha da laikleştirilmesi demek, etnik kimliklerini ve duyarlıklarını İslâmî kimliklerinin ve duyarlıklarının önüne geçirmesi demektir... Bu da Türkiye'nin etnik çatışmanın eşiğine sürüklenmesi anlamına gelir...

İslâmî duyarlıkların başat ortak payda olduğu bir yerde, etnik kimliğin ve duyarlıkların öne çıkarılması imkânsızdır... Bölge halkının, etnik kimliğin öne çıkarılmasına, Türkiye'nin bölünmesine, teröre karşı çıkan tek kesimi, İslâmî duyarlıkları gelişkin kesimdir... Sözgelişi, Diyarbakır'a gidin, söylediğim şeyin ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz...

Özetle, siyasî çözümler ve yöntemler, bölge halkının daha fazla sekülerleştirmekle, dolayısıyla etnik kimliği, duyarlıkları daha fazla pekiştirmekle sonuçlanacak son derece tehlikeli ve geri tepecek girişimlerdir... Bölge halkının etnik kimlik çatışmasının eşiğine sürüklenmesini de, diğer bölgelerde etnik Türk kimliğinin, dolayısıyla etnik husumetlerin, ayırımcılıkların öne çıkarılmasını da önleyecek yegâne yol ve yöntem, bölgenin ve bütün Türkiye'nin hızla İslâmî değerlerini güçlendirmektir...

Ancak bundan sonradır ki, bütün ülke genelinde çıkarı, çatışmayı, etnik ilkellikleri değil, kardeşliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı, karşılıklı sevgi, muhabbet ve bütün zorluklara birlikte göğüs germe ilkelerini harekete ve hayata geçirerek Türkiye'de istikrarı, aynı medeniyet fikri ve iddiaları üzerinden aynı hedefe doğru yürüme idealini pratiğe geçirebilmemiz imkân dahiline girebilir...

İslâmîleşme süreçlerinin dışındaki bütün siyasî, ekonomik ve askerî girişimler, yalnızca etnik kimliklerin kışkırtılmasıyla, dolayısıyla etnik çatışmalara müsait zeminlerin oluşturulmasıyla sonuçlanacak, son derece tehlikeli girişimlerdir vesselam...

Çıkış yolu, neden siyasallaşma değil de, İslâmîleşme?

Terörün gencecik, masum çocuklarımızı, hayatlarının henüz baharındayken vurması, hepimizi büyük bir şoka girdirdi. Yüreğimizi dağladı.

Her ne sûretle olursa olsun, akl-ı selîmi elden bırakmamamız, metanetimizi yitirmememiz gerekiyor. Etnik terörün başka yerlerde başardığı şeyi, bu ülkede başaramadığı, etnik bir çatışmayı kışkırtamadığı da bir gerçek...

Ama Türkiye, etnik çatışmanın eşiğine sürüklenmeye çalışılıyor. Bu da bir gerçek. Türkiye'nin başına gelebilecek en büyük felâket, bize yakışmayan, bizim tarihimizde benzerlerine aslâ rastlamadığımız bir rezalet olur bu. Dünyaya farklı etnisitelere, dinlere, kültürlere, mensup toplulukların, toplumların nasıl adalet ve hakkaniyet, sulh ve selâmet düzeni içinde yaşayabileceğinin en mükemmel örneklerini vermiş asil bir medeniyetin çocuklarına bu yakışmaz...

Fakat gelen tehlikeyi de görmek ve ülkemizin etnik çatışmanın, kardeş kavgasının eşiğine sürüklenmesini önlemek için köklü, derinlikli, kalıcı ve radikal çözümler üzerinde kafa yormak zorundayız.

* * *
Bugüne kadar bu meseleye hiçbir kalıcılığı, sarıp sarmalayıcılığı olmayan miyop, ufku ve zihni darlaştırıcı yaklaşımlarla, kısa vadeli, vaziyeti kurtaracak, geçici çözüm önerileriyle yaklaştık. Siyasî, askerî, ekonomik çözüm önerilerinin hiç biri, bu meseleyi kökünden, derinlemesine kavrayabilecek nitelikte değildi. Olamazdı da zaten.

Bu meselenin, ufuk ve umut vadeden, kalıcı çözümler sunabilen derinlikli, köklü, kuşatıcı, kucaklayıcı, tarihsel ve kültürel derinliğimizi harekete geçiren bir yaklaşımla ele alınması durumunda hâl yoluna konulabilmesi mümkün yalnızca... Böyle bir yaklaşım var ve biz metamorfoz yemiş, tarih bilinci fena halde örselenmiş, zedelenmiş hatta yok edilmiş bir toplum olduğumuz için dün bizim tarih yapmamıza imkân tanıyan bu yaklaşımı gündemimize bile almıyoruz, alamıyoruz. Bu yaklaşımın adı, medeniyet perspektifidir.

* * *
Biz medeniyet perspektifini de, medeniyet iddialarını da yitirmiş bir toplumuz. Ama bu tür zor zamanlarda, hayat-memat meselesi olan sorunlarla kıran kırana boğuştuğumuz, varoluş sancısı yaşadığımız, kalıcı çıkış yolları arayışıyla karşı karşıya kaldığımız anlarda, örtülen, ötelenen, bastırılan gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamız daha fazla mümkün olamayacağı için, ufkumuzu genişletecek, bizi silkeleyip kendimize getirecek, tarihsel derinliğimizi, kültürel zenginliğimizi yeniden hayata ve harekete geçirebilmemiz her zamanınkinden daha fazla imkân dâhiline girebilir.

* * *
Yaşadığımız en büyük travma, medeniyet değiştirme travmasıydı: Modernleşecek, sekülerleşecek, Batılılaşacaktık. "Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne" çıkacaktık. Bunların hepsinin retorik, içi boş sloganlar olduğunu henüz fark edemedik bile.

Ben'ini, ben idrakini, tarihsel derinliğini yitirmiş, kendi, dolayısıyla özne olamayan, özne olamadığı için de "konuşamayan", özgüvenini yitiren, başkalarının konuştuklarını, ürettiklerini, geliştirdiklerini burada tepe tepe tüketmeyi ve tükenmeyi çağdaşlaşmak sanan bir toplum, temel sorunlarının, yakıcı ve yıkıcı sorunlarının bile neler olduğunu, nereden kaynaklandığını görebilir mi/ydi?

Böylesi bir toplumun, etnik çatışma tehlikesi gibi bir yokoluş sürecinin eşiğine sürüklenmesi kaçınılmaz değil midir?

* * *
Oysa modernlik, indirgemecidir. Çatışmacıdır. Tahakkümcüdür. Parçalayıcıdır. Modernliğin ürünü olan siyaset, ekonomi ve militarizm gibi "araçlar" da güç, iktidar ve çıkar ilkeleri üzerinden işlediği için indirgemeci, çatışmacı, tahakkümcü, parçalayıcıdır ve yalnızca mekanik / gayr-ı insanî çözümler önerir; insanlığı felaketten felâkete sürükler... Örnek: iki büyük dünya savaşı...

* * *
Bizim organik / insanî çözümlere ihtiyacımız var. İşte medeniyet fikri, tarihte de ortaya koyduğumuz gibi, modernliğin, dolayısıyla siyasetin güç, çıkar ilişkilerinin, çatışmaya, tahakküme, parçalayarak hükmetmeye dayalı hükümranlık fikirlerinin aksine, insanın Tanrı'yla, kâinatla, tabiatla bütünleşmesini, farklılıkları Yaratıcı'nın insana bahşettiği bir ihsan, bir lütuf, bir zenginlik olarak görmesini sağlar.

Biz bu medeniyet fikrini, İslâm kardeşliği üzerinden 1400 yıldır hayata geçirmeyi başardık.

Bunu nasıl başardığımızı; siyasetin, ekonominin, militarizmin yegane araçları olduğu modern zihin kalıplarının, davranış biçimlerinin çatışmayı, gücü ve tahakkümü eksene alan mekanik ilişki biçimlerinin bizi neden bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklediğini; en önemlisi de İslâm kardeşliği fikrinin neden insanlık tarihinde gerçekleştirilmiş en muazzam, en mükemmel insan kardeşliği fikri ve bu kardeşlik fikrinin bir kalemde silinip atılamayacak esaslı, kuşatıcı, kucaklayıcı organik bir fikir olduğunu Pazartesi günkü yazıda ayrıntılı olarak, çarpıcı örneklerle ve alıntılarla göstermeye çalışacağım.

Neden?

Tek çıkış yolu, "İslâm kardeşliği" diye haykırıp duruyorum... "Ne kardeşliği be adam?" diye ateş ediliyor bütün cephelerden...

* * *
Kürt meselesinin ortaya çıkış nedenleri üzerinden etraflıca kafa yormadığımız sürece, bir arpa boyu bile yol alamayacağımızı göremeiyoruz...

* * *
Kürt meselesini, yalnızca sonuçları üzerinden, sürüklendiğimiz son durum, terörün her tür sözü bitiren, asıl gündemleri yok edici dili üzerinden konuşuyoruz... Böyle hareket ettiğimiz sürece, bu meseleyi hakkıyla, bütün boyutlarıyla konuşabileceğimizi, kalıcı çözüm yolları bulabileceğimizi düşünüyorsak, fena halde yanılıyoruz.

* * *
Meseleyi bütün yönleriyle, boyutlarıyla konuşabilmemizi mümkün kılacak bir dile ihtiyacımız var: Bu dil, bugüne kadar kullandığımız dillerin bize hiçbir şey söylemediği gerçeğinin kabul edilmesiyle ve bugüne kadar bu meselede bütün çevrelerin, tarafların sorumluluklarının bulunduğu gerçeğinden hareketle meseleyi en derin noktasından, en temelinden, ortaya çıkış nedenlerinden başlayarak kurulabilecek bir dildir.

Son nokta, son durum, sonuçlar üzerinden böylesine köklü, çok yönlü bir meseleyi aslâ konuşamayız: Meselenin nedenlerine, kökenlerine inmek zorundayız.

* * *
Bu meselenin temelinde iki temel neden gizli: Birinci neden, modernliğin meydan okumasına maruz kalmamız ve ardından medeniyet iddialarımızı ve ufkumuzu yitirmemizle; ikinci nedense, postmodern dalganın küreselleşmeye karşı lokal / etnik kimlikleri kışkırtan bir zemin oluşturmasıyla ilgili.

Modernlik, ulus-devletleri doğurdu: Ulus-devlet fikri, bütün farklılıkları aynîleştiren, bastıran ve düzleştiren "imkânsız" bir projeydi: Sömürgecilik ve emperyalizm biçimleri ve ardından insanlık tarihinin en ürpertici iki büyük dünya savaşından sonra ulus-devlet fikri çöktü.

İnsanlığı, özellikle de doğduğu coğrafyayı / Avrupa'yı büyük bir felâketin eşiğine fırlatan ulus-devlet fikrinin çöküşü, sahip olmayı, çıkarı ve her şeye hâkim olmayı eksene alan modernliğin bitmesi anlamına geliyordu: Sonunda, iki dünya savaşının ardından modernliğin cenazesi de toprağa gömülmüş oldu.

* * *
Türkiye'de modernlik ve ulus-devlet fikri, bütün farklılıklara, adalet ve hakkaniyet, sulh ve selâmet ilkeleri üzerinden nasıl hayat ve varoluş hakkı tanınabileceğinin en mükemmel örneklerini verdiğimiz medeniyetimizi ve iddialarımızı yitirmemizle sonuçladı: 30'a yakın etnik topluluğun yaşadığı bir "imparatorluk" bakiyesi olan Türkiye'nin İslâmî anlam haritaları paramparça edildi: Sekülerleşme, güç ve çıkar ilişkilerini meşrûlaştırdı; ruhumuzu delik deşik etti ve etnik aidiyet biçimlerinin yegâne aidiyet / üst-kimlik biçimi olarak neşvünema bulmasına son derece müsait bir zemin hazırladı.

* * *
1980'lerden sonra "yeni-zamanlar" denilen postmodern zamanlar, bir yandan küreselleşme biçimlerini tetiklerken, öte yandan yerelleşme / etnik aidiyet ve kimlik biçimlerini alabildiğine kışkırttı...

İşte tam bu süreçte Türkiye, özellikle de 28 Şubat'la birlikte, kendi ayağına kurşun sıkan büyük bir yanlışlık yaptı, inanılmaz bir cinayet işledi: Kürt kardeşlerimizin de kardeşlik duygularının, bağlarının temelini oluşturan İslâmî duyarlıklarını yerle bir eden, adına "irticayla mücadele" denen, gerçekte küresel statükonun dayattığı bir "İslâm'la savaş" süreci başlattı: Bölge halkının İslâmî duyarlıkları yok edildi: Bu duyarlığın yegâne menbaı olan medreselere büyük darbe vuruldu; bölge halkının İslâmî önderleri, âlimleri derin devlet tarafından katledildi...

Sonuçta, İslâmî değerlerimizin gökkubbesi çöktü: Türkler de, Kürtler de bu çöküntünün enkazı altında kaldılar: Böylelikle etnik kimlik ve aidiyet biçimleri, İslâmî kimlik ve aidiyet biçimlerini bastırdı; bu da bu coğrafyanın bin yıldır varoluş mayası olan İslâm kardeşliği fikrini fena halde örseledi...

Türk sekülerleşmesinin bir başka adı olan bu modern ve postmodern statüko, bizi iki ateş arasında kalmaya mahkûm etti... Statikleştirdi... Zihnimizi kilitledi... Basiretimizi bağladı... Bizi birbirimize bağlayan, kenetleyen, aynı rüyaları büyütmemize imkân tanıyan İslâmî gökkubbemizi çökertti: İslâmî anlam haritalarımızı parçalayarak kardeşlik ruhumuzu yok etti...

* * *
Thomas Paine'nin deyişiyle "insan soyunun kökünü kazımakta kimsenin onların ellerine su dökemeyeceği kadar mâhir olan" Batılıların, dünyayı sömürgecilik ve emperyalizm barbarlığıyla kan gölüne çevirdikleri bir zaman diliminde, Toynbee'nin "Batılı ulus devletlerin, birbirleriyle kıran kıran boğuşmasına yol açan demokrasi fikrinden çok daha mükemmel bir bütünleşme, farklılıklara hayat hakkı sunma örneği" sunduğunu söylediği, binyıldır bu coğrafyanın ve hinterlandının yegâne hayat ve hayatiyet kaynağı olan "İslâm kardeşliği" diye haykırıp duruyorum... "Ne kardeşliği be adam?" diye ateş ediliyor bütün cephelerden...

İyi de, neden?

Etnik kimlik paganizmi

"Ey Muvahhidler! Allah'tan başka hiç kimseye, hiçbir şeye ilâhî nitelikler atfetmeyin; sahte ve düzmece olan her şeyden yüz çevirip yalnızca Allah'a yönelin. Çünkü Allah'a şirk koşan kimse, gökten savrulup düşen kuşların didikleyip kapıştığı yahut fırtınaların uzak, ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer." (Hacc Sûresi: 31. âyet).

Paganizm / putperestlik, "kıtalar" dolaşıyor artık... İnsanlık, tarihi boyunca tanık olmadığı, her şeyi çözücü bir paganizm biçiminin pençesinde kıvranıyor...

Tarihteki paganizm biçimleri, masumane paganizm biçimleriydi. Oysa çağımızda paganizm, önceki paganizm biçimlerinden mahiyeti bakımından büsbütün ayrılan özellikler kazandı. Önceki paganizm biçimleri, dolaylı paganizm biçimleriydi: İnsanlar, tabiatı, yıldızları, güneşi, başka "nesne"leri doğrudan tanrılaştırmış değillerdi: Güneşe, aya, yıldızlara vs. tapanlar, aslında, bu "nesne"lere tapmıyorlardı; bu "nesne"lerin temsil ettiği, gerisindeki gizil güce tapıyorlardı.

Ama çağımızda, postmodern duyarlıkların her şeye nüfûz ettiği bu ayartıcı, baştançıkarıcı, estetize yokoluşlar mevsiminde, fetişleştirilen şeylerin doğrudan / bizatihî kendilerine tapılıyor adeta...

Modernlikle birlikte insan, her şeyin ölçüsü ve ölçütü, her şeyi belirleyen, yönlendiren, şekillendiren bir tür tanrı konumuna yerleştirildi...

Nietzsche'ye "Tanrı öldü" dedirten şey, işte bu modern sapmaydı; sadece Hıristiyan Tanrı'sının ontolojik ve teolojik anlamsızlıkları, açmazları, tutarsızlıkları değildi.

Bu gerçeğe, Camus'den Heidegger'e kadar çağdaş Batı düşüncesinin, sanatının öncü düşünürleri, sanatçıları açıkça dikkat çekmişlerdi. Çünkü Nietzsche, Tanrı'sını bulamayan bir "mümin"di aslında. Nietzsche'nin çığlığı, inanılacak nitelikte bir Tanrı fikrinin, tasavvurunun yitirildiği gerçeğine dikkat çeken bir çığlıktı.

Peter Gay, o imajinatif The Enlightenment başlıklı kitabında, bu süreci, "modern paganizmin yükselişi" olarak tarif eder.

Aydınlanma çağı, insanı ve aklını kutsamış, putlaştırmıştı. Beklendiğinin aksine özgürleştirmemişti: Tanrı inancını, Tanrı fikrini yok etmişti: Ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan modern insan, çareyi, araçlara hâkim olarak epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmekte bulmuştu: Araçlara hâkim oldukça, kendine güveni artıyordu: Hâkim olduğu araçlar, önce tabiattı; sonra da tabiatı kullanarak geliştirdiği her tür tatbikat: bilim, teknoloji ve bilumum tahakküm kurma aygıtları.

Ama bu sahte bir güvendi: Çünkü insan, hâkim olduğu bu araçların mahkûmu olmaktan kendini kurtaramıyordu...

Modern paganizmin, her alana sirayet ettiğini görüyoruz: Sözgelişi, Marksist edebiyat eleştirmeni ve teorisyeni Terry Eagleton, "modern edebiyatın dinin yerini aldığını, dinin dilini kullandığını" hatırlatır bize.

Benzer gözlemleri bilimde de, felsefede de yapabiliyoruz: Öyle ki, Comte'la, Spencer'la birlikte, felsefe ile bilimin gayr-ı meşrû izdivacına tanık oluyoruz: Adına Pozitivizm dediğimiz bu izdivaç'tan "insanlık dini" olarak nitelendirilen, felsefeyi de, bilimi de, nihayetinde insanı da bitiren, Rimbaud'nun "cehennemde bir mevsim" olarak tasvir ve tarif ettiği bir yok oluş ve yok ediş sürecinin eşiğine yuvarlandı bütün insanlık; sadece Avrupa değil, bütün insanlık: Aydınlanma'nın ruhu, iki büyük dünya savaşında tuzla buz oldu.

Akıl tutuldu... İnsan yutuldu... Hakikat unutuldu...

Edgar Morin, Avrupa tarihini, "çatışmalar, çelişkiler, yıkımlar, yeniden-doğuşlar tarihi" olarak özetler Avrupa'yı Düşünmek başlıklı kitabında. Yıkımlarla sonuçlanan bütün yaratıcılıkların kökeninde, "akılcılığın aklamacılığa dönüşmesi" paradoksu yatıyordu: Akılcılık, yaratıcılığını, her şeyi ideolojikleştirerek aklamacılığa; ideolojikleştirdiği her şeyi ise dinselleştirerek yıkımcılığa dönüştürüyordu: Modern Avrupa'yı kuran ve yıkan, dinsel kutsallıklar atfedilen bu ideolojilerden biri ulusçuluk, diğeri de laiklik'ti Morin'e göre.

Türkiye, Avrupa'dan devşirdiği, üzerimizde son derece iğreti duran ve bizi inim inim inleten bu "deli gömlekleri"nin pençesinde kıvranıyor 150 yıldır: İdeolojikleştirilen, dinleştirilen, tanrılaştırılan ulusçuluk, 600 yıllık Osmanlı'nın çökertilmesinde kilit rol oynadı.

Şimdi, ulusçuluk fikrinin en tabiî gayr-i meşrû çocuğu etnik kimlik paganizmi, bu coğrafyanın insanlarını, önceden tanımadıkları, bilmedikleri yeni bir paganizm biçiminin pençesinde kıvrandırıyor...

Hayatı, hayatın anlamını, varoluşunu ve varoluş nedenlerini Türkçülük, Kürtçülük türünden etnik kimlik aklamacılığı gibi ilkel bir paganizm biçimi üzerinden tanımlamaya çalışarak, sonunda, bu ülkeyi barbar çatışmaların eşiğine sürüklediğini göremeyenleri, âyette silkeleyici bir şekilde ifade edildiği gibi "kurda kuşa yem olmamak" için, vakit geç olmadan akıllarını başlarına devşirmeye / hidayete davet ediyorum...

İnanmak, "inkâr"la başlar

Dünyaya, eşyaya bakışımızı değiştiren Picasso, 1945 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demiş: "Hayır, evet'ten önce gelir."

Bu söz, yalnızca Picasso'nun neden büyük bir ressam, büyük bir sanatçı olduğunu açıklamaz; aynı zamanda, insan olmanın anlamını da, nasıl bir şey olduğunu da açıklar.

***

İnanmak, "inkâr"la başlar. "Hayır", diyebilmekle... İslâm akîdesinin temel direğini oluşturan kelime-i tevhid, "hayır"la, "lâ" ile başlar o yüzden: "Lâ ilâhe illallah / Allah'tan başka ilâh yoktur", akîde ilkemiz, bütün görünür görünmez putların; tanrılaştırılmaya, putlaştırılmaya çalışılan her şeyin reddedilmesiyle, inkâr edilmesiyle varedici, hayat bahşedici, insanı Allah'tan başka hiçbir güce, hiçbir şeye, hiçbir puta boyun eğmemeye davet edici, dolayısıyla insan onurunu yüceltici, insanı gerçek anlamda özgürleştirici bir varoluş, diriliş ve hayat ilkesidir.

"Hayır" denilebilen hiçbir yerde, insan, paganizm / putperestlik biçimlerinin esiri olmaz.

***

Allah, insana üç eşsiz kudret lutfetmiştir: Akıl, irade ve ruh. Paganizm, özellikle de çağdaş paganizm biçimleri, insanın aklını ve iradesini önce kötürümleştirir, sonra körleştirir, en sonunda da yok eder. İşte bu nedenledir ki, çağımızın insanı, arzularına, hazlarına, para'ya, kariyer'e, insanı bozan, insanın insanî özelliklerini tuzla buz eden her türlü iktidar biçimlerine kolaylıkla tav ve yem olabilmekte, aklını, iradesini ve ruhunu kolaylıkla yok edebilmektedir.

Peki nedir bu? Elbette ki, "yeni kabileler zamanı", yeni bir barbarlık biçimidir: Sadece kendini, kendi benini, kendi bedenini, kendi hazlarını, çıkarlarını düşünen insan, aklî melekelerini, irade gücünü, ruhunun insana hayat bahşeden derinliklerini yerle bir etmeyecek, delik deşik etmeyecek, dolayısıyla barbarlaşmayacak da ne yapacak/tı?

***

Çağımızı "inkârcılık çağı" olarak adlandırabilir miyiz? Hayır.

İçinde yaşadığımız çağı, bütün sekülerizm biçimlerinin dölyatağı işlevi gördüğü, din-dışı kutsallıklarda bir patlama yaşanan, insanın aklını, iradesini ve ruhunu dumura uğratan, insanı bencilliklerinin, fetişlerinin, hazlarının kulu ve kölesi kılan yeni paganizm çağı olarak adlandırabiliriz.

Çağımızın insanının, dizginlenemez arzularına, hazlarına, hızın insanın "kendi"ni unutmasına yol açan irrasyonel ayartıcılıklarına boyun eğerek bir akıl tutulması yaşaması; iradesini başka güçlerin iradesine, -örneğin özelde medyanın, kültür endüstrisinin, teknolojinin ürettiği teknik-iradelere, ya da Foucault'nun deyişiyle "teknolojik ben"lere- teslim etmesi ve nihayet Adalet Ağaoğlu'nun o enfes buluşuyla ürpertici bir "ruh üşümesi" yaşaması, tek kelimeyle "hayır" diyebilme yetilerini ve yeteneklerini kaybetmesi, içinde yaşadığımız çağın, yeni paganizm çağı olarak adlandırılması gerektiğini gösteriyor bize.

Aklını, iradesini ve ruhunu yitiren bir insan türü, insanaltı bir varlık türüne (dolayısıyla her tür haksızlığın, acımasızlığın, vicdansızlığın, sapkın şiddet ve ilişki biçimlerinin kolgezdiği pagan bir dünyanın insanı ayartan, ayartarak yok eden hayatsızlığına, ruhsuzluğuna mahkûm olan barbar bir insan türüne) dönüşmekten kurtulamaz.

Çağımızı yeni-paganizm çağı olarak adlandırmamızı mümkün kılan şey nedir peki? İnancın inkâr edilmesi, inancın, inanmanın hafife alınması, yok sayılması mı? Kesinlikle hayır. Hiç şüpheniz olmasın ki, inkâr'ın unutulmasıdır. İmanın unutulması değil, inkârın unutulması çağımızı paganizm çağı yapmaya yetmiştir.

Çünkü iman, inkârla başlar; "hayır" diyebilmekle; ama kalp ile tasdik ve dil ile ikrar'la gerçekleşir.

İnsanın her tür putu inkâr etmesinden sonra hakîkatine erilen, ulaşılan tevhid, insanın ve bütün varlıkların hayat ve varoluş haklarını; insanlar, kültürler ve diğer varlıklar arasındaki irtibatı, etkileşimi, bütün tahakküm biçimlerini yok ederek teminat altına alan bir hayat ve hakikat ilkesi hâline dönüşür.

Ama iman'a dönüşemeyen inkâr, insanı teslim alır ve yıkımla sonuçlanır.

Picasso, perspektif'in, insanın bakışını körleştiren, insanı tek-göz'e, tek bakış'a hapseden bir tür "paganizm" biçimi olduğunu kavramıştı; o yüzden insanın bakış açılarının genişleyebilmesi için perspektifin kırılması gerektiğini farketmiş ve perspektifi tuzla buz edebilmişti.

Tıpkı insanın bakışını kör eden, hayatını zehir eden paganizm yıkılmadığı, reddedilmediği, inkâr edilmediği sürece inanmanın bihakkın gerçekleşemeyeceğini idrak eden Hz. Peygamber (sav) gibi.

Hiç yorum yok: