6 Mayıs 2013 Pazartesi

II. Dünya Savaşı-Zeki siyasilerin basireti bağlandı-M.Latif Salihoğlu


                                      II. Dünya Savaşı

Trakya Bölgesinde Hitler teyakkuzu
Bir ismi de "Alman Harbi" olan İkinci Dünya Savaşı Avrupa kıt'asında bütün şiddetiyle devam ederken, bundan Türkiye de ciddî şekilde etkilenmeye başladı. 

Ankara hükümeti, 24 Kasım 1940 tarihi itibariyle, İstanbul, Çanakkale ve Kocaeli vilayetleri de dahil olmak üzere Trakya Bölgesinin tamamında sıkıyönetim ilân etti. 

Sıkıyönetim, ışıkları karatma ve kısmî seferberliğe kadar varan bir dizi tedbirlerin alınmasına yol açan temel sebep, İtalyanların Yunanistan'a saldırmaya ve Almanların da Bulgaristan'ı işgal etmeye başlamasıydı. 

Bu tarihte, Başbakanlık makamında Dr. Refik Saydam bulunuyordu. Ancak, ülkenin iç ve dış politikasını birinci derecede etkileyen kişi hem CHP Genel Başkanı olan, hem de Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden İsmet Paşaydı. 

Dolayısıyla, Başbakan Refik Saydam ve kabinesi, İsmet Paşanın tesiri ve gölgesi altında icraat yapmaktaydı. 

Hitler'den ve Alman ordularından çekinen İsmet Paşa, ne olur ne olmaz ihtimaliyle hareket ederek, Trakya Bölgesinde seferberlik şartlarında bir sıkıyönetimin uygulanmasını istedi. 
Hükümet de dediğini aynen yaptı ve bu vaziyeti uzun müddet devam ettirdi. 

Oysa Hitler, yayınladığı beyannâme ile hiçbir cephede Müslümanlara saldırmayacağını, hatta elinden gelse onları himaye etmeye çalışacağını duyurmuştu. 

Ancak, böyle demesine ve bilfiil öyle yapmasına rağmen, o dönemin TC hükümeti Hitler ve Musollini'yi itimat etmeyerek, olağanüstü tedbirler alma cihetine gitti. Alınan tedbirler cümlesinden biri de, buğday ve sair hububat üzerinde hükümet tasarrufunu serbest bırakmak olmuştur. 

Hükümet yetkilileri, köylü, çiftçi gibi buğday üreticisine istediği şekilde müdahale etmiş, mahsulüne elkoymuş, istediği kadarını almış ve yaklaşık dört yıl müddetle onlara bir nevi gavur azabını çektirmiştir.
Zeki siyasilerin basireti bağlandı
İnsanlık tarihinin en kanlı, en yıkıcı savaşı 1 Eylül 1939 – 15 Ağustos 1945 tarihleri arasında yaşanan II. Dünya Savaşıdır. Yüz milyona yakın insan öldü, bir o kadarı yaralandı; mal kaybı da ona göre hayli yüksek oldu.

Savaşın ilk yıllarına galip durumda olan taraf Almanya-İtalya ittifakıydı. Alman “harp sanayii”ni kurduğu için, bütün Avrupa’ya meydan okuyor ve onları birer birer teslime mecbur ediyordu. 1944-45 yıllarında ise, Amerika’nın da Almanya karşısındaki cepheye dahil olmasıyla birlikte, savaşın seyri değişti ve nihayetinde Japonya ile Almanya mağlûbiyeti kabul etti.

Burada anlatmak istediğimiz asıl mesele, savaşın genel seyri değil, Türkiye hükümetinin yaşanan gelişmeler karşısındaki hayret uyandıran tutarsız tavrıdır.
Savaşan taraflar, Türkiye’yi kendi saflarında görmek istiyorlardı. Bu maksatla birçok teşebbüslerde de bulundular.

Türkiye ise, meselâ 22 Haziran 1941’de almış olduğu bir kararla, Almanya'nın üstünlüğüyle devam eden II. Dünya Savaşında "tarafsız" kalacağını resmî bir tebliğle dünyaya ilân etti.

Bu ilânâtın yapıldığı aynı gün, "Barbarossa Harekâtı" diye de isimlendirilen Almanya–Rusya Savaşı başlamış bulunuyordu. Almanya, Rusya'yı bütünüyle istilâ etme kararlığı içinde görünüyordu. 

Bu tarihten tam tamına bir sene önce (22 Haziran 1940), Fransa Almanya'ya teslim olmuştu. Yani, 1 Eylül 1939'da başladığı kabul edilen II. Dünya Savaşının ilk yıllarında, bütün Avrupa'ya meydan okuyan Almanya, tereddütsüz galip durumda gidiyordu. 
Bu galibiyetini, esasında savaşın son devresi olan 1944-45 yıllarına kadar da büyük ölçüde devam ettirdi. 

Ne var ki, Almanya'nın yanında görünen Japonya'nın ABD kuvvetlerine saldırması (Pearl Harbor) ve bu güçlü devletin de Rusya ve İngiltere'nin yanında Almanya'nın karşısına geçmesi, zaman içinde dengelerin değişmesine sebebiyet verdi. 

Türkiye ise, 6 yıl süren savaşın seyri içinde, kilit noktada bulunuyordu. 

İlk başlarda tarafsızlığını duyuran, adım adım İngiltere'ye taraf olan ve nihayet 1945 yılı başlarında Almanya'nın karşısında harbe iştirak ettiği kararını alan Türkiye, şayet ta başından beri Almanya'nın yanında yer almış olsaydı, gelişmelerin seyri çok daha farklı olacaktı. 

Savaşın ilk yıllarında, karşısındaki 8–10 ülkenin tamamına galebe çalan Almanya, eğer Türkiye gibi stratejik yönü ağır basan bir devleti yanına alabilseydi, kuvvetle muhtemeldir ki, hem kendisi galip gelecek, hem de Türkiye Birinci Dünya Savaşında kaybettiği topraklarının tamamını geri alabilecekti. 

Ne var ki, kader–i İlâhinin fetvâsı, hükmü başkaydı. Kader, Birinci Harpte mağlûbiyetimize fetvâ verdiği gibi, İkinci Harpte de bizi vaktiyle mağlûp eden kuvvetlerin yanında yer almamız yönünde hükmünü icra etti. 

Bu halin ise, bir mânevî sebebi ve hikmetli bir sırrı vardı. Bütün bu hikmetli sırların izâhını, Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda şu şekilde ifade ediyor: 

"Yirmi sene evvel (1920'de) tabedilen Sünûhat risâlesinde, hakikatli bir rüyâda, âlem–i İslamın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suâle karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik (1940'lı yıllar) tezahür etmiştir. 

"O zaman (1920), o manevî meclis demiş ki: 'Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu (Birinci) harpte Osmanlı Devletinin mağlûbiyetinin hikmeti nedir?' 

"Cevaben, Eski Said demiş ki: "Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı fedâ edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra (1918+7=1925) edildi. Ve medeniyet nâmıyla âlem–i İslâm, hususan Haremeyn–i Şerifeyn gibi mevâki–i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet–i İlâhiyeyle onların muhafazası için, kader mağlûbiyetimize fetvâ verdi.' 

"Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, 'Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset–i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir sûrette ve zararlı bir yolu tercih etmek, (İsmet gibi) böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye suâl benden oldu. 

"Gelen cevap, mânevî cânipten geldi. Bana denildi ki: 'Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline de aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi (Almanya tarafında yer alınsaydı), yine mimsiz medeniyet nâmına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem–i İslâma, mevki–i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için, bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler." (Kastamonu Lâhikası, s. 19/YAN, 1994.)

Hiç yorum yok: