En şanlı Meclis
MUSTAFA Kemal Paşa 19 Mart 1920 günü bütün illere bir genelge göndererek TBMM’nin 23 Nisan 1920 Cuma günü Ankara’da açılacağını bildiriyor. Milli Mücadele ve demokrasi tarihimizin en önemli belgelerinden biri olan genelgenin 6. maddesi aynen şöyledir:
“Bu Meclis üyeliğine her parti, zümre ve cemiyet tarafından aday gösterilmesi caiz olduğu gibi, her ferdin de bu mukaddes mücahedeye fiilen katılması için bağımsız adaylığını istediği yerde ilana hakkı vardır.”
Bu sebepledir ki, Meclis açıldığında bütün Türkiye oradadır: Tarık Zafer’in belirttiği gibi, fesli Osmanlı modernistleri, liberaller, inkılapçılar, Bolşevik sempatizanı solcular, üniformalı askerler, sarıklı hocalar, kavuklu Alevi dedeleri, mahalli kıyafetleriyle Kürt şeyh ve aşiret reisleri...
İhtilal Meclisi
Bütün Türkiye orada olduğu için, “meşruiyet” İstanbul’dan Ankara’ya geçmiştir; bu topraklarda meşru otorite artık Ankara’dır.
Mustafa Kemal genelgesinde bu Meclis’in Osmanlı Mebusan Meclisi gibi sadece “yasama ve denetim” yapan normal bir parlamento olmayacağını da belirtir. TBMM “fevkalade selahiyete sahip”tir, “kuvvetler birliği” ilkesine dayanır; yasama, yürütme ve yargı erkleri Meclis’in elindedir.
Fransız İhtilali’ndeki Konvansiyon Meclisi gibi, mutlak yetkili bir İhtilal Meclisi”dir.
Anayasa kitaplarındaki ‘kurucu meclis’lerden de yetkilidir. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı erkine de sahiptir mesela. Meclis’in İstiklal Mahkemeleri karşısında sinmesi, sonraki dönemlerdedir. Birinci Meclis, İstiklal Mahkemeleri’ni sıkı bir denetim altında tutmuştur. Hatta Meclis bir yargıtay gibi bu mahkemelerin kararlarını bozmuş, değiştirmiştir.
Meşruluğun temeli
Meclis’in demokratlığı çoksesli olmasından, milleti bütünüyle temsil etmesinden ve iktidarı sıkı bir şekilde denetlemesinden gelir.
Mustafa Kemal Paşa’yı bunaltırcasına sıkı denetim altında tutmuştur. Öyle ki, İnönü ve Karabekir’in belirttiği gibi, savaşın en bunaltılı dönemlerinde Mustafa Kemal Paşa Meclis’i kapatmayı üç defa düşünmüş, Ankara’nın meşruluğunun Meclis’e dayandığını dikkate alarak tabii vazgeçmiştir. Daima Meclis’le çalışmış, Meclis’teki en ağır eleştirilere tahammül etmiştir.
Meclis’in bu demokratik ve tam temsili vasfı sayesindedir ki, İstiklal Harbi askeri bir harekâtın ötesinde tam bir “Milli Mücadele” olmuştur.
Demokrasi okulu
İkinci Viyana bozgunundan itibaren sürekli mağlup olduğumuz karanlık asırlarda “en büyük zafer”i (Sakarya) bu Meclis’le kazandık.
Onun için Birinci Büyük Millet Meclisi, Mete Tunçay’ın deyimiyle, “en şanlı Meclis”tir.
Bu Meclis, Meşrutiyet dönemlerinde çok defa kitaplarda ve kalplerde kalan “milli hâkimiyet” fikrini siyasi bir sistem olarak hayata geçirmiş ve Türkiye’nin siyasi evrimine yön vermiştir. Milletin hâkimiyetinin rafa kaldırıldığı dönemler de olmuştur ama siyasi evrim çizgimizin bu yönü değişmemiştir.
Onun için de Birinci Büyük “en şanlı Meclis”tir.
Bizim demokrasimizin en büyük mektebi de Birinci Meclis’tir: Meclis’te bütün damarlarımız vardır. Her fikir serbesttir. Muhalefet “Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri”ni de böyle saygılı hitaplarla ama sert çıkışlarla eleştirmiştir.
Bugün demokrasi terbiyemizi, demokrasi kültürümüzü ve millete karşı sorumluluk bilincimizi geliştirmek için en büyük bilgi ve esin kaynağımız, Birinci Meclis’in şan ve şerefle dolu tutanaklarıdır. Haklı olarak kutladığımız bayram, okumamıza, öğrenmemize de vesile olsun.
Parlamento ve milliyetçilik
ABDÜLHAMİD Fransız ve İngiliz parlamentolarında Cezayirli, Hintli ve Afrikalı milletvekillerinin bulunmadığını, ama Osmanlı parlamentosunda “Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap” milletvekillerinin bulunduğunu belirterek parlamentarizmin ancak ulus-devletlerde yürüyebileceğini söylemiştir.
Abdülhamid’e göre çokuluslu imparatorlukta parlamentarizm Türklerin aleyhine işlerdi. Sultan Hamid’in bu konudaki sözleri için Prof. Gülnihal Bozkurt’un Gayri Müslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu adlı bilimsel eserine bakılabilir. (s. 200)
İttihatçılar ise “Osmanlı” üst kimliği altında “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” ilkelerinin birleştirici olacağını düşünmüşlerdi. Meşrutiyet’in ilk aylarındaki heyecan, bunu doğrular gözüküyordu. Meşrutiyet döneminde başta Ermeniler olmak üzere devletin üst görevlerindeki gayrimüslimlerin sayısı da artmıştı.
‘Güvenilmez nüfus’
Çok geçmeden ayrılıkçı-milliyetçi akımların Meşrutiyet’ten etkilenmediği, aksine daha aktif hale geldikleri görüldü. Sırp, Yunan, Bulgar isyanları ve ulus-devletlerinin kurulmuş olması, Osmanlı bünyesindeki ayrılıkçı-milliyetçi akımları büsbütün tahrik etmişti.
Ermeni akademisyen Louise Nalbandyan’ın belirttiği gibi, Ermeni komiteleri de Sırp, Yunan ve Bulgar örneklerini izlemişler, onlar gibi silahlı isyanlarla Avrupa’nın müdahalesini sağlayarak Ermeni ulus-devletini kurma amacını gütmüşlerdi. (The Armenian Revolutionary Movement, s. 28-29, 149)
O çağlarda ulus-devletler, farklı kimlikleri “güvenilmez nüfus” saydıkları için kendi uluslarını tehcir ve katliamlarla kurdular. Balkanlar’da 1877 ve 1912 savaşlarındaki feci mağlubiyetimiz üzerine Balkanlı ulus-devletler tarafından toplam 800 bin Müslüman öldürüldü, 1.5 milyon Müslüman Türkiye’ye tehcir edildi!
Kafkaslar’da aynı facialar yaşandı!
Osmanlı’daki “güvenilmez nüfus” sayılanlar Hıristiyan azınlıklar oldu; keza çok facialar yaşandı, son örnek 1915 olaylarıdır.
Atatürk’ün ne kadar radikal bir laik olduğunu biliyoruz; ama Türkçe bilmeyen Balkanlı Müslümanların Türkiye’ye göçünü teşvik ederken, “özbeöz Türk” Hıristiyan Gagavuzların Türkiye’ye toplu göçünü kabul etmedi!
Ortodoks Karaman Türklerinin Lozan Mübadelesi ile Yunanistan’a gönderildiği de malumdur.
Çağımızın yarattığı fırsat
Milli hâkimiyet, parlamentarizm, ulus-devlet ve demokrasi akımları tarihte iç içedir. Avrupa’da milliyetçi bayraklar 19. yüzyılda parlamento binalarında yükselmiştir.
19. yüzyıldaki durumdan farklı olarak çağımızda çeşitli kimliklerdeki insanlar daha bir iç içe geçmiştir; ticaret ve şehirleşmenin gelişmesi sayesinde eskisi gibi izole adalar halinde değiller artık... Ayrıca, bireysel insan hakları fikrinin çağımızda güçlenmesi de ‘etnik’ blokları yumuşatan, ‘birey’ faktörüne önem kazandıran bir etki yaratmaktadır.
Çağımızda parlamentolar ayrılıkçı-milliyetçi akımları şu veya bu ölçüde sakinleştirebiliyor. İspanya ve İngiltere bunun örneği olduğu gibi, Türkiye’de de herkes Kürt meselesinin çözümünde parlamentoya atıf yapıyor.
Bu bir fırsattır. Çağın mantığına uygun şu veya bu formatta bir çözümü zaman içinde “parlamento”da üretebiliriz. Ama bunun yapılabilmesi, demokrasi ve parlamento fikrinin esaslı bir ilke olarak benimsenmesine bağlıdır.
21. yüzyılda eski “Balkan komiteciliği”nin yolundan gitmek, çok daha büyük facialar yaratır; otuz yıldır çekilen acılar yetmemiş gibi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder