15 Nisan 2013 Pazartesi

Arap Kaynaklarında Timur - Araş. Gör. Musa Şamil YÜKSEL*

Arap Kaynaklarında Timur

Araş. Gör. Musa Şamil YÜKSEL*


Özet: 

Timur ile ilgili kaynakların çoğunluğu Farsça olmakla birlikte,
dönemin Arapça kaynaklarında da kendisi hakkında önemli bilgiler
verilmektedir. Bu çalışmada, sadece Arap tarihçilerinin eserlerine
dayanılarak Timur’un bir tasviri çizilmiştir. Doğumundan
ölümüne, dış görünüşünden kişiliğine, günlük hayatından hakimiyet
anlayışına kadar birçok özelliğini daha iyi ortaya koyabilmek
için, Timurla bizzat görüşen veya kendisiyle aynı dönemde yaşayan
Arap tarihçilerinin eserlerinden faydalanılmıştır.



Giriş

1336 yılında Mâverâünnehr’de doğan Timur, 1360 yılındaki siyasî faaliyetleriyle
tarih sahnesinde ilk olarak görünmeye başlar. Timur’un tarihte önemli bir yer
edinmeye başlaması, onun 1371’de Semerkand’a hakim olmasından sonradır.
Kısa sürede İdil nehrinden, Ganj nehrine, Tanrı dağlarından İzmir ve Şam’a kadar
büyük bir coğrafya üzerinde büyük bir devlet kurmuştur. Yaptığı savaşlarda
hiç yenilgi yüzü görmeyen ve “Sâhip-Kırân” lakabı alan bu büyük Türk hükümdârı
ve onun devleti hakkında bilgi veren kaynakların çoğunluğu şüphesiz Farsça
kaleme alınmıştır. Bununla birlikte Arapça kaynaklarda da onun hakkında çeşitli
kayıtlar bulunmaktadır. Yerli ve yabancı araştırmacılar dönemin Farsça kaynaklarının
çoğunu ve Arapça kaynakların bir bölümünü inceleyip değerlendirerek,
Timur ve devleti hakkında çeşitli eserler ortaya koymuşlardır.1 Fakat, sadece
Arap kaynaklarına dayanılarak Timur üzerine yapılmış çalışmalar sınırlı seviyededir.
2 Bu nedenle, çalışmamızda Timur ile bizzât görüşen, Timur ile aynı dönemde
yaşayan ve Timur’un ölümünden kısa bir süre sonra eser kaleme alan
Arap tarihçilerinin eserlerini inceleyerek, sadece Arap tarihçilerinin gözüyle
Timur’un nasıl birisi olduğunu ortaya koymaya çalıştık.


Çalışmamızda yararlandığımız Arapça kaynaklarda, Timur’un doğum tarihi,
kendisinin veya rakiplerinin ordusundaki asker sayısı ve savaşlarda ölenlerin
sayısı gibi, bazı bilgilerin şimdiye kadar kabul edilenlerden farklı olduğu görülecektir.
Bu bilgileri, doğruluğunu sorgulamadan kullanmamız, çalışmamızda
Timur’u sadece Arap kaynaklarına dayanarak tasvir etmek istememizden kaynaklanmaktadır.
Bu farklılıklar üzerinde ayrıntılı olarak durulmamış, bazıları
metin içerisinde veya açıklamalar kısmında gösterilmiştir.

Timur’un Dünya’ya Gelişi ve Soyu

Arap kaynaklarına göre 728 (1327-1328)3 yılında Mâverâünnehr’in Keş şehrine
bağlı Hoca Ilgar köyünde dünyaya gelen Timur, Barlas kabilesine mensup
olan Turagay’ın oğlu idi (İbn Arabşah, 1986: 39, 47; İbn Tagrîbirdî, 1956,
XII: 254-255; İbn Hacer, 1998, I: 17; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 428-429).
Timur’un soyu ile ilgili olarak kaynaklarda iki farklı görüş hakimdir: Bu görüşlerden
birincisine göre Timur asil bir soya mensuptu; yani babası Herat
sultanı Hüseyin’in emirlerinden ve devlet erkanından birisiydi, annesi ise
Cengiz Han soyundan gelmekteydi (İbn Arabşah, 1986: 45; İbn Tagrîbirdî,
1956, XII: 255; İbn Hacer, 1998, I: 17; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429). İkinci
görüşe göre, Timur’un babası, Sultan Hüseyin’in emirlerinden biri olmadığı
gibi, aksine ayak takımından birisiydi4 ve dolayısıyla Timur da soylu bir kişi
değildi (İbn Arabşah, 1986: 45; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 255; İbn Hacer,
1998, I: 17). İbn Haldûn da Timur’un Cengiz Han soyundan geldiğini söylemekle
birlikte, soyunun Cengiz Han’a nasıl ulaştığını bilmediğini ifade etmektedir
(İbn Haldûn, 1999, V/5: 470, 493, 515). Timur gerçekten Cengiz Han
soyundan gelmiş olsaydı, Timur’un idareyi nasıl ele geçirdiği anlatılırken de
ifade edileceği üzere, tahta Cengiz Han soyundan birisini oturtmak ve ülkeyi
onun adına yönetmek ihtiyacı hissetmezdi. Timur’un Cengiz Han ile aynı soydan
geldiğini göstermek amacıyla sahte bir soy kütüğü düzenlendiği de araştırmacılar
tarafından ortaya konulmuştur (Barthold, 1997: 14-15; Aka, 1991:
4; 1994: 5-6). Ayrıca, Timur’un “Han” ünvanı kullanmayıp Mâverâünnehr
bölgesine hâkim olduktan bir süre sonra Moğol hükümdârının kızı ile evlenmesi5
ve bundan dolayı “Gürgân” (Han Güveyisi) lâkabını alması da onun
Cengiz Han Soyundan gelmediğinin bir diğer delilidir (İbn Arabşah, 1986: 46;
İbn Hacer, 1998, I: 19; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429).

Timur’un İdareyi Ele Geçirmesi

Timur’un idareyi ele geçirmesi ile ilgili olarak Arap kaynaklarında geçen ifadeler
başlıca iki görüş altında toplanabilir. İbn Arabşah, İbn Tagrîbirdî ve İbn

Hacer’in cümlelerini birinci görüş olarak şu şekilde ifade etmenin yerinde
olacağı kanaatindeyiz: Timur 771 (1370) yılında Sultan Hüseyin’i
Semerkand’da öldürerek Cengiz Han soyundan gelen Suyurgatmış
(Surgatmış)’ı tahta oturttu ve kendisi de “el-Emir el-Kebir” lakabını alarak
idareyi ele aldı6 (İbn Arabşah, 1986: 56; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 257-258;
İbn Hacer, 1998, I: 19). İbn Haldûn ve es-Sehavî ise, Timur’un Cengiz Han
soyundan gelen Mahmud isimli bir çocuğun annesi ile evlenerek, bu çocuğu
tahta oturttuğunu ve onun adına ülkeye hâkim olduğunu belirtmektedirler (İbn
Haldûn, 1999, V/5: 515, 521; 1979: 403-405; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 46). Bu
iki görüşten birincisi, Timur’un tahta çıkmasını daha doğru ifade etmektedir.
Ama buradan ikincisinin yanlış olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Bize göre,
ikinci görüşün çıkış noktası Timur’un Suyurgatmış’tan sonra Han olarak ilân
ettiği Çağatay soyundan gelen, kendisinin Suriye ile Anadolu seferi sırasında
yanında bulunan ve Anadolu seferinden dönerken ölen Mahmud Han’dır (el-
Makrîzî, 1997, VI: 52; İbn Hacer, 1994, II: 226; es-Seyrafî, 1970, I: 457);
Timur’un bir kukla han adına ülkeye hakim olduğunu bilen İbn Haldûn ve es-
Sehavî, belki de Suyurgatmış’tan habersiz olarak, Timur’un o anda tahta oturmakta
olan Mahmud Han’ın annesi ile evlendikten sonra ülkeye hakim olduğunu
ifade etmişlerdir. Timur’un Mahmud Han’ın annesi ile evlenip evlenmediği
ya da onu haremine alıp almadığı ayrı bir tartışma konusudur.

Timur’un Dış Görünüşü

Timur’un dış görünüşü hakkında Arap kaynaklarında doyurucu bilgiler mevcuttur.
Bu bilgilere göre, Timur’un boyu uzun, vücudu heybetliydi. Omuzları geniş,
başı büyük ve alnı genişti. Elleri ve ayakları iri, kol ve bacakları ise oldukça uzun
ve kalındı. Görünüşü acayip ve ürkütücü olan Timur’un, suratı oldukça asık, sağ
eli felçli ve sağ ayağı da topaldı (İbn Arabşah, 1986: 126, 450-451; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438; es-Sehavî, (tarihsiz),
III: 49; İbn İyâs, 1983, I/2: 618-19, 709; el-Kalkaşandî, 1987, VII, 330). Gençliğinde
yol kesip, suç işlediği günlerden birinde, koyun çalarken bir çoban tarafından
omzundan ve kalçasından vurularak topal kaldığı için “Lenk” (Topal) lakabını
almıştı (İbn Arabşah, 1986: 42, 44; İbn Tagrîbirdî, 1956: XII, 255; İbn
Hacer, 1998, I: 17; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429). İbn Haldûn ise, Timur’un
kendisine söylediğine göre, topal olmasına sebep olan bu ok yarasını gençliğinde
yapmış olduğu bir baskın sırasında aldığını ifade etmektedir (İbn Haldûn, 1979:
428). Bu nedenle kendisine Farsça “Timurlenk”, Türkçe “Aksak Timur” denilmekteydi
(el-Kalkaşandî, 1987, VII: 330).


Kırmızıya çalan beyaz bir teni, parlayan gözleri, uzun ve düz bir sakalı olan
Timur’un sesi de oldukça gürdü (İbn Arabşah, 1986: 451; İbn Kâdı Şuhbe,
1997, IV: 438; es-Sehavî, (tarihsiz), III:, 49; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162).
İbn İyâs’ın “yuvarlak ve ak düşmüş bir sakala sahipti” ifadesine dayanılarak
(İbn İyâs, 1983, I/2: 619) kendisinin ilerleyen yaşlarda sakalının kesim şeklini
değiştirdiğini söylemek mümkündür.

Seksen yaşlarına gelmiş olmasına rağmen gücü kuvveti yerinde ve oldukça
çevik olan, oturup kalkarken hiçbir yere dayanma ihtiyacı hissetmeyen ve hatta
namazlarını ayakta kılan Timur (İbn Arabşah, 1986: 216, 451; es-Sehavî, (tarihsiz),
III: 49-50; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV:
437; İbn Şıhne, 1873: 218-219) gerçek yaşını hiç göstermezdi. Nitekim, 11
Rebî‘-ül-evvel 803 (30 Ekim 1400) tarihinde Halep’i aldığı zaman, âlimlere
yaptırdığı tartışma sırasında İbn Şıhne’ye “Bugün 75 yaşıma bastım” demiş
(İbn Şıhne, 1873: 218) ve Halep’ten hemen sonra fethettiği Dımaşk’ta görüşmüş
olduğu İbn Haldûn ise kendisi için “60 ile 70 arası bir yaşta” ifadesini
kullanmıştır (İbn Haldûn, 1979: 428). Sağ bacağının topal olması nedeniyle
kısa mesafelere bacağını sürükleyerek yürüyen ve uzun mesafelere adamları
tarafından taşınan Timur, atına binmek istediği zaman, yine adamlarının omuzlarına
alınmak suretiyle atına bindirilirdi (İbn Haldûn, 1979: 428; İbn İyâs,
1983, I/2: 619, 709).

Timur’un Kişiliği ve Askerî Yönü

Kendine zararı dokunsa bile doğruluktan asla vazgeçmeyen, yalandan ve yalan
söyleyenden nefret eden Timur’un, sürekli olarak parmağında taşıdığı yüzüğüne
“rastî, rustî” (kurtuluş doğruluktadır) ibaresini nakşetmiş olması (İbn
Arabşah, 1986: 451; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163) ve yazdığı mektupların
sonuna da aynı ibareyi içeren damgasını vurması (el-Kalkaşandî, 1987, VII,
330), doğruluğa ne kadar çok önem verdiğinin bir göstergesiydi. Aynı zamanda
ciddî, kararlı, sert ve otoriter bir şahsiyete sâhip olan bu hükümdar, kafasına
koyduğu bir işi mutlaka yapar ve emirlerinin kesinlikle yerine getirilmesini
isterdi. Emrine en ufak muhalefette bulunanın kanını mübah görür ve hiçbir
şey onu kararından vazgeçiremezdi. Böylelikle şahsiyetinin zedelenmesine
asla izin vermezdi (İbn Arabşah, 1986: 452; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163;
İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429, 438; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49). İbn
Arabşah’ın onun hakkında yazmış olduğu şu cümleler, kendisinin bu özelliğini
çok daha iyi anlatmaktadır: “Azminin derecesiyle, hedeflediği şeye karşı gösterdiği
kararlılık ile plânladığı şeyler hususunda kendisine ters düşen ve muhalefet
edenlere karşı tavrıyla ilgili olarak anlatılır ki: Ordusuyla Hindistan’a

yöneldiği zaman, karşısına bir kale çıktı. Bu kale, o kadar yüksek ve o kadar
muhkemdi ki, güneş tam tepedeyken sanki onu alnından öpüyor, bulutlardan
yağan yağmur sanki onun pınarlarından akıyor ve Keyvan Yıldızı gece yolculuğunda
bu kaledekilere hizmet ediyordu. İçinde ise küçük ama cesur bir Hintli
topluluk vardı. Bunlar ailelerini ve endişe duydukları değerli mallarını ulaşılması
güç yerlere taşımışlar ve yanlarında işe yarayacak hiçbir şey bırakmamışlardı.
Bu kaleye giden ne bir yol ne de etrafında gece gündüz kalınabilecek
herhangi bir yer vardı. Kale öyle bir tepedeydi ki, kendisine doğru gelenlere
tamamen hâkimdi ve onlara hiç zorlanmadan karşı koyabiliyordu. Timur, bu
kaleyi kuşatmadan ve onu etkisiz hale getirmeden geçip gitmeyi kabul etmedi.
‘Zâten akıllı ve tecrübeli insan arkasında düşmanına sığınabileceği bir yer
bırakmayan kimsedir’. Böylece Timur’un adamları uzaktan kaledekilerle çatışmaya
başladılar. Kaledekiler rahatlıkla karşı koyuyorlar ve kaleden kolaylıkla
her türlü silahla ateş ederek Timur’un askerlerinden her gün birçok adam
öldürüyorlardı. Bu kuşatma günlerinden birinde yağmur yağdı ve bu durumda
adamlarının ne yaptıklarını merak ederek atına binen Timur, onların çamur
içindeki hallerini hiç beğenmedi. Hemen emirlerini çağırtarak kendilerine küfür
edip azarladı ve şöyle dedi: ‘Ey nankörler, ey haram yiyenler! Benim çeşit
çeşit nimetlerimden istifade ediyor ve düşmanlarıma karşı gevşeklik gösteriyorsunuz!
Allah size verdiğim nimetleri haram kılsın ve yaptığınız nankörlüğün
cezasını versin! Ey işinin hakkını vermeyen, nimetlere nankörlük eden ve
cezayı hak eden himmetsizler! Sizler, sultanların boyunlarına benim ayaklarımla
basmadınız mı? Benim iyiliklerim ve ihsanlarımın kanatlarıyla dünyanın
ufuklarına uçmadınız mı? Birçok memlekette benim devletimin koruması
altında hâkimiyet sürülerinizi otlatmadınız mı? Size sağ elimle hayrı sererken
sol elimle üzerinizden şerri defetmedim mi?’ Timur bunları söylerken emirleri
başlarını öne eğmişler ve hiçbir cevap verememişlerdi. Bunun üzerine iyice
sinirlenen Timur, az kalsın sinirinden ölüyordu. Kılıcını çekti, beride bulunan
esirlerin tepesinde sallamaya başladı. Emirlerinin başları eğilmiş, zelil ve perişan
bir haldeydiler. Sonra kendine hâkim olmaya çalıştı ve oynamak için satrancını
istedi. Bu sırada yanında Muhammed Kavcin adında çok özel konuma
sahip birisi vardı ki, bu zat bütün vezirlerden önde gelmekteydi ve tüm emirlerden
daha üstündü. Mübarek bir mizacı olan bu kişinin sözü dinlenir ve görüşü
kabul edilirdi. Emirler kendisinden araya girerek ricacı olmasını ve bu problemi
çözmesini istediler. Muhammed Kavcin de bu istekleri kabul edip, krizi
bizzat çözeceğine dair söz verdi ve fırsat kollamaya başladı. Bu arada Timur
kaleyle ilgili düşüncelerini söylüyor ve çevresindekilerin fikirlerini almaya
çalışıyordu. Ancak herkes Timur’un ileri sürdüğü düşünceyi kabul edip onunkine
benzer fikirler ileri sürmeye çabalıyordu. Derken Muhammed Kavcin

konuşmaya başlayıp: ‘Allah efendimiz Emir’in ömrünü uzatsın ve kendisine,
görüşleri ve bayrağı altında her türlü kaleyi fethetmeyi nasip etsin. Farz etsin
ki, bu kaleyi aldık. Ancak bu fetih, bizden birçok güçlü ve kuvvetli insanın
ölümüne mal olursa buna değer mi? Bu menfaat bu zahmeti karşılar mı?’ dedi.
Timur onun konuşmasına hiç aldırmadan ve cevap vermeden Merkedârilerden
Herimelik adında birisini çağırttı. Zebellah gibi olan bu adam çok çirkin, aynı
zamanda da oldukça pis ve iğrenç idi. Öyle ki, katran bile onun içtiği çorbaya
nazaran süt gibi tertemizdi. Timur’un emriyle Muhammed Kavcin’in elbiseleri
bu adama, onun elbiseleri de Muhammed Kavcin’e giydirildi ve ardından
Timur, Muhammed Kavcin’in defterlerini ve mübaşirlerini isteyerek, canlı
cansız ve mülk-akar tüm mallarını, bahçelerini, köylerini, vakıf mallarını, atlarını,
develerini, katırlarını, hizmetçilerini, cariyelerini ve hatta eşlerini de alıp
bu pis adama verdi. Ardından da ‘Allah’a ve ayetlerine, sözlerine ve sıfatına,
arz ve semasına, bütün peygamberlere ve mucizelerine, tüm velilere ve kerâmetlerine
ve kendi başıma yemin ederim ki, herhangi bir kimse Muhammed
Kavcin ile yer içer, onunla yürür ve arkadaşlık eder, ona gider ya da onu yanına
alır veya kendisiyle ilgili mazeret bildirir ve bana aracı olarak gelirse o kişiyi
de onun gibi yaparım’ dedi ve Muhammed Kavcin’i huzurundan kovdu.
Tüm nimetleri ile malları elinden alınmış ve onları insanların en zelilinin üzerinde
görmüş olan Muhammed Kavcin bu halde ömrünü devam ettirdi. Artık
ölüm bile ona böyle bir hayattan daha tatlı, yaşadığı her an bin kılıç darbesinden
daha acı geliyordu” (İbn Arabşah, 1986: 459-462).

Kendisine muhalefet eden ve emrini yerine getirmeyenlere karşı tavrı böylesine
sert ve acımasız olan Timur, her sözünün bir emir olarak algılanmasından
hoşlanır ve verdiği emirlerin derhal yerine getirilmesini isterdi. Bu özelliği ile
ilgili olarak İbn Arabşah’tan nakledeceğimiz şu cümleleri oldukça ilginçtir:
“Çıkmış olduğu bir sefer esnasında, uykusuzluk ve uzun sefer yorgunluğundan
dolayı boynu yana doğru bükülmüş ve uyuklar halde olan, ama kendisine kızmak
bir yana söz bile söylenemeyecek durumdaki bir askerini uzaktan gören
Timur öylesine ‘Ya, bunun kellesini vuracak kimse yok mu?’ dedi ve başka bir
şey söylemedi. Bu sırada huzurunda bulunan ‘Allah’ın azap elbisesi giydirdiği
ve merhamet koklatmadığı’ Devlet Timur adındaki meşhur emiri hemen yerinden
kalkarak o askerin boynunu uçurdu ve Timur’un önüne koydu. Bunun
üzerine Timur ‘Yazıklar olsun sana, bu ne feci bir durumdur! Bu kelle de nedir?’
dedi. Emir de ‘Senin uçurulmasını buyurduğun kelledir’ diye cevap verince,
bu ifade Timur’un çok hoşuna gitmiş ve emrinin en ufak bir işaretle
yerine getirildiğine çok sevinmişti” (İbn Arabşah, 1986: 479).


Emirlerinin uygulanması konusunda böylesine hassas olan Timur için, âlimlerle
yaptığı tartışmaları anlatılırken de bahsedileceği üzere Halep’teki tartışma meclisinin
baş kahramanı olan, İbn Şıhne’nin şu ifadesi de oldukça dikkat çekicidir:
“Timur, Halep’e tayin ettiği emirlerine ben [İbn Şıhne] ve Kadı Şerafeddin için
‘Bu iki adamı kendinizden bilin. Onlara iyilikte bulunun, ihtiyaçlarını karşılayıp
ulûfe bağlayın ve arkadaşlarına da eziyet etmeyin. Bu ikisini kalede bırakmayın
ve Sultaniye medresesine yerleştirin’ dedi. Dediklerinin hepsi yerine getirildi ama
bizi kaleden indirmediler ve Halep’teki hüküm sâhibi Emir Musa b. Hacı Togay
bu durumu, ‘Sizin adınıza endişe duyuyorum, çünkü Timur bir kötülük emrettiği
zaman hiç unutmaz, peşini takip eder ve hemen bu emri yerine getirilir; ama bir
iyilik emredince peşini takip etmez ve emrettiği kimsenin insiyatifine kalır’ diyerek
açıkladı” (İbn Şıhne, 1873: 222-224). Bu cümleleri İbn Arabşah da eserinde
aynen nakletmektedir (İbn Arabşah, 1986: 219).

Disiplinsizliğe hiç tahammülü olmayan ve en ufak bir hatayı affetmeyen Timur,
şakadan hoşlanmaz ve uzak yakın herkese karşı ciddiyetini korurdu. Bu
özelliği ile ilgili olarak verilebilecek en iyi örnek, “Ondördündeki dolunay ve
batışından önceki güneş kadar güzel” olan eşi Çolpan hakkında bir söylenti
duyduğu zaman buna kulak kapatmaması, aksine onu hemen öldürmesidir.
Çünkü Timur için burada önemli olan duyduğunun gerçek dışı olup olmadığı
değil, o sözün bir kere söylenmiş olmasıydı (es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn
Arabşah, 1986: 178, 451, 454, 466; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162-163).
Müthiş bir sezgi gücüne, derin bir sağduyuya sâhip olan Timur’un bu özelliklerine
bir de doğru mantık yürütme özelliği eklendiği için asla yanılmaz ve görüşlerinde
devamlı isabet ederdi. Bir liderde bulunması gereken bu özelliğinden dolayı
insanlar kendisine güven duyar ve onu sürekli takip ederlerdi (İbn Arabşah,
1986: 361, 451-452, 457; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162-163; es-Sehavî, (tarihsiz),
III: 49; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429, 438). Çok iyi tahkim edilmiş olan
Sivas önlerine geldiği zaman, askerlerine “Bana, bu kaleyi 18 günde fethetmemizi
sağlayacak hileyi söyleyin” demesi ve gerçekten tam 18. gün şehri ele geçirmesi
(İbn Arabşah, 1986: 457; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429, 433) yukarıda da
saydığımız özelliklere sahip olduğunun bir göstergesidir.

Böylesine büyük bir ileri görüşe sahip olan Timur’un, aynı zamanda kıvrak bir
zekası ve hazır cevap bir kişiliği vardı. Bir bakışta idrak eder, işaretleri hemen
anlar; doğru ile yanlışı, gerçek fikrini söyleyenle dalkavukluk yapanı anında
ayırt ederdi (İbn Arabşah, 1986: 451-452; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163; İbn
Hacer, 1998, I: 17). Bu nedenle de hayatında sadece iki kez aldatılmıştır. Bunlardan
ilki 797 (1394-1395) yılında Emir İdigu (Edigey) tarafından Deşt-i
Kıpçak’ta gerçekleştirilmiş ve Timur aldatıldığını fark edince öfkesinden zapt

edilemez hale gelmiş ve sinirden ellerini ısırıp, bir daha dönmemek üzere Deşti
Kıpçak’ı hemen terk ederek Semerkand’a dönmüştür (İbn Arabşah, 1986:
147. Emir İdigu’nun Timur’u nasıl kandırdığı için bk. İbn Arabşah, 1986: 145-
146). İkinci kez ise Cemâziyelâhir 803 (Ocak 1401)’de Dımaşk’ı aldığı zaman
İbn Haldûn tarafından kandırılmıştır (İbn Haldûn, 1979: 412-416. Bu konu için
ayrıca bk. Yüksel, 2001:100-102).

Böylesine hırslı olan bu büyük hükümdâr asla pişmanlık duymaz ve hayata daima
iyimser bakardı. Mutluluğunu gayet ağırbaşlı bir şekilde yaşar, duygularını asla
dışarı vurmazdı. Sözgelimi, görünüşte bir işten kaçınır gibi davranır, fakat içinden
o işin olmasını ister ve bunu da kimseye hissettirmezdi (İbn Arabşah, 1986: 128,
451, 457; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163). Timur’un bu özelliğiyle ilgili verilecek
en güzel örnek, Şiraz’da Şah Mansur ile yaptığı savaşta hareminin içine saklanarak
bu cesur savaşçıdan kurtulan Timur’un, bu mücadelenin sonunda galip gelmesi ve
Şah Mansur’u öldürülenler arasında bulamayınca da çok sinirlenmesi, fakat az
sonra bir adamı Şah Mansur’u yakalayıp kafasını keserek ve kendisine getirince,
Şah Mansur’un kafasını gören Timur’un, sevindiği halde üzülür gibi görünerek,
Mansur’un kellesini getiren askerin boynunu vurdurmasıdır (İbn Hacer, 1998, I:
320; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 261).

Sebatkâr olması, karşılaştığı problemleri hemen çözmesi kişiliğini daha da
derinleştiriyordu. Askerî yönü anlatılırken de ifade edileceği üzere İbn
Arabşah’ın deyimi ile “Kaplan tabiatlı ve aslan duruşlu” olan Timur, cesur ve
kahraman insanları bir anda aslan gibi parçalar ve kendisine kibir gösterene
haddini bildirmeden, karşısında dikleneneni ise rezil etmeden duramazdı (İbn
Arabşah, 1986: 382, 451, 456; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163). Ankara savaşında
Yıldırım Bâyezid’i esir aldıktan sonra kendisine yaptığı muamele güzel
bir örnektir: Savaştan sonra huzuruna getirilen Bâyezid’i azarlamış, haremi,
maiyeti ve hizmetçilerini tutuklayıp onlara el uzatmıştı. Ayrıca her gün
Bâyezid’i huzuruna getirterek onunla eğlenip onu lâf ile kızdırmış ve düzenlediği
içki âlemlerine Bâyezid’i zincire vurulmuş halde getirterek, Bâyezid’in
kadınları, kızları ve cariyelerine bu âlemde hizmet ettirip şarap dağıttırmış,
bunu gören Bâyezid’in dünyası kararmıştır (İbn Arabşah, 1986: 337-340; İbn
Hacer, 1994, II: 228; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 293, 435; İbn Tagrîbirdî,
1956, XII: 268). Timur’un bu hareketleri yapmasındaki amaç, daha önce
Bâyezid’e göndermiş olduğu mektuba karşılık aldığı cevap mektubunun sonunda
“... Biliyorum ki, bu söz seni ülkeme getirir, eğer gelmezsen zevcelerin
3 talakla boş olsun, şayet gelir de ben seninle savaşmaz ve senden kaçarsam
kendi eşlerim 3 talakla boş olsun” diye yemin eden Bâyezid’e bu sözlerini
hatırlatmaktı. Çünkü, İbn Arabşah'ın ifadesine göre, kadın adı anmak ve kadın

üzerine yemin etmek Türk ve Çağatay boylarının törelerine göre çok büyük bir
ayıp sayılmaktaydı (İbn Arabşah, 1986: 313, 340).

Bu büyük fatihin askerî yönü ve dehası incelenmeden kişiliğinin tam olarak
ortaya konulamayacağı bir gerçektir. Çünkü onun hayatı hep askerî mücadeleler
ve savaşlarla geçmiştir ve o kendisini seferlerine adamıştır. 80 yaşlarına
gelmiş olmasına rağmen 807 (1405) yılında Çin’e sefere çıkmış ve bu sefer
sırasında da vefat etmiştir.

Eşi ve benzeri görülmeyen bir cesaret ve azme sahip olan Timur, cesur ve
kahraman kimseleri severdi. Heybetli bir kahraman ve büyük bir savaşçıydı.
Ölümden asla korkmaz ve daima ordusunun önünde giderdi. Ansızın bir saldırıya
uğradığı zaman, sanki böyle bir saldırıyı bekliyormuş gibi derhal karşı
koyardı (İbn Arabşah, 1986: 77, 200, 451, 457; İbn Hacer, 1998, I: 17; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XII: 256; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429, 438; es-Sehavî,
(tarihsiz), III: 49). Daha önce de belirttiğimiz gibi, kurnazlıkta eline kimsenin
su dökemeyeceği Timur, harp hilelerini herkesten iyi bilir, düşmanları bu yüzden
kendisinden çok çekinirlerdi. Bu özelliği sayesinde en muhkem kale ve
şehirleri hemen fetheder, en güçlü orduları kolaylıkla mağlup ederdi (İbn
Arabşah, 1986: 85, 126, 160, 200, 320, 351, 361, 456; İbn Hacer, 1994, II:
225; el-Makrîzî, 1997, VI: 47; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 223, 253; es-Sehavî,
(tarihsiz), III: 49; es-Seyrafî, 1971, II: 209; İbn İyâs, 1983, I/2: 606, 619,
710). Sayılamayacak kadar çok olan örneklerinden birkaçını verecek olursak,
Timur’un askerî dehası daha iyi anlaşılacaktır: 800 (1397-1398) yılında Hindistan
seferi sırasında atları, Hint ordusundaki fillerden ürken ve ordusu yenilmek
üzere olan Timur, hemen dehasını konuşturup üçgen şeklinde, demirden
çatallar yaptırıp bunları geceleyin fillerin yolu üzerine attırır,7 sabah olup savaş
düzeni alınınca askerlerine geri çekilmelerini emreder, düşman askerleri hezimete
uğradıklarını zannederek onları takibe başlar ve demir çatalların atıldığı
bölgeye gelince bu çatallara basan filler acıdan ürküp geriye dönerek kendi
adamlarını ezerler ve onların yenilmelerine neden olurlar (İbn Arabşah, 1986:
164-166; İbn Hacer, 1994, II: 9-10; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 262-263). Yine
Hindistan’daki bir muharebede Timur adamlarına 500 deve yükü kamış getirtir,
içlerine yağ doldurtup fitil yerleştirterek filler yaklaşınca bunları ateşleyip
fillerin üzerine atmalarını emreder ve filler yanan yağların alevinden ürkerek
kaçar, Timur da böylece galip gelir (İbn Arabşah, 1986: 166-167; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XII: 262).

Konuyla ilgili diğer bir örnek de kendisinin Dımaşk’ı ele geçirmesiyle alâkalıdır:
“Timur Dımaşk’ı kuşattığında, çok sağlam surlara sahip ve çok güçlü bir şehir
olan Dımaşk’ın halkı kendisine çok iyi mukavemet göstermiş, hatta 1.000 kadar

Timurlu askerini de öldürmüş ve Timur şehri almaya muvaffak olamamıştır.
Bunun üzerine, Timur hemen bir hile planlayarak iki adamını göndermiş ve şehirdekilere
‘Emirimiz sulh istiyor, akıllı birini gönderin de sulhu konuşalım’
dedirtmiş, emirleri ile ihtilafa düşen Sultan, Dımaşk’ı kendi kaderine terkederek
Mısır’a dönmüş olduğu için başsız kalan ve ne yapacağını bilemeyen Dımaşk
halkı en sonunda Kâdı’l-kudat İbn Muflih’i Timur’a elçi göndermiştir. Timur çok
kurnaz davranıp İbn Muflih ile çok yumuşak bir dille konuşmak suretiyle kendisine
‘Bu şehir peygamberler ve sahabeler şehridir. Ben de çocuklarımın ve kendimin
sadakası olarak bu şehri Allah Resûlü’ne (SAV) bağışlıyorum. Eğer
Dımaşk nâibi Sudun elçimi öldürmeyip beni kızdırmasaydı buraya gelmeyecektim.
Zâten Sudun’u yakaladım ve o şu an elimde esir. Geliş amacım sadece buydu
ve şimdi yalnızca geri dönmek istiyorum. Ama bana sunulacak dokuzâtı8 almadan
gitmem’ diyerek İbn Muflih’i kandırmıştır. Timur’un bu sözlerine kanan İbn
Muflih şehre dönünce Dımaşk halkına Timur’u övmüş, onun çok büyük birisi
olduğunu söylemiş ve Timur’un kendisine dediklerini aktarmıştır. Bu sözlere
inanan şehir halkı arasında da sulh fikri ağır basmış ve şehri Timur’a teslim etmişlerdir”
(İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 238-239; İbn Hacer, 1994, II: 137-138, 225-
226, 228; el-Makrîzî, 1997, VI: 50-52; İbn İyâs, 1983, I/2: 610-611; el-
Kalkaşandî, 1987, VII: 330-331). Savaş hilelerini iyi bilen ve insanları çok iyi
tanıyan bu zeki hükümdâr Mardin, Sivas, Amid gibi daha birçok kale ve şehri
kurnazlık ve hile ile ele geçirmiş, birçok orduyu da alt etmiştir (İbn Arabşah,
1986: 128, 129, 457; İbn Kâdı Şuhbe, 1977, I: 513).

Kendisine hemen itaat eden kişi ve şehirler güvencede olurken, en ufak muhalefette
bulunanları mahveden Timur için savaşmak bir zevkti ve muhaliflerinden
intikam almaktan büyük bir haz duyardı. Öyle ki, birisinin kendisi ile savaşmak
istediğini öğrendiği zaman çok sevinir, gönlü ferahlar ve o kişinin
üzerine uçarcasına giderdi (İbn Arabşah, 1986: 111, 169, 459; es-Sehavî, (tarihsiz),
III: 49; İbn Hacer, 1998, I: 20, 472). Yollamış olduğu elçilerin Mısır
sultanı el-Melik ez-Zâhir Berkuk tarafından öldürülmesi üzerine, 796 (1393-
1394) senesinde Berkuk’a gönderdiği mektupta Timur kendisini şu şekilde
ifade etmiş ve mektubunda ayetlere de yer vermek suretiyle, yaptığı ve yapacağı
şeylere ilâhî bir meşruluk kazandırmaya çalışmıştır: “De ki: Allah’ım, ey
gökleri ve yeri yoktan vareden, görülmeyeni ve görüleni bilen! Ancak Sen,
ayrılığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında hükmedersin.9 Bilin ki, biz
Allah’ın öfkesinden yarattığı askeriyiz, gazabı kendilerine helâl olan kimselere
musallat ettiği, şakilere acımayan ve ağlayana merhamet etmeyen kimseyiz.
Allah bizim kalplerimizden rahmeti çekip almıştır. Vay o kimsenin haline ki,
bizim tarafımızda değildir! Muhakkak ki, biz ülkeleri yok ettik, çocukları yetim bıraktık,
yeryüzünde fesad çıkardık, aziz olanı zelil yaptık ve topraklarını
zorla ellerinden aldık. Eğer bu yaptıklarımız onu işiten kimseye hayal gibi
gelirse, onu anlamakta zorluk çekerse kendisine şöyle de: Şüphesiz ki, hükümdârlar
bir ülkeye girdiklerinde orayı bozarlar, aynı zamanda zelil ederler.10 Bu
bizim sayımızın fazlalığından, cesaretimizin çokluğundan, hızlı koşan atlarımızdan,
delip geçen mızraklarımızdan, parlayan ok uçlarımızdan, yıldırım gibi
kılıçlarımızdan, dağlar gibi yüreklerimizden ve kumların sayısı kadar olan
askerlerimizdendir. Bizler kahraman ve efendiyiz, bizim mülkümüze
erişilemez ve komşularımıza zarar verilemez. Onurumuz sonsuza dek en üsttedir,
bize teslim olan kurtulur, bizimle savaşan pişman ve bizim hakkımızda
bilmeden konuşan cahillik etmiş olur. Eğer siz de emirlerimize itaat eder ve
şartlarımızı kabul ederseniz bizim lehimize olan sizin de lehinize, bizim aleyhimize
olan sizin de aleyhinize olur. Eğer muhalefet ve isyana devam ederseniz
sakın kendinizden başkasını kınamayın. Çünkü kaleler bizden yanadır,
onların çok güçlü olmaları bizi durduramaz. Şehirlerin var güçleriyle bizimle
savaşmaları kendilerine fayda vermez. Bize ettiğiniz beddualar duyulmaz ve
onlara cevap verilmez. Allah dualarınıza nasıl cevap versin ki? Çünkü haram
yediniz, bütün insanları mahvettiniz, yetimlerin mallarına el koydunuz, idarecilerden
rüşvet aldınız ve kendinize ateşi seçtiniz; bu ne kötü bir sonuçtur! Zulüm
ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş koymaktadırlar ve
çılgın bir ateşe gireceklerdir.11 Tüm bunları yaparak kendiniz için helâk kaynaklarını
oluşturdunuz. Âlimleri katlettiniz, eşrafın kanını akıttınız; vallahi bu
isyan ve israftan başka bir şey değildir! Siz bununla ateşte ebedî olarak kalacaksınız
ve yarın size şöyle denilecektir: Yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslamanızdan, yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.
12 Ey asiler ve düşmanlar, kendinizi zillet ve değersizlikle
müjdeleyin! Bizi kâfir zannettiniz, halbuki bize göre siz vallahi hem kefere
hem de feceresiniz. Her şeye gücü yeten ve her şeyi idare eden Allah, bizi size
musallat etti. Sizin aziz olanınız bizim katımızda zelildir, çokluğunuz ise bize
göre azınlıktır. Çünkü biz doğusu ve batısı ile yeryüzüne sahip olduk ve yeryüzünün
tüm gemilerini gasp ettik. Size de gerekeni açıkladık. Perde kalkmadan,
harp kıvılcımlarını saçmadan ve yüklerini bırakmadan, her göz sizin için
ağlamadan, ayrılık münadisi ‘Bunlardan geriye bir şey kaldı mı?’ diye bağırmadan,
sizi iyice sarstıktan sonra zafer çığlıklarını size duyurmadan önce cevap
vermek için acele edin! Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor musun, yahut
onların gizli bir sesini işitiyor musun?.13 Eğer size elçi gönderiyorsak size insaf
ettiğimizdendir. Önceki elçilerimize yaptığınız gibi bunları da öldürmeyin,
yoksa önceki âdetlerinize muhalefet ve Allah’a isyan etmiş olursunuz. Elçilere
açık tebliğden başka bir sorumluluk yoktur. Size her şeyi açıkladık, cevap

vermekte acele edin! Ve’s-selâm” (el-Makrîzî, 1997, V: 349-351; İbn el-Furât,
1936, IX: 371-373; İbn Arabşah, 1986: 155-157; es-Seyrafî, 1970, I: 379-381.
Bazı Arap tarihçileri de bu mektubun tamamını vermemekle birlikte ya bir
kısmını ya da sadece içeriğini vermektedirler: İbn Hacer, 1998, I: 474; İbn
Kâdı Şuhbe, 1977, I: 507-508; İbn İyâs, 1983, I/2: 466).

Düşmanlarına böyle hitap eden ve kendisini bu şekilde tarif eden Timur’un,
788 (1386-1387) yılında Isfahan’ı ele geçirdikten sonra şehirde fesad çıkarıp,
mallara ve kadınlara el uzatan askerlerinden 6.000 kadarının şehir halkı tarafından
öldürülmesi üzerine (İbn Arabşah, 1986: 98-99; İbn Hacer, 1998, I:
319; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 431) sergilemiş olduğu tavır da kendisinin
savaş ve intikam psikolojisini çok güzel anlatmaktadır: “Şafak söktüğünde bu
uğursuz olayı duyan Timur’un kulağına şeytan üfledi ve Timur hemen öfkeyle
yerinden kalkarak zulmüne kılıf aramaya koyuldu. Çılgınca, saldırganca ve
aslan gibi kükreyerek şehre yöneldi, oraya varır varmaz da yıkım başladı ve
askerlerine ‘kanların dökülmesini, haremlerin kirletilmesini, ruhların çekip
çıkarılmasını, işkence edilmesini, malların gasp edilmesini, binaların yıkılıp
kabirlerin tahrip edilmesini, ekinlerin yakılıp hayvanların öldürülmesini, çocukların
dağıtılıp namusların kirletilmesini, rahmet defterinin dürülmesini ve
intikam alınmasını; âlime ilminden, edepliye faziletinden, şerefliye nesebinden
ve hasebinden dolayı hürmet edilmemesini; yaşlıya yaşından, küçüğe küçüklüğünden,
garibe garipliğinden, Müslümana Müslümanlığından, zımmîye
zımmîliğinden, zayıfa zayıflığından, cahile sefaletinden ve hafifliğinden dolayı
acınmamasını, kısacası şehirde kimsenin bırakılmamasını’ emretti ve bu emri
aynen yerine getirilmeye başlandığında şehir halkı kendilerini bundan hiçbir
bedelin veya şefaatin kurtaramayacağını ve sabretmekten başka çareleri olmadığını
anladılar. O gün şehirde öldürülenlerin sayısı Yunus Aleyhisselam’ın
ümmetinin 6 katı14 kadardı” (İbn Arabşah, 1986: 99-100). Daha önce de anlatıldığı
gibi kararından asla vazgeçmeyen, en ufak bir hatayı affetmeyen ve
düşmanlarına hiç acımayan Timur’un, emirlerinden birisi şehirdekilere “Çocukları
toplayıp Timur’un yoluna çıkın ve şefaat dileyin, Timur o zaman belki
yumuşar ve merhamette bulunur” diye öğüt verince, Isfahan halkı çocukları
topladı. Timur gelip bunları görünce: “Bunlar da kim? Eşkıya artıkları mı?”
diye sordu. Emiri de “Bunlar masum çocuklardır, anneleri ölmüştür ve babalarının
yaptığı katlden sorumlu değillerdir. Efendimiz Timur, onların babalarını
öldürmekte haklıdır, ama bu çocuklar kendisinden şefaat ve merhamet dilemektedirler”
diye cevap verdi. Fakat, Timur bu sözlere hiç aldırış etmeden,
atını çocukların üzerine sürdü ve ordusu da onu takip edince çocukların hepsi
atların ayakları altında can verdi (İbn Arabşah, 1986: 100-101; İbn Hacer,

1998, I: 319; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 431). Çünkü, Timur’un gözünde onlar
birer masum çocuk değil, sadece düşmanından geriye kalanlar, kendi deyimi
ile “eşkıya artıkları” idi.

Timur, Isfahan’da yaptıklarının benzerlerini Delhi, Karabağ, Gürcistan, Tebriz,
Sicistan, Kirman, Şiraz, Harezm, Sivas, Erzincan, Behisni, Antep, Urfa, Malatya,
Mardin, Rahbe, Bağdat, Basra, Kufe, Hille, Tikrit, Diyarbakır, Halep, Hama,
Dımaşk, Kemah, Ankara, Bursa, İzmir, Kırım, Saray ve Kefe gibi şehirlerde ve
Hindistan’dan İstanbul Boğazı ve Kırım’a kadar uzanan birçok memlekette yapmış
ve bunların çoğunu yerle bir ederek buralarda insan kellelerinden bir çok
kuleler yaptırmıştır (İbn Arabşah, 1986: 116, 123-129, 169, 193-194, 196-197,
209, 217, 220, 257, 260, 280-285, 289, 352, 357; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 218,
222-26, 239-246, 261, 264-268; XIII: 151; İbn Hacer, 1998, I: 20-1, 312, 336,
440, 450, 453, 471-473, 489, 495; 1994, II: 9, 19, 37, 107, 133, 135, 137-139,
148, 208, 225-26; el-Makrîzî, 1997, V: 184, 340, 345, 347, 377, 401; VI: 34, 37-9,
41-43, 50-54, 66, 81; İbn Haldûn, 1979: 403-405; 1999, V/5: 470, 493-494, 516,
522, 536-538; İbn Şıhne, 1873: 207, 210-212, 219-221, 229, 233; el-Kalkaşandî,
1987, I, 507; V: 87; VII: 330, 331, 346, 402-403; IX: 248; XIV: 415; es-Seyrafî,
1970, I: 129, 366, 375, 414; 1971, II: 74-77, 87-93, 150-152, 194; İbn Kâdı
Şuhbe, 1977, I: 181, 189, 473, 475, 502-503, 620; 1997, IV: 106, 142, 154-155,
167, 176-177, 191-192, 293, 430-433; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 47-49; İbn el-
Furât, 1936, IX/1: 346, 350, 362, 366; İbn Dokmak, 1985, II: 264; İbn İyâs, 1983,
I/2: 591, 592-601, 612-618, 660). Bunları tek tek anlatmak konumuzun
çercevesini aşacağından sadece çok aşırıya kaçan birkaç ilginç örnek vermekle
yetineceğiz: Daha önce yapmadığını bırakmadığı Bağdat’ta, Kurban Bayramı
günü her askerinin kendisine bir insan kafası getirmesini emretmiş, kendisine
getirilen yaklaşık 100.000 insan kafasından 120 tane kule yaptırmış ve şehirde
nehir gibi kıpkırmızı kan akmıştı (İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 261, 266; İbn Hacer,
1998, I: 336, 453; 1994, II: 148, 208; el-Makrîzî, 1997, V: 340; 1997, VI: 66). İbn
Kâdı Şuhbe ise Timur’un Bağdat’ta yapmış olduklarını biraz daha abartılı bir
şekilde anlatmaktadır: Timur’un “Herkes bir kelle getirsin” emri üzerine adamları,
önlerine çıkan herkesin; şehirde kesecek kimse kalmayınca yanlarındaki esirlerin
kafasını da kesmeye başlamışlar ve kendisine 800.000 kelle getirerek bunlardan
40 tane kule yapmışlardır. Timur da bunların karşısına geçerek “Selam olsun size,
ey şehitler topluluğu! Sizin şehâdet mertebesine ulaşmanıza biz sebep olduk, bunun
için kıyâmet günü bize şefâat etmeyi sakın unutmayın!” demiştir (İbn Kâdı
Şuhbe, 1997, IV: 191).

Daha önce bahsedildiği üzere doğruluğa çok önem veren, kendisine zarar gelecek
bile olsa doğruluktan vazgeçmeyen ve yalandan nefret eden Timur’un,

yukarıda adı geçen şehirlerin bazılarını can, namus ve mallara zarar verilmeyeceğine
dair aman vererek aldığı halde, Isfahan’da yaptıklarının aynısını bu
şehirlerde de yapması ve onları tahrip etmesi kendisinin doğruluk karakteri ile
gerçekten çelişmektedir. Ayrıca Timur, savaşırken, düşmanlarını cezalandırırken
ve onlardan intikam alırken her türlü davranışı mübah sayıyor ve verdiği
sözleri yerine getirmemekte herhangi bir sakınca da görmüyordu. Hattâ bu
cesur ve ölümden korkmayan savaşçı, 788 (1386-1387) senesinde Irak-ı Acem
sâhibi Şah Mansur ile Şiraz’da yaptığı muharebe esnasında Şah Mansur’un,
adamlarından 500 kadarını seçip ölüme meydan okuyarak kendisine doğru
saldırması ve askerlerinin Şah Mansur'dan kaçıp kendisini yalnız bırakmaları
üzerine kadınların, yani hareminin, içine bile saklanmaktan çekinmemiş ve
hayatını kurtarmıştı (İbn Arabşah, 1986: 93-94; İbn Hacer, 1994, II: 319; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XII: 260).

Arap kaynaklarına göre hiçbir işini tesadüfe bırakmayan ve daima tedbirli bir
hükümdar ve asker olan Timur, kendi topraklarına sırdaşlarını koyar, ele geçirdiği
ve geçirmediği tüm memleketlere de casuslarını yollardı. Casuslarının arasında
Kahire’de bulunan yardımcısı Atlamış gibi emirler, fakir ve fakih olan Mesud el-
Geccanî gibi divanındaki kişiler yada Dımaşk’taki Sumeysatiyye tekkesindeki
Sufilerden bazıları ile hiç beklenmedik tacirler, pehlivanlar, dilenciler, sanatkar ve
müneccimler, ozan Kalenderîler, gezgin Haydarîler, denizciler ve cincilerden
ihtiyar cadıya kadar birçok kimse bulunurdu. Timur’un “çok tecrübeli, doğu ve
batıyı çok iyi tanıyan, hilekârlık ve kurnazlıkta en üst dereceye ulaşmış, dehası
sayesinde su ile ateşi bir araya getirip batıl ile hakkı uzlaştırmış, hilekârlıkta Sasan
ve Ebu Zeyd’i bile geçmiş, hikmet ve tartışma gücünde İbn Sina’yı susturmuş,
mantıkta Yunanlıları alt edip Yunan mantığını tersine çevirmiş ve zıtları bir araya
getirmiş” olan bu casusları, bulundukları yerdeki her şeyi ve her olup biteni en ince
ayrıntısına kadar anında kendisine bildirirlerdi. Oradaki ağırlıkları ve fiyatları
kendisine söylerler, bölgenin kolaylıklarını ve zorluklarını ona tasvir ederlerdi.
Bulundukları şehir ve köylerin haritalarını, yollarını, evlerinin planlarını, mesafelerini
ve genişliklerini tüm ayrıntıları ile kendisine çizerler ve oradaki emirlerin, ileri
gelenlerin, zengin ve fakirlerin isimlerini, lâkaplarını, şöhretlerini, soylarını ve
mesleklerini tek tek kendisine bildirirlerdi. Timur da zihnini hep kendisine bildirilen
şeyler ile meşgûl eder ve bir şehri aldığı zaman o şehrin ileri gelenlerinden
birini çağırtarak: Filanca kişi ne yapıyor? Şu tarihteki falanca kişi ile olan meselesini
ne yaptı? Şu olay ne oldu? Filan kişi ile falan kişi kendi aralarındaki kavgayı
ne yaptılar? gibi sorular sorardı. Tabi ki, karşısındakiler çok şaşırır ve bu olaylar
cereyan ettiğinde Timur’un orada hazır ve nazır olduğunu zannederlerdi (İbn

Arabşah, 1986: 456-457; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn Hacer, 1998, I: 336,
491, el-Makrîzî, 1997, V: 199).

Timur, casuslarından bilgi almadan asla hareket etmez ve kendi ordusunda birinin
casusu varsa onu hemen tanırdı. Çünkü kendi casusları ve sırdaşları sayesinde
yeni doğan her bebekten ve yapılan her gizli şeyden haberi olur, zeki olduğu için
de gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Bir yere hareket etmek istediğinde devlet erkânını
hemen toplar ve kendileri ile istişare ederek, onlara istedikleri kadar konuşma
hakkı verirdi. Bundan asla vazgeçmez ve daima “İnsanlardan istişare eden
hiçbir zaman yanılmaz ve düzenli olarak işlerinin sonucunu tartışan kişi asla
pişman olmaz. Benim istişare meclisimde herkes istediği kadar konuşsun ve hiç
çekinmeden istediği fikri söylesin. Eğer hata ederse bir şey kaybetmez, ama isabet
ederse kendisine iki sevap vardır” derdi. Doğru karara varmak için bütün
gücünü harcayan Timur ortaya çıkan kararla kendi fikrini birleştirir ve bunun
kendi isteğine uygun olmasını isterdi. Bütün görüşler bir noktada ittifak ettikten
sonra da bu meclisi feshedip Süleyman Şah, Kumarî, Seyfeddin, Allah Dad, Şah
Melik ve Şeyh Nureddin gibi kişilerden oluşan kendi özel meclisini toplardı. Bu
mecliste durum inceden inceye bir daha gözden geçirilerek nereye, nasıl ve ne
zaman hareket edileceği üzerine ittifakla bir karar alınırdı (İbn Arabşah, 1986:
458; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49). Bu şekilde ince eleyip sık dokuyarak bir yere
hareket etme veya sefere çıkma kararı alan Timur, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz,
harekete geçmeden önce casusları ile yazışarak her türlü tedbiri alırdı. Sadece
hareket edilecek yön değil, diğer yönler de mutlaka emniyet altına alınırdı. Hareket
sırasında hedef saptırmayı çok iyi beceren, düşmanı, casuslarını ve gözcülerini
yanıltmada çok başarılı olan Timur, önce öncü kuvvetleri kararlaştırılan yere
gruplar halinde yollar, ardından ana orduyu başka bir yöne gönderir, zaruret
olmadıkça gidilecek yerin sırrını kesinlikle hiçbir kimseye vermezdi. Askerlerini
bir doğuya bir batıya götürür, çok kalabalık ordusu bir görünür bir kaybolur, bir
düzene girer bir bozulurdu. Onların geldiğini gören gözcüler ve öğrenen casuslar
hemen efendilerine gördüklerini ve bildiklerini haber verirler ve Timur’un yöneldiği
yerin ahalisine, gelen bu tehlikeye karşı hazırlanmaları haberi verilir, ama hiç
kimse hiçbir şey anlamadan Timur’un ordusu gelerek orayı anında yerle bir eder
veya başka bir yönde başka bir bölgeye ulaştıkları haberi alınırdı. Tabi ki, o bölgenin
halkı bundan habersiz olurdu (İbn Arabşah, 1986: 457-459; es-Sehavî,
(tarihsiz), III: 49).

Mesela Timur, 795 (1292-1293) yılında Bağdat halkının Ahmet b. Üveys’in
zulmünden bıkması ve kendisini Bağdat’a çağırması üzerine hemen Bağdat’a
yönelmiş ve şehre iki günlük mesafedeki Derbend’e geldiği sırada Ahmet b.
Üveys kendisine Şeyh Nureddin Horasanî’yi yollamıştır. Timur, Şeyh

Nureddin’i hürmetle karşılayarak “Bağdat’ı senin hatırın için bırakıyorum”
demiş ve Sultaniye’ye doğru hareket ederken, Şeyh Nureddin ise bu haberi
hemen Ahmed b. Üveys’e müjdeleyerek Bağdat’a yönelmiştir. Sultaniye’ye
doğru hareket etmiş olan Timur, bu arada diğer bir yoldan dolaşarak, güney
taraftan çoktan Bağdat’a girmiş ama Timur’un Bağdat’a doğru geliyor olmasından
dolayı tetikte beklemekte olan Ahmet b. Üveys’in bundan haberi bile
olmamıştır (İbn Hacer, 1998, I: 452-453; el-Makrîzî, 1997, V: 338; İbn Kâdı
Şuhbe, 1977, I: 473). Burada Timur’un hem Şeyh Nureddin Horasanî’ye hürmet
edip, Bağdat’ı kendisinin hatırı için bağışladığını ifade etmesi hem de
Bağdat’a ondan önce ulaşarak şehre girmesi yukarıda da anlatıldığı gibi Timur’un
şavaşırken ve düşmanlarını cezalandırırken yalan söylemeyi ve
hertürlü davranışı mübah görmesinden ileri gelmektedir.

Timur’un askerî dehasını, kurnazlığını ve casuslarını anlattıktan sonra başarısında
şüphesiz büyük bir paya sâhip olan ordusu hakkında Arap kaynaklarında
geçen ifadelerin de burada zikredilmesi gereklidir. İbn Arabşah ve es-
Seyrafî’ye göre Timur’un bir okyanus gibi olan ordusunun ne başı ne de sonu
vardı ve askerlerinin sayısı Allah’tan başkasının sayamayacağı kadar çoktu.
Bölüğünden ayrılan bir asker, yerini içtima gününe kadar bir daha bulamazdı
(İbn Arabşah, 1986: 457, 482; es-Seyrafî, 1971, II: 74). İbn Şıhne, Hâfız el-
Harezmî’nin kendisine “Timur’un divanı 800.000 savaşçıyı içeriyor” dediğini
ifade etmektedir (İbn Şıhne, 1873: 218; İbn Hacer, 1994, II: 136). Timur’un,
zamanın ve olayların getirebileceği tüm tecrübeleri görmüş, her türlü şiddeti ve
sıkıntıları yaşamış olan askerleri, dünyayı ve insanları çok iyi tanırlardı. Bu
sebeple her türlü çıkmazın üstesinden nasıl gelineceği çok iyi bilirler, en büyük
olaylar karşısında bile dehşete düşmezler, kısacası hiçbir engel onları
durduramazdı. İbn Arabşah’ın deyimi ile “İneklere yük yükler ve binerler,
hatta eşeklere eyer vurup gem takarak Arap atına binenlerle yarışır ve onları
geçerlerdi” (İbn Arabşah, 1986: 473-474). Timur’un ordusunda bir yandan
merhametsiz ve zalim kişiler, putperest Türkler, ateşperest Acemler ile Müslüman
olmayan kâfir, kâhin, büyücü vesair kimseler bulunurken, diğer yandan
zarif, edepli ve sâlih kişiler, fazilette örnek olmuş kimseler, âlimler, veliler,
Sufîler vesair kişiler de mevcut idi. Ayrıca, büyük ve şiddetli savaşlara katılıp,
erkeklerle başa baş savaşan, cesur erkeklerin yaptığı mızrak ve ok atma gibi
şeyleri yapabilen kadınlar da vardı. Bu kadınlardan hamile olanlar doğum vakti
gelince hemen yolun kenarına çekilip atından inerek, doğumunu yapar ve
çocuğunu alarak diğerlerine yetişirdi. Bu şekilde, seferde doğmuş, büyümüş,
evlenmiş ve çocuğu olmuş ama yerleşik hayata geçmemiş askerleri vardı (İbn
Arabşah, 1986: 476, 479, 481; es-Seyrafî, 1971, II: 75).


Sefer emri çıkardığı zaman öğle vaktinden ikindiye kadar gecikenin kellesini
vuran ve askerleri, sefere çıkıldığı zaman kaç sene sonra geri dönüleceğini
merak eden Timur’un (İbn Arabşah, 1986: 485) “Beş Yıllık Sefer”, “Yedi
Yıllık Sefer” diye adlandırılan seferleri vardır.

Şüphesiz Timur, yaptığı savaşlarda askerî dehasının ve askerî konulardaki bu
titizliğinin meyvelerini toplamaktaydı. Gerçekten de İbn Kâdı Şuhbe, Timur’un,
yaptığı sayısız savaşlarda ne bir kez hezimete uğradığının ne de geri çekildiğinin
kaydedilmiş olduğunu ifade etmektedir (İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 440). Volga
nehrinden, Ganj nehrine, Tanrı dağlarından İzmir ve Şam’a kadar geniş bir alanı
ele geçiren ve Osmanlı Sultanı Bâyezid, Memlûk Sultanı Ferec ve Altın Orda
Hanı Toktamış gibi kimseleri alt eden ve karşısında hiç kimsenin duramadığı
Timur’a haklı olarak “Sultanları ve Melikleri Kahreden Adam (قاهر الملوك
والسلاطين) ”, “Yedi İklimin Sâhib-Kırânı ( صاحب قران الأقاليم السبعة )”, “Denizlerin ve
Karaların Kahramanı ( قهرمان الماء والطين )”, “Meskûn Memleketlerin Sâhibi (مالك
ممالك الرّبع المسكون) ” (İbn Arabşah, 1986: 452; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163; İbn
Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 440) gibi lâkaplar takılmıştır.

Timur’un İlim ve Âlimlere Karşı Olan Tavrı

Okuma-yazması olmayan ama Türkçe, Farsça ve özellikle de Moğolca’yı çok iyi
konuşan Timur (İbn Arabşah, 1986: 455; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn Kâdı
Şuhbe, 1997, IV: 438) ilmi, âlimleri, şeref sâhibi kimseleri çok sever ve onlara
saygıda kusur etmezdi. Bu kimseleri kendisine yakın ve herkesten üstün tutar,
kendileriyle tartışıp görüşlerini alarak herhangi bir konuda doğru yolu bulmaya
çalışır ve onlara faaliyetlerinde yardımcı olurdu (İbn Arabşah, 1986: 454; İbn
Hacer, 1994, II: 229; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163;
İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438; İbn İyâs, 1983, I/2: 710). Sanatında mahir kişilere
tutkun olan Timur, bütün zanaat ve meslek sâhiplerine, yaptığı işin büyüklüğüne
ve küçüklüğüne bakmadan sâhip çıkardı. Bunu yaparken de sadece yapılan işin
faydalı olup olmadığına önem verirdi (İbn Arabşah, 1986: 454; İbn Tagrîbirdî,
1956, XIII: 163; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49). Bu nedenle fethettiği ülke ve şehirlerdeki
âlimleri, erdemli kişileri, meslek ve zanaat sâhiplerini aileleri ile birlikte
başkent Semerkand’a götürür ve sanatlarını orada icra etmeleri için elinden geleni
yapardı. Bu sebeple Semerkand, dönemin en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir
(İbn Arabşah, 1986: 293, 470; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 183; es-Sehavî,
(tarihsiz), III: 48; İbn İyâs, 1983, I/2: 615-616).

Semerkand’da değişik yapı ve farklı dizaynlarda muhteşem saraylar yaptırmış,
bu sarayların içine ve duvarlarına kendisinin portrelerini çizdirmiştir. Bunların
yanında, melikler, emirler, âlimler vesair kişilerle yaptığı sohbetleri, sultanların

kendisinin huzurunda el-pençe durmasını, askerlerini, av ve savaş sahnelerini,
düşmanların hezimetlerini tasvir eden manzaraları da resmettirmiştir. Buralarda
ayrıca hanımları, çocukları ve torunlarının resimlerine de yer verilmiştir. Timur
tüm bu resimleri kendisinden habersiz olanlara kendini tanıtmak ve haşmetini
göstermek amacıyla yaptırmıştır (İbn Arabşah, 1986: 465).

İnşa ettirmiş olduğu bu büyük ve sağlam sarayların etrafına ve Semerkand’ın
muhtelif yerlerine eşsiz bağlar ve bahçeler düzenlettirmiş ve bunların içine en
değerli meyve ağaçlarını diktirmiştir. Timur, bir yere gittiği, bir sefere çıktığı ve
askerleri Semerkand’ı boşalttığı zaman şehir halkının hepsi bu bahçe ve bağlara
gelirlerdi. Çünkü, bunlardan daha harika ve daha güzel piknik ve mesire alanları
yoktu. Bunlara, “İrem Bağı”, “Ziynetü’d-Dünya”, ”Cennetü’l-Firdevs” ve “el-
Cennetü’l-Ulyâ” gibi adlar veren Timur, Semerkand sırtlarında, keşif yolu üzerinde
yaptırdığı geniş bağ içine inşa ettirmiş olduğu saraya “Taht-ı Karaca” ismini
koymuştur. Bir yandan Bağdat, Dımaşk, Halep gibi birçok şehri yerle bir edip
yakan, diğer yandan ise başkenti Semerkand çevresinde oldukça güzel kasaba ve
şehirler yaptıran Timur, bunlara Bağdat, Dımaşk, Şiraz, Sultaniye, Hıms gibi
önemli şehirlerin adını vermiştir (İbn Arabşah, 1986: 465; İbn Kâdı Şuhbe, 1997,
IV: 441-442; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 50).

Bu büyük fatihin tarihe olan sevgisi, anlatılabilecek türden değildi. Meclisinde
devamlı tarih, siyer ve geçmiş hükümdârların hayatını anlatan kitaplar okunurdu.
Bunu bir meleke haline getirmişti ve tekrar tekrar okundukça hoşuna giderdi.
Böylece derin bir tarih bilgisine ulaşmış olan Timur, kendisine tarih
okuyan kimse hata yaptığı zaman bunu hemen fark eder ve düzeltirdi (İbn
Arabşah, 1986: 452, 455; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163; es-Sehavî, (tarihsiz),
III: 49; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438).

Timur’un tarih bilgisini daha iyi anlayabilmek için meşhur tarihçi İbn Haldûn
ile olan görüşmesinin mutlaka incelenmesi gerekmektedir. Timur’un
tarihe olan sevgisinin yanında, şahsiyeti, kabul çadırı ve âdetleri hakkında da
ilginç ve önemli bilgiler yansıtan bu görüşme incelendiğinde, Timur’un,
tarihi ve âlimleri ne kadar sevdiği ve onlara karşı nasıl olumlu bir tavır içerisinde
olduğu açıkça görülecektir. Ancak bu görüşmeyi detaylı bir şekilde
anlatmak çalışmamızın sınırlarını aşacağından dolayı özet olarak aktaracağız:
Tarihe karşı derin bir sevgi duyan Timur, Dımaşk’ı kuşattığı zaman, İbn
Haldûn’un Mısır Sultanı Ferec ile şehre gelmiş olduğunu ve Sultan Mısır’a
döndüğü halde onun hâlâ şehirde bulunduğunu (İbn Haldûn, 1979: 405-408;
İbn Arabşah, 1986: 252; İbn İyâs, 1983, I/2: 609) casusları sayesinde öğrenmiş
ve kendisiyle barış görüşmesine gelen İbn Muflih’e onun şehirde
olup olmadığını sormuş, bunun üzerine de İbn Haldûn Timur’un yanına

gitmiştir. İbn Haldun’u gayet güzel bir şekilde ağırlayan Timur, ona ülkesi
ve tarih ile ilgili ilginç sorular yöneltmiş ve İbn Haldûn da bunları cevaplamıştır.

İbn Haldûn’un vermiş olduğu bazı cevaplarla tatmin olmayan Timur,
o konudaki kendi görüşleri ile İbn Haldun’u şaşırtmıştır. Bu arada aralarında
oldukça samimi bir hava oluşmuş, Timur İbn Haldûn’a karşı oldukça sıcak
davranmış, onun tüm isteklerini yerine getirmiş ve hatta Mısır’a dönmesine
bile izin vermiştir (İbn Haldûn, 1979: 408-425. Bu görüşmenin detayları
için bk. Yüksel, 2001: 98-106). Ele geçirdiği memleketlerdeki alimleri toplayıp
Semerkand’a götüren Timur’un, İbn Haldûn’a Mısır’a dönmesi için izin
vermesi, kanaatimizce kendisinin tarihe olan sevgisinden, İbn Haldun’un
büyük bir tarihçi olmasından ve Timur’u etkilemesinden kaynaklanmaktadır.
Timur’un ilginç bir özelliği daha vardı: Âlimleri toplayarak çözümü yok gibi
görünen problemleri önlerine koyar ve o konuyla ilgili bazı genel şeylerden
bahsederdi ki, orada hazır bulunanlar Timur’un bu ilmi okumuş olduğunu
zannederlerdi. Ardından da âlimlere konuyu tartışmalarını emreder ve sorularıyla
onları sıkıntıya sokardı. Bunu genellikle de fethettiği şehirlerdeki âlimlere,
onlara işkence etmek ve ölümlerine sebep olmak amacıyla yapardı (İbn
Arabşah, 1986: 214, 457; İbn Şıhne, 1873: 213; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 47,
50). 11 Rebî‘yülevvel 803 (30 Ekim 1400) tarihinde Halep şehrini aldığı zaman,
içlerinde İbn Şıhne’nin de bulunduğu âlimler ve kadıları toplayarak yaptırdığı
tartışma Timur’un soruları ile ulemayı sıkıştırmasına çok güzel bir örnektir.
Bu tartışmayı özetle İbn Şıhne’nin kendi ağzından nakledeceğiz: “Bizi
[ulema ve kadıları] çağırttı, huzuruna geldik ve oturmamız emredildi. Kendi
ulemasının ileri geleni el-Mevlâ Abdulcebbar b. Allâme Numaneddin aracılığı
ile bize: ‘Semerkand, Buhara, Herat vesair şehirlerdeki ulemaya sorduğum ve
cevap veremedikleri soruyu soruyorum. Yalnız onlar gibi olmayın! En iyiniz
ve en bilgilinizden başkası bana cevap vermesin ve ne konuştuğunu bilsin.

Çünkü ben âlimlerle çok içli dışlı oldum, onlar hakkında çok bilgim ve dostluğum,
ayrıca da çok eskiye dayanan bir ilim aşkım var!’ dedi. Timur’un sorularıyla
ulemayı sıkıştırdığını duymuştuk ve bunu da onların ölümlerine ve işkence
çekmelerine sebep olmak için yapıyordu. Kadı Şerafeddin Musa el-Ensarî
benim için dedi ki, ‘Bu bizim üstadımız, bu memleketin hocası ve müftüsüdür,
sadece Allah’tan yardım diler, ona sorun’. Bunun üzerine Timur sordu: ‘Dün
sizden ve bizden ölenler oldu, peki hangisi şehittir? Sizden ölenler mi, bizden
ölenler mi?’ Bunun üzerine hepimiz sustuk kaldık ve kendi kendimize ‘Onun
âlimleri sıkıntıya sokuşu işte bu!’ diye söylendik. Herkes susmuştu ki, Allah
bana cevabı hemen gösterdi ve ‘Aynı soru Hz. Muhammed’e de soruldu, ben de
onun gibi cevaplandırırım’ dedim. Timur bana dönerek, Abdulcebbar’a ‘Bu

adam benim sözümle alay mı ediyor? Peygamber Efendimize sorulan soru ve
onun cevabı nedir?’ dedi. Ben de ‘Peygamber Efendimize ‘Ya Resûlullah birisi
samimi inançla, biri cesaretle, öteki ise gösteriş için savaşıyor; hangimiz Allah
yolundayız? diye sordular. Resulullah da ‘Kim Allah lafzını yüceltmek için savaşırsa
o şehittir’ diye cevapladı dedim ve ‘Dün sizden ve bizden kim Allah lafzını
yüceltmek için savaştı ve öldüyse o şehittir’ diye ekledim. Bunun üzerine Timur
‘güzel, güzel’, Abdulcebbar da ‘Ne güzel dedin’ dedi... ve Timur’dan sorular,
bizden de cevaplar arka arkaya geldi. Kendisinin son sorusu ‘Hz. Ali, Muaviye
ve Yezid hakkında ne diyorsunuz?’ şeklinde oldu. Kadı Alemuddin el-Kufsî,
‘Üçü de müçtehiddir’ deyince Timur çok kızdı ve ‘Haklı olan Hz. Ali’dir,
Muaviye zalim, Yezid ise fasıktır. Siz Halepliler Dımaşk ehline tabisiniz. Onlar
Yezidîdirler ve Hz. Hüseyin’i katletmişlerdir’ dedi...” (İbn Şıhne, 1873: 213-215;
İbn Arabşah, 1986: 214-216). Es-Sehavî de bu konuyla ilgili olarak şunları
söylüyor: “Timur Halep’te, kaleyi de alınca ulemayı toplayıp onlara eziyet etmek
için Muaviye ve Yezid hakkında ne düşündüklerini sordu. Kadı Alemuddin el-
Kufsî de ‘Hz. Ali içtihat etti iki sevap aldı, Muaviye içtihat etti ama içtihadında
yanıldı bir sevap aldı’ diye cevap verince, Timur çok kızdı. Musa el-Ensarî eşŞafiî
de ‘Muaviye’ye lanet caiz değildir, çünkü o sahabedir’ dediğinde de Timur
‘Sahabe kime denir?’ diye sordu. O da ‘Hz. Muhammed’i görene denir’ diyerek
cevap verdi ve bunun üzerine Timur, ‘Yahudi ve Hıristiyanlar da onu gördüler,
peki onlar da mı sahabe?’ diye sordu. Kadı Şerafeddin de ‘Müslüman olması
gerekir’ diyerek, ‘Bazı kitapların haşiyesinde Yezid’in lânetlenmesinin caiz olduğunu
gördüğünü’ ekledi ama Timur yine kızdı...” (es-Sehavî, (tarihsiz), III:
47). Hz. Ali, Muaviye ve Yezid konusunu Dımaşk’ta da tartıştıran Timur’un
Dımaşk âlimlerine sorduğu diğer bir soru ise ‘İlim derecesi mi yüksek, mezhep
derecesi mi’ idi (İbn Arabşah, 1986: 261, 263).

İbn İyâs ise Timur’un âlimleri sevdiğini ve kendine yaklaştırdığını, sonra da
onları çok kötü bir şekilde öldürdüğünü, Bağdat ulemasından sayılamayacak
kadar çoğunu ve Mısır âlimlerinden de büyük bir sayıyı katlettiğini söylüyor
ve “Kadı’l-kudat Sadreddin el-Munavî’yi bir çuvala koyarak Zap suyunda
boğdu” diyerek15 buna örnek vermiştir (İbn İyâs, 1983, I/2: 710).

Kanaatimize göre, Timur’un âlimleri soruları ile sıkıştırdığı ve baskı altına
aldığı doğrudur. Çünkü Timur, Sünni İslâm inancına sâhip olmasına ve İran’da
Sünni politikalar izlemesine rağmen, vermiş olduğumuz örneklerden de anlaşılacağı
üzere Dımaşk ve Halep’teki âlimlerle yaptığı tartışmalarda sanki ateşli
bir Hz. Ali taraftarı gibi davranmış ve âlimleri de birer Yezid taraftarı oldukları
havasına sokarak onları azarlamak ve onlara kızmak sureti ile kendilerine sıkıntılı
anlar yaşatmıştır. Ama her ne kadar bazı Arap kaynaklarında Timur’un

âlimleri öldürdüğü ifade edilse de, daha önce de belirttiğimiz gibi, Timur’un
fethettiği ülke ve şehirlerdeki âlim ve sanatkarları toplayıp Semerkand’a götürerek
ilim ve sanatlarını orada icra etmeleri için kendilerine her türlü imkanı
sağlamış olması, kendisinin âlimlere verdiği değerin bir göstergesidir. İbn
Arabşah’ın isimlerini zikrettiği Timur’un seçkin devlet adamları, âlimleri ve
sanatkarları onun, çevresinde büyük âlimler olduğunun ve onlara değer verdiğinin
bir kanıtıdır. İbn Arabşah’ın Timur’un çevresindeki alim ve sanatçıların
isimleri ve özellikleri hakkında yazmış olduğu satırları aktarmakta yarar vardır:
“Emirleri ve vezirleri: Bunlar sayılamayacak kadar çoktur. En önemlileri bu
kitapta adı geçmiş olanlardır [İbn Arabşah burda daha önce adları geçen Süleyman
Şah, Kumarî, Seyfeddin, Allah Dad, Şah Melik ve Şeyh Nureddin gibi
kişileri kast ediyor] ve Timur, yetiştirmiş olduğu 3. kuşak emir ve vezirleri
döneminde ölmüştür.

Kâtipleri: el-Hâce Mahmud b. eş-Şehâb el-Herevî, Mesud el-Simnânî,
Muhammed es-Sağrıcı, Taceddin es-Selmânî, Alâ’uddevle, Ahmed et-
Tusî ve diğerleri.

Sır Kâtibi: Kalemi, Timur’un kılıcından keskin olan, zamanının kadısı ve Arap-
Fars dünyasının en faziletlisi Mevlâna Şemseddin.

İmamı: Abdulcebbâr b. en-Numan el-Mutezilî.

Memleketin önde gelen alimlerinden: Mevlâna Kutbeddin, Hâce Abdulmelik
ve amcasının oğlu Hâce Abdulevvel ve diğerleri.

Tarih ve kıssa okuyucusu: Mevlâna Ubeyd.

Fakihleri: (Semerkand’ı istilâ ettiği günlerden) Mevlâna Abdulmelik; el-
Hidâye müellifinin evlâtlarından olan bu zat aynı anda hem ders okutur, hem
satranç ve tavla oynar hem de şiir yazardı. Numaneddin el-Hârezmî; daha önce
adı geçen Abdulcebbar’ın babası olan bu zata II. Numan (Ebu Hanife) denirdi
ve âmâ idi. Hâce Abdulevvel; bu kişi Mevlâna Abdulmelik’in amcasının oğlu
idi ve amcasının oğlundan sonra Mâverâünnehr’de riyaset kendisine geçmişti.
Abdulmelik’in oğlu Mevlâna İsâmeddin b. Abdulmelik.

Muhakkikleri: Sadeddin et-Taftâzânî, Seyyid Şerif Muhammed el-Curcanî.
Muhaddisleri: Timur Suriye’ye gelmeden önce Suriye’den Mısır’a, oradan da Anadolu’ya
kaçan ve Timur tarafından Anadolu’dan getirilen Şeyh Şemseddin Muhammed
b. el-Cezerî ve Kur’ân-ı Kerim’i 100 ciltlik bir eserde tefsir etmiş olan büyük
alim, müfessir, muhaddis ve hâfız olan Muhammed el-Zâhid el-Buhârî.
Kıraat âlimleri: Yukarıda adı geçen el-Cezerî ve el-Buharî ile Mevlâna
Fahreddin.


Ses ve kıraat yönüyle çok güzel Kur’an okuyucuları ve hâfızları: Abdullatif el-
Dâmganî, Mevlâna Eseduddin, eş-Şerif el-Hâfız el-Hüseynî, Mahmud el-
Mıhrık el-Harezmî, Cemaleddin Ahmed el-Harezmî, Abdulkadir el-Meragî; bu
zat musıkî ilminde de üstad idi.

Vaiz ve kelamcıları: Mevlâna Ahmed b. Şemsu’l-E’imme es-Serâî; ona Arap,
Fars ve Türk kelamcılarının şahı denilirdi ve devrinin en önemli bilim adamıydı.
Mevlâna Ahmed el-Tırmızî ve Mevlâna Mansur el-Kağanî.

Hattatları: es-Seyyid el-Hattat b. Bendegir, daha önce adı geçen Abdulkadir,
Taceddin el-Selmânî ve diğerleri.

Müneccimleri: Bazıları vardı ki, çok meşhur ve yetenekli idiler ama Mevlâna
Ahmed’den başkasının ismini hatırlamıyorum. Bu kişi hem tabip, hem bakırcı
hem de müstehric idi ve bana ‘Ben 200 senelik zîc cetveli çıkardım’ dedi. Aramızda
geçen bu konuşma 808 (1405-1406) senesinde olmuştu.

Kuyumcuları: el-Hâc Ali eş-Şirâzî, el-Hâc Muhammed el-Hâfız eş-Şirâzî ve
diğerleri.

Oymacıları: Bunlar geniş bir topluluk ve en iyileri Altun idi; sanatında bir
harikaydı. Yüzük taşlarını nakşeder ve yeşim ile akiği yakuttan daha güzel bir
şekilde oyardı.

Satranççıları: [Bunları Timur’un satranca karşı olan sevgisini anlatırken aktaracağız].

Mutribleri: Daha önce adı geçen Abdulkadir el-Meragî, oğlu Safiyüddin, damadı
Nesrin, Kutb el-Mevâsılî, Erdeşir el-Cenkî ve diğerleri.

Nakkaşları: Çok kişi vardı. En üstünleri Abdulhayy el-Bağdadî idi ve sanatında
çok mahirdi.

Cam ve bakır nakışçıları: Bunlar sayılamayacak kadar çok ve her biri kendi
döneminin en iyisi ve harikası idiler.

Bu kişilerin hepsi de üstün vasıflı kimselerdi ve yetenekleri anlatılmakla bitmezdi.
Burada yazmış olduklarım tanıdıklarımdan isimlerini hatırlamış olduklarımdır.
Öte yandan tanımadığım veya tanıyıp da isimlerini hatırlayamadığım
kişiler de sayılamayacak kadar çoktu” (İbn Arabşah, 1986: 466-470).

Yukarıda ismi geçen, dönemin en üstün ilim ve sanat adamlarının Timur’un
hizmetinde olmalarına bakarak Timur’un gerçekten ilimi, sanatı ve bunlarla
uğraşan kimseleri sevdiği ve onları koruyup gözettiği rahatlıkla söylenebilir.


Timur’un Hâkimiyet Anlayışı

Yüce bir himmete sâhip, mülk ve saltanata karşı da büyük bir hırsı olan Timur,
adamlarının anlattığına göre daha koyun çalıp yol kestiği, adamlarının ve
techizâtının çok az olduğu günlerde bile yeryüzündeki bütün melikleri öldürmek
ve dünyanın hükümdârlığını ele geçirmek istiyordu. Bu yüzden adamları
da kendisini ahmak ve aklı kıt olarak değerlendiriyorlardı (İbn Arabşah, 1986:
42; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 256; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 50). Ama bu,
kendisinin ahmak yada aklının kıt olmasından değil, aksine karakterindeki
liderlik vasfından ileri geliyordu. Çünkü, Türk-Moğol kültüründe yetişmiş bir
liderin, kısaca “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar olan her yerin hâkimi
olmak” olarak tanımlanan Türk Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi’nden, “Gök
yüzünde tek bir güneş varken yeryüzünde nasıl iki hâkim olabilir” inancından
habersiz olması ve bunlarla çelişen bir hükümdârlık kurmak istemesi
düşünülemezdi. Böyle yanlış bir düşüncenin ortaya çıkmasına da asla meydan
vermemiş olan Timur, Suriye’ye sefere çıktığı zaman Halep’e yolladığı ve
Mısır sultanının elinde esir bulunan yakını ve emiri Atlamış’ı istediği mektubunda
da “Kendisinin dünyadaki tek hükümdâr olduğunu, dünyadaki diğer
meliklerin kendisine itaat etmesi gerektiğini” söylemiş ve Mısır sultanına “Diğer
melikler benim hizmetçimdir, siyaset onların işi değildir, Çerkesler siyasetten
ne anlar?” demişti (İbn Arabşah, 1986: 198).

Böyle mutlak bir hâkimiyet anlayışına sâhip olan ve bunu fiilen de uygulayan
Timur, ne yazık ki, meşru bir hükümdâr değildi. Ama Çağatay soyundan gelen
bir sultan adına ülkeyi yönetiyor, bütün karar ve emirleri kendisi veriyordu (el-
Makrîzî, 1997, VI: 52; İbn Hacer, 1994, II: 226; es-Seyrafî, 1970, I: 457;
1971, II: 31; İbn Arabşah, 1986: 56-7). Daha önce de belirtildiği, Çağatay
soyundan gelen Suyurgatmış’ı tahta oturtarak kendisi sadece “el-Emir el-
Kebir” lakabı ile yönetimi ele almış ve idarenin mutlak hâkimi olmuştu. İbn
Arabşah’ın deyimi ile Suyurgatmış onun yanında “Çamura batmış eşek” gibiydi
(İbn Arabşah, 1986: 57). Timur, her türlü imkan ve güç elinde olmasına
rağmen Çağatay soyundan gelen birisini neden tahta oturtmak ve onun adına
ülkeyi idare etmek ihtiyacı hissetmişti? Bu sorunun cevabı Çağataylıların hâkim
olduğu o bölgede, Cengiz soyuna olan bağlılığın tartışılamaz olmasında ve
hükümdâr olabilmek için mutlaka Cengiz Han’ın soyundan gelmenin şart
olmasında yatmaktadır. Bu durum, dönemin Arap tarihçilerinin de dikkatini
çekmiştir. Nitekim İbn Arabşah da Cengiz Han’ın soyunun “Türklerin
Kureyş’i” olduğunu, kimsenin onlardan önde gelmeye gücünün yetmediğini
ve onların elinden bu itibarı alamayacağını söyledikten sonra, “Eğer birinin
buna gücü yetebilseydi bu kişi tüm bu memleketleri fetheden ve tüm yolları

deneyen Timur olurdu” demektedir (İbn Arabşah, 1986: 56-57). Bu sebeple de
hem Türk-Moğol gelenekleri ve hem de İslâm kültürü içinde yetişmiş bir Müslüman
olan Timur için Cengiz Han kanunları şeriattan önce gelmekteydi. Timur
bu kanunları esas alır ve siyasî işlerini onların üzerine bina ederdi. Yani
Cengiz kanunları Timur için “İslâm fıkhı ve Hz. Peygamberin yolu gibi” idi.

Bundan dolayı Müslüman ülkelerdeki birçok âlim Timur’un, şeriatça küfür
sayılan bu kanunlara uygun davranışlarına fetva vermişler ya da vermek zorunda
kalmışlardır (İbn Arabşah, 1986: 455; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438-
439; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49). Bu konuda İbn Arabşah ile İbn Kâdı Şuhbe,
“Şeyh Hafızuddin Muhammed el-Bezzâzî ve Alâeddin el-Buharî gibi birçok
âlimin, Timur’u ve Cengiz kanunlarını İslâm’a üstün tutan bu kişileri tekfir
ettiklerini” ifade etmektedirler (İbn Arabşah, 1986: 455; İbn Kâdı Şuhbe,
1997, IV: 439). Fakat, Timur’un Müslüman olmadığını, İslâm dinine tamamen
karşı olduğunu söylemek de imkansızdır. Çünkü, Timur’un Müslüman olduğu
şüphe götürmemekteydi. Din büyüklerine saygıda kusur etmez, âlimlerle dinî
konularda sohbet eder, onların görüşlerini alır ve onlarla beraber namaz kılardı.

Kendisi daha ilk yıllarında bile Horasan’ın meşhur şeyhlerinden olan
Şemseddin Fahurî16’yi ziyaret etmeye giderek, kendisine bir keçi hediye götürmüştür.
Şeyh Fahurî’nin huzurunda diz çöküp edeple oturan Timur, arzu
ettiği şeyler için Şeyh’ten dua etmesini istemiş, Şeyh de bu isteğini kabul ederek
Timur için dua etmiştir (İbn Arabşah, 1986: 70-71, İbn Hacer, 1998, I:
17). Hatta, İbn Kâdı Şuhbe’ye göre tüm azametine rağmen Timur, Allah’tan
başkasından korkmayan ve çok sert bir kişi olan Hoca Abdulevvel’den çekinirdi.
Abdulevvel sohbet sırasında kendisine “Hayır, ya Emir! Sen sus, ben
konuşacağım!” bile derdi. Yine bir gün Timur “Zekat nasıl verilir?” diye sorduğunda,
Abdulevvel “Sana zekat vermek düşmez, çünkü sana farz olan şey,
gasp etmiş olduğun haram malları sâhiplerine geri vermendir. Herkese hakkını
geri verince sana hiçbir şey kalmaz ve fakir olursun. Böylece sana, zekat almak
ve insanlara el açmak caiz olur” diye cevap verince, Timur hiç bir cevap verememişti
(İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 442). Yani, Timur için her ne kadar
Cengiz yasaları, İslâm yasalarından, diğer bir deyişle şeriattan daha önce gelse
de Timur tamamen Müslümanlıktan uzak bir kişi değildi. Din adamlarına saygıda
kusur etmez ve onların nasihatlerini dinlerdi. Ama bir yandan da İslâm
dinini kendi siyasî amaçları için iyi bir şekilde kullanır ve yaptıklarına dinî bir
meşruluk verirdi.

Dünyadaki tek hükümdârın kendisi olduğuna inanan ve bu uğurda büyük mücadeleler
veren Timur’un haşmeti ve çevre memleketlerdeki meliklerden gördüğü
saygının göstergesini ifade eden İbn Arabşah’ın şu cümleleri oldukça

ilginçtir: “Şirvan hâkimi İbrahim, Horasan sâhibi Muhammed et-Tusî, Kirman
hâkimi Şahoğlu Yakub, Isfendiyar er-Rumî, Karamanoğlu, Menteşeoğlu, Erzincan
sâhibi Taharten, Fars, Azerbaycan, Deşt, Moğolistan ve Türkistan melikleri,
Bedehşan, Mazenderan ve Meracih merzubanları (bu bölgelerde yöneticilere
verilen bir unvan) gibi bölge memleketlerinin melikleri ve çevredeki
sultanlar; kısacası İran ile Turan melikleri ve sultanları, her ne kadar kendi
adlarına müstakil olarak hutbe okutup sikke bastırsalar ve otoriteyi ellerinde
bulundursalar da, Timur’a itaat ettiklerini göstermek için gelirler ve daha gözleri
onun çadırına çarpar çarpmaz, edeple kulluk ve hizmet eşiklerinde oturup
oradan kendisine geldiklerini bildirirlerdi. Timur onlardan birisini huzuruna
istediği zaman hizmetçilerinden birini yollar, bu hizmetçi hemen haberci gibi
koşar ve istenilen kimseyi uzaktan ismiyle çağırırdı. O kişi de oturduğu yerden
hızla ‘buyrun efendim, buyrun efendim’ deyip yerinden kalkar ve Timur’a
doğru koşar, başını itaatle eğer ve kulaklarını huşu ile açardı. Timur kendisini
davet etmiş ve önem vermiş diye bununla akranları arasında iftihar ederdi”
(İbn Arabşah, 1986: 462-463).

İbn Arabşah konu ile ilgili ayrıca şu cümlelere de yer vermektedir: “Timur’un
adamlarından birkaçı tavla oynarlarken, bir ara zarların kaç geldiği üzerine ihtilâfa
düşerler ve bir tanesi: ‘Timur’un başı üzerine yemin ederim ki, zarlar şöyle şöyle
geldi’ der. Bunun üzerine sanki Hz. Yahya’yı kesmiş, veya Hz. Zekeriya’yı parçalamış,
yada Hz. Muhammed’i inkar etmiş, veyahut Hz. Musa’yı Hz. Adem’in
önüne geçirmiş gibi karşısındaki rakibi kendisine bir tokat vurur ve ‘Ey zinakar
kadın çocuğu! Sen sınırı öyle bir aştın ki! Nasıl olur da Emir Timur’u ağzınla ve
dilinle telâffuz edersin? Sana, yüzünü onun bastığı toprağa sürmek bile düşmez!
Hangi cüretle onun başına yemin ediyorsun? Senin ve benim gibiler onun adını
ağzımıza bile alamayız. O; Keyhüsrev, Keykavus, ve Keykubad gibi, Doğuya ve
Batıya hükmetmiş kişilerden daha büyüktür. O; Buhtunnasr ve Şeddad’dan daha
ihtişamlıdır’ der” (İbn Arabşah, 1986: 463).

Kendisinin yetiştirmiş olduğu 3. kuşak emir, devlet adamları ve vezirlerinin
döneminde ölen Timur, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere gerçekten
büyük bir hükümdârdı. Kendisine bağlı askerler, emirler, melikler ve etrafındaki
devlet büyüklerinden şanına layık bir hürmet görmekteydi. Timur ölünce
inzivaya çekilerek bir daha yazmayan, sır katibi ve zamanının kadısı olan
Mevlâna Şemseddin’in kendisine sorulan, “İnsanlar gülüyor sen niye
sevinmiyorsun?” sorusu üzerine verdiği, “Benim kıymetimi bilen öldü, ben de
yeni yetmelerin hizmetinde saygınlığımı yitirmeyeceğim” (İbn Arabşah, 1986:
466-467) cevabı da kendisine duyulan saygının derecesini göstermektedir.


Timur’un Günlük Hayatı

Arap kaynaklarında, Timur’un günlük hayatını bütün boyutlarıyla ortaya koyan
ayrıntılar olmamakla birlikte aile içi ilişkilerden eğlenceye kadar bazı ipuçları
bulmak mümkündür. Bu kaynaklar Timur’un şaka, mizah, eğlence, müzik
ve şiirden hoşlanmadığını ve bunlarla ilgilenenleri de sevmediğini belirtirken,
güzel sesten ve şarap içmekten çok hoşlandığını ifade etmektedirler (İbn
Arabşah, 1986: 178, 451, 454; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 162-163; İbn Kâdı
Şuhbe, 1997, IV: 438; es-Sehavî, (tarihsiz) III: 49). Ama, aynı Timur’un, 807
(1404-1405) yılında Semerkand’a döndüğü zaman torunu Uluğ Beg’in düğünündeki
tavrına baktığımızda, durum çok farklıdır: Timur o gün, şehir halkına
Semerkand’ı süslemelerini emrediyor, herkese ihsanda bulunup cezaları kaldırıyor,
kılıç kullanmayı yasaklıyor, zulmü men ediyor ve muhteşem bir düğün
hazırlığı yaptırıyordu. Herkese en güzel elbiselerini giyip “Gül” adlı cennet
bahçeleri kadar güzel olan bahçeye gelmelerini emrediyor, kendisi de en zarif
elbisesi ile halkın arasına çıkıyordu. Tüm melikleri, emirleri, âyanları vesair
kimseleri çağırarak kendi eli ile onlara su ikram edip, hulle giydiriyor ve kendilerine
ihsanda bulunuyordu. Oradaki herkesi kardeşi ve çocukları yerine koyuyordu.
Ayrıca, haram olan her şey o gün helâl kılınmıştı. Yani ziyafette her
türlü yiyecek ve içecek bulunmakta ve o gün orada ney, çenk, kanun, ud, raks,
şiir, şarkı ile sınırsız eğlence serbest idi. Düğün esnasında erkekler Timur’un
sağ tarafında, kadınlar ise sol tarafında oturuyor, gelinin üzerine altın ve mücevherler
atılıyordu. Melikler ve eşleri geline inciler, mücevherler ve değerli
taşlar takıyorlardı. Kadınlar, özellikle bu tür toplantılarda örtünmüyorlar ve
erkeklerden kaçınmıyorlardı (İbn Arabşah, 1986: 373-377). Düşmanlarına
merhamet göstermeyen, kendisine muhalefet edenin göz yaşlarına bakmayan,
birçok şehri yerle bir edip sayısız kişiyi öldüren, herkese karşı olan ciddî tavrından
taviz vermeyen ve eğlence ile şiiri sevmeyen Timur, bu düğün sırasında
ise eşşiz bir tavır içerisindeydi. Bu da yeri ve zamanı gelince Timur’un eğlenceye
sıcak baktığının ve hoşgörüyü esirgemediğinin bir göstergesidir. Bu tavrı
genellikle ailesi ile ilgili durumlarda göstermesi, kendisinn ailesine olan sevgisini
ve bağlılığını da ortaya koymaktadır. Timur, torunu Muhammed Sultan’a
ayrı bir sevgi beslemekteydi ve bu yüzden de onu kendisine veliaht edinmişti.
Bâyezid’e karşı kazandığı zaferden hemen sonra çok sevdiği torunu Muhammed
Sultan’ın, Anadolu’da ölmesi onu çok üzmüş ve kazanmış olduğu zaferin
sevinci derin bir hüzne dönüşmüştür. Bu nedenle 807 (1404-1405) senesinin
başlarında Semerkand’a dönerken şehir halkına ta’ziye kıyafetlerini giyip Timur’u
karşılamaları emredilmiş ve Semerkand’da bulunan en yüksek ve en
aşağı tabakadan herkes baştan aşağı siyah elbiseleri ile kendisini karşılayarak
ta’ziyelerini bildirmişlerdir. Torununu, Semerkand’da yaptırmış olduğu medresesine
defneden ve onun kardeşi Pir Muhammed’i veliaht ilân eden Timur’un
kendisi de öldüğü zaman, bir diğer torunu Halil Sultan tarafından,
Muhammed Sultan’ın medresesine defnedilmiştir (İbn Arabşah, 1986: 408;
İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 425, 436-437; İbn Hacer, 1994, II: 268).
Eğlenceye çok fazla meyli olmayan Timur satranç oynamayı çok severdi.
Çünkü satranç onun için bir eğlence değil, aksine düşünme kabiliyetini geliştiren
bir araç idi. Ayrıca çok sinirlendiği zamanlarda da bu oyunu oynayarak
rahatlardı. Satrancı mükemmel bir şekilde oynadığı için çok az kimsenin kendisiyle
satranç oynamaya cesaret edebildiği Timur, normal satranç ile oynamayı
aşmış ve büyük satrançla oynamaya başlamıştı. Yani satranç tahtasını onaonbire
çıkarmış ve taşlara iki deve, iki zürafa, iki boğa, iki aslan, iki debbâbe,17
iki öncü, bir vezir, bir gözcü ve diğer bazı taşları eklemiştir (İbn Arabşah,
1986: 454, 461, 469; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII:
163; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438; İbn İyâs, 1983, I/2: 710). Timur’un oynadığı
büyük satrancın tahtası ve taşların dizilişini İbn Arabşah’a göre metnin
sonundaki Tablo I ve Tablo II’de gösterdik.

Timur’un satranççıları arasında Muhammed b. el-Akîl el-Haymî, Zeyneddin
el-Yezdî ve başka kimseler vardı. Ama santrançılarının pîri aynı zamanda fakih
ve muhaddis olan Alâeddin et-Tebrizî idi. O, Zeyneddin el-Yezdî’ye karşı bir
piyon eksikle, Muhammed b. el-Akîl el-Haymî’ye karşı da bir at düşürerek
oynar ve ikisini de yenerdi. Et-Tebrizî hamlelerini yapmadan önce, hiç kimse
onun ne düşündüğünü ve oyununun ne olduğunu kestiremezdi. Alâeddin et-
Tebrizî ile büyük satranç oynayan Timur’un, satranç oyununun konumları ile
hamleleri hakkında da şerhleri vardır. İbn Arabşah, Timur ile Alâeddin et-
Tebrizi’nin yanlarında ayrıca bir yuvarlak bir de uzun satranç gördüğünü ifade
etmektedir (İbn Arabşah, 1986: 468-469). Yine bir gün çok sevdiği bu oyunu
oynarken rakibine “Şah-Ruh” yaptığı sırada Timur’a iki müjde getirilmiş: Bunlardan
birincisi bir erkek çocuk sâhibi olduğu, ikincisi de Ceyhun nehrinin Hıta
tarafındaki kıyısına inşaa ettirmekte olduğu şehrin tamamlandığı idi. Bunun üzerine
Timur oğluna “Şahruh”, şehre ise “Şahruhiyye” adını vermiştir (İbn Kâdı
Şuhbe, 1997, IV: 441). Oğlunun ismini satrançtaki bir hamlenin adını verecek
kadar bu oyunu seven, Doğu ve Batı’daki tüm bölgeleri fetheden ve her sultanı
yenen Timur’un karşısında her şah, ister gerçek anlamda isterse de satranç oyununda
olsun, mat idi. Timur, böyle bir kişi olmasına rağmen Alâeddin et-
Tebrizî’ye: “Sen satranç sanatında teksin ve üzerine kimse yoktur; tıpkı benim
siyaset sahasında tek olduğum gibi” diyordu (İbn Arabşah, 1986: 468).
Haşlanmış et yemeyi sevdiği ve misafirlerine de ikram ettiği ifade edilen Timur,
bulunduğu mecliste gasp, saldırı, tecavüz ve kan dökmekle ilgili sözlerin dile
getirilmesine ve küfür edilmesine asla izin vermezdi ve orada sadece yönetim ile ilgili
tedbirler görüşülürdü (İbn Şıhne, 1873: 226; İbn Arabşah, 1986: 451, 454; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 438). Timur tabiplerin ve
müneccimlerin sözüne itimat eder ve müneccimlere danışmadan asla hareket
etmezdi. Biri Fazlullah diğeri de Suriye’deki tabiplerin reisi olan ve sürekli taş macunlarını
kullanan Cemaleddin adındaki iki meşhur tabibi olduğunu zikreden İbn
Arabşah, müneccimlerinin adını hatırlamadığını ifade etmektedir (İbn Arabşah,
1986: 454, 467; İbn Tagrîbirdî, 1956, XIII: 163; İbn Şıhne, 1873: 216-217).
Atlar hakkında gerçekten büyük bir bilgiye sâhip olan Timur, atları nişanlarından
tanıyarak bir bakışta onların iyisini ve kötüsünü ayırt edebilirdi. Daha gençlik
yıllarında bile atlar hakkındaki bu geniş bilgisiyle meşhur olan Timur, yol kesip
suç işlemeye devam ettiği ve sıkıntı çektiği günlerden birinde, Herat sultanı Hüseyin’in
atına bir şeyler olduğu zaman, kendisinin bu konudaki şöhretini duyan
sultanın seyisi tarafından Semerkand’a çağırtılmış ve seyisin hizmetine girmişti.
Kısa bir süre sonra da seyis ölünce Sultan, seyisin yerine Timur’u atamış ve kendisinin
beğenisini kazanınca da onu kız kardeşiyle evlendirmişti (İbn Arabşah,
1986: 44; İbn Hacer, 1998, I: 18; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 256).

Kaynaklara bakıldığında Timur’un nasıl avlandığı hakkında şu bilgilerle karşılaşılır:
Timur avlanmak istediği zaman âdeti olduğu üzere adamlarını gruplar
halinde sağa sola, avlanılacak bölgenin her tarafına gönderir ve adamları etrafa
yayılarak av hayvanlarını abluka altına alırlardı. Daha sonra bu abluka her
yandan daraltılarak hayvanlar ortada bir yerde toplanır; tüm bunlar yapılana
kadar da kesinlikle hiç kimse ne bir ok, ne bir mızrak atabilir, ne de herhangi
bir hamlede bulunabilirdi. Hayvanlar üzerlerine gelen insanların çokluğundan
dolayı kaçmak için herhangi bir yer bulamazlar ve orta yerde sıkışıp kalırlardı.
Tam bu sırada Timur adamlarına tef, zurna ve flüt çalmalarını emreder, bunun
üzerine hayvanlar güçten kesilir ve oldukları yerde donup kalırlardı. Tüm bunlardan
sonra Timur kendi çocukları, torunları ve çevresindeki emirlerin çocuklarına
bu hayvanlara ok atmalarını söyleyerek onları izlerdi; böylece onlara
cesaret aşılardı. En sonunda da adamlarının avlanmasına izin verirdi. İbn
Arabşah bir keresinde, herkes avlanırken Timur’un kendi kendine;
Diğer sultanların avı tilkiler ve tavşanlardır,
Ben (atıma) bindiğim zaman benim avım kahramanlardır
mısrasını söylendiğini belirtmektedir (İbn Arabşah, 1986: 463-464).


Arap Kaynaklarında Timur İle İlgili Olan Menfî Düşünceler

Timur’un çağdaşı olan Arap tarihçilerinin kendisi hakkında yazmış oldukları,
sadece yukarıda anlatılanlar ile sınırlı değildir. Çünkü, Timur’un o dönemdeki
Türk ve İslâm dünyasının rakip iki büyük devletinden birisi olan Timurluların
başında bulunması ve bu tarihçilerin de diğer devlet Memlûklere bağlı tarihçiler
olması dolayısıyla eserlerinde Timur hakkında doğru yada yanlış birçok
menfî kayıtlara da yer vermişlerdir. Bu bölümde, Timur hakkında yazılmış
olan bu menfî düşünceleri, doğru veya yanlış olmalarını sorgulamadan olduğu
gibi aktaracağız:

Arap kaynaklarında Timur, kullarının günahlarından dolayı ülkeleri ele geçirsin
ve onları öldürsün diye hicrî VIII. yüzyılda Allah tarafından yollanan,
karanlık bir gece gibi gelen ve kimsenin anlam veremediği bir fitne olarak
görülür (İbn Arabşah, 1986: 37; İbn İyâs, 1983, I/2: 709). Ayrıca Timur’dan,
doğuda ve batıda fitneyi canlandırmış olan kişi, fasıkların başı, topal ve deccal
bir kimse olarak bahsedilir. Onun karşısında en akıllı ve en zeki kişiler ne yapacağını
şaşırır, en sabırlı kimseler bile dehşete kapılır, en aziz insanlar da zelîl
olurdu. Dünya onu kabul etmiş, o da yeryüzüne hâkim olarak fesat çıkarmış,
canlı cansız her şeyi yok etmiş ve kendisinin tugyan kılıcı bütün yeryüzünü
pisliğe boğmuştur. İbn Arabşah’a göre Timur, şeytanın insan vücudunda dolaştığı
gibi, bu dünyada dolaşıyor, ülkeleri istilâ ediyor ve bedenleri zehirliyordu.
Coşkun bir sel gibi olan ve önünde hiç kimsenin duramadığı askerleri de kendisinin
şerrini her tarafa yayıyorlardı (İbn Arabşah, 1986: 38, 113, 115).

Timur koyun çalarken bir çoban tarafından vurularak Herat sultanına götürüldüğünde,
Sultan Hüseyin onun çarmıha gerilmesini emretmiştir. Sultan’ın oğlu
Timur’un kendisine bağışlanmasını babasından isteyince, Sultan Hüseyin: “Bu
Çağataylı haramî fesat kaynağıdır, eğer sağ kalırsa insanları ve ülkeleri helâk
eder” demiştir (İbn Arabşah, 1986: 48-50). Timur yarası iyileştikten sonra,
âdeti olduğu üzere suç işlemeye geri dönmüş; ama bu sefer fesadı, şerri ve
insanlara olan kızgınlığı iyice artmış, Allah’ı zikretmekten uzaklaşarak şeytanlar
ile arkadaş olmuştur. Allah’ın kendisine yolladığı, ne dini ne de dünyaları
olan Abbas, Kumarî, Süleyman Şah, İdigu Timur ve Cakü Seyfeddin gibi 40
adamla yol kesip suç işlemeye devam etmiştir (İbn Arabşah, 1986: 42; İbn
Tagrîbirdî, 1956, XII: 255; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429).

İçindeki şer ve fesadı dışına hiç belli etmeyen Timur, aynı zamanda cesur bir despot,
kan dökücü bir zalim, ahlâksız bir sahtekâr, kurnazların en kurnazı, belâların en belâsıydı.
Oldukça gaddar ve sebepsiz yere işkence eden bir kimseydi (İbn Arabşah,
1986: 110, 178, 128, 193, 200, 391; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 218, 254; XIII: 160;
es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49; İbn İyâs, 1983, I/2: 659, 710; İbn Kâdı Şuhbe, 1977, I:

512; İbn el-Furât, 1936, IX/1: 348-349, 381; İbn Hacer, 1994, II: 299). Saltanatı
boyunca Allah’tan başka hiç kimsenin sayamayacağı kadar çok insan öldürmüş ve
sayılamayacak kadar şehri de yok etmiştir. Kaynakların ifadesine göre, Timur kâfirleri
bırakıp Müslümanlar ile savaşmaya hayrandı. Anadolu ve Hindistan’da yaptıkları
bunun en güzel kanıtıydı (es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49-50; İbn Hacer, 1994, II:
299; el-Makrîzî, 1997, VI: 168). Ayrıca, fethettiği ülkelerde Müslümanların kafasının
kesilip kendisine getirilmesini istemeyi de âdet haline getirmişti (İbn Şıhne, 1873:
225). Nitekim, İbn Kâdı Şuhbe Timur’u “Müfsidlerin reisi, Müslüman ülkelerini
tahrip eden ve Müslümanların kanını akıtan” diye tanımlamaktadır (İbn Kâdı Şuhbe,
1997, IV: 429).

Timur’u yukarıda anlatıldığı şekilde tasvir eden İbn Arabşah ve diğer Arap
tarihçilerinin Timur’un faaliyetlerini anlatırken kullandıkları konu başlıklarındaki
ifadeleri oldukça ilginç ve kayda değerdir. Bunların bazıları şöyledir: “Bu
Cafî (kaba, nezaketsiz, terbiyesiz)’nin Şeyh Zeyneddin Ebu Bekir el-Hafî ile
Görüşmesi”, “Bu Gaddar’ın Sebzvar’a Yönelmesi”, “Sebzvar’da Bu Dâ‘ar (şer
sâhibi, fâsid) ile Şer Taifesi Reisi eş-Şerif Muhammed Arasında Geçenler”,
“Bu Cânî’nin Mazenderan Emiri Şah Velî ile Mektuplaşması”, “Bu Engereğin
Fars Memleketleri ve Horasana Dönmesi”, “Mardin Sâhibi İsa el-Melik ez-
Zâhir’in Bu Hilekâr, Vefasız ve Kurnazdan Çektikleri”, “Şam Askerinin Bu
Belaların Belasını Kovmak İçin Harekete Geçmesi”, “Bu Nankör’ün Geri
Dönmesi ve Hint Ülkesini Ele Geçirmeye Niyetlenmesi”, “Sultan el-Melik ez-
Zâhir Berkuk’un Ölüm Haberinin Bu İsyankar’a Ulaşması”, “Bu Büyük Bela’nın
Şimşeklerinin Şam Memleketleri Üzerinde Çakması”, “Bu Despot’un
Geri Dönmesi ve Karabağ’da Kalması”, “Bu Uğursuz Baykuş’un Uçması ve
Anadolu’yu Harap Etmeye Niyetlenmesi”, “Bu Topalların Pîri’nin Gürcülere
Yaptıklarının Sonu” (İbn Arabşah, 1986: 70, 74, 84, 104, 126, 160, 162, 169,
194, 306, 314, 365), “Timurlenk’in Dımaşk’ı İstilâsı ve Orada Fesat Yapması,
Allah Ona Lânet Etsin”, “Topal Timurlenk’in Bağdat ve Tebriz’de Yaptıkları”
(es-Seyrafî, 1971, II: 87, 194).

Daha önce naklettiğimiz, Timur’un Mısır sultanı el-Melik ez-Zâhir Berkuk’a
yazdığı mektubun cevabında Mısır sultanı kendisine şöyle demiştir: “De ki:
Allah’ım, (ey) mülkün sâhibi, Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü
alırsın; dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın.18 Küfür olan sözleriniz
ve şeytanî şenaatleriniz bize ulaştı. Mektubunuz hazret-i cenâbınızdan ve kâfir
bir melikin siretinden haber veriyor. Siz Allah’ın gazabından yaratılmışsınız,
üzerine Allah’ın gazabının helâl olduğu kimseler üzerine musallat oldunuz,
şüphe edene merhamet göstermez, ağlayanın durumuna üzülmezsiniz ve Allah
sizin kalplerinizden rahmeti çekip almıştır ki, bunlar sizin en büyük ayıbınız ve

sultanların değil şeytanların sıfatlarındandır. Sıfat olarak da bunlar size yeter.
De ki: Ey kâfirler, ben sizin yaptığınız ibâdeti yapmam; siz de benim yaptığım
ibâdeti yapmazsınız. Ben asla sizin yapmakta olduğunuz ibâdeti yapıcı değilim.
Siz de benim yapmakta olduğum ibâdeti yapıcı değilsiniz. Sizin dininiz
size, benim dinim banadır.19 Bütün kitaplarda lânetlendiniz, tüm peygamberlerin
dilinde kınandınız ve bütün çirkinliklerle nitelendirildiniz. Ortaya çıkışınızdan
itibaren kâfir olduğunuz haberi bize ulaştı. Dikkat edin, çünkü Allah’ın
lâneti kâfirlerin üzerinedir. Usule yapışan furu’a aldırmaz (Temel esasları bilen
ayrıntıya dalmaz). Biz gerçek müminleriz, ayıplar ve şüpheler bize işlemez.
Kur’an bize indirildi, Sübhan olan Allah daima bize rahmet eder. Biz de
Kur’an’ın indirilişini hak ettik, onun bereketi ve anlamını da bilmekteyiz. Ateş
ise sizin için yaratıldı ve gök yarıldığında derileriniz tutuşacak. Çok büyük ve
güçlü kişilerin dut ile, yırtıcı hayvanların sırtlanlar ile, silahlanmış kişilerin de
topallar ile tehdit edilmeleri ne kadar manidardır. Bizler atları şimşek gibi,
okları Arap oku, kılıçları Yemenli, aslanları Mudarlı ve yumrukları çok güçlü
olan kimseleriz. Doğuda ve Batıda bizi duymayan yoktur. Sizinle savaşmak
bizim için bir zevktir. Eğer bizden birisi ölürse, cennette onunla aramızda 1
saat mesafe vardır. Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma; hayır, onlar
diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine
verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarından henüz kendilerine yetişemeyenlere
de korku olmadığına, onların üzüntüye uğramayacaklarına sevinirler. Allah’ın
nimetine, lütfuna ve Allah’ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceğine sevinirler.20
‘Yüreklerimiz dağlar gibidir, sayımız kumlar kadardır’ sözlerinize gelince:
Kasap koyunların çokluğuna aldırmaz, odun ne kadar çok olursa olsun ateş
kıvılcımına dayanamaz. Nice az bir topluluk var ki, Allah’ın izniyle çok topluluğa
galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.21 Belâlardan ve felâketlerden
kaçınınız. Biliniz ki, bizim için saldırı yapmak en arzu edilir şeydir, eğer
yaşarsak mutlu, ölürsek şehit oluruz. Biliniz ki, galip gelen Allah’ın taraftarlarıdır.

Hâlâ Emirü’l-mü’minin ve Halifetü’r-Rabbü’l-alemi’nden itaat mi
bekliyorsunuz? Sizi ne duyar, ne de size itaat ederiz. O çirkin ve rezil üslûbunuzla,
perde kalkmadan cevap vermemizi istediniz; bilin ki, perde kalkarsa
gerçekler ortaya çıkar. İmandan sonra küfür mü olurmuş? Yoksa siz ikinci bir
ilâh mı edindiniz ve bizi de ona itaat etmeye mi çağırıyorsunuz? And olsun ki,
‘Siz çok kötü bir cür’ette bulundunuz!’ Neredeyse o(sözün dehşeti)nden gökler
çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır!.22 Mektubunu yazan
katibine de ki, yazdıkların bize rebap sesi ya da sinek vızıltısı gibi geldi. Unutmasın
ki, onun söylediklerini bir kenara yazdık ve ona öyle acı bir azap
hazırladık. O, söylediklerinin hesabını verecek inşallah! Zulüm edenler yakında
nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir!.23 Kesinlikle göndereceğiniz
kişiyi karıştırmışsınız. Ve’s-selâm” (el-Makrîzî, 1997, V: 351-352;
İbn el-Furât, 1936, IX/1: 373-374; İbn Arabşah, 1986: 157-160; es-Seyrafî,
1970, I: 381-383. Bazı Arap tarihçileri de bu mektubun tamamını vermemekle
birlikte ya bir kısmını ya da sadece içeriğini vermektedirler: İbn Hacer, 1998,
I: 474; İbn Kâdı Şuhbe, 1977, I: 508; İbn İyâs, 1983, I/2: 466).

Yıldırım Bâyezid ise Timur’un kendisine yazmış olduğu mektubu aldığı zaman
hemen ayağa kalkmış, yutkunmuş ve sesini yükselterek: “Bu gibi saçmalıklarla
beni mi korkutuyor, tahrik mi ediyor? Bizi ne sandı! Acem melikleri
mi, Deşt’teki Tatar aptalları mı? Benim gazi askerlerimi Suriye askerlerine mi
benzetti? Yoksa, sağdan soldan topladığı kafileyi benim ordum gibi mi zannediyor?
Kendisinin haberlerini aldığımı bilmiyor mu? Melikleri birbirine karıştırmış
ve Allah’ın emrine sırtını dönerek kâfir olmuş. Ben bunların hepsini
biliyorum. Kendisi sadece bir harami, kan dökücü bir ırz düşmanı, sözünde
durmayan bir kalleş ve sapık, sağı solu dolaşan ve zulmeden bir katildir! Dolaştıkça
dolaşmış ve bu yüzden de gerçek erkeklerin varlığından habersiz kalarak
meydanı boş bulmuş. O şimdi çocuklaşmış ve aklı kemâle ermemiş bir
ihtiyardır. Küçücük bir kıvılcımken fitili tutuşuveren bir lamba gibidir” demiştir
(İbn Arabşah, 1986: 307-309, 311).

Timur hakkında yukarıda aktardığımız menfi düşünceleri kısaca değerlendirilecek
olursa; Timur’un, Arap tarihçilerinin gözünde, tüm yeryüzünü kaplayan
büyük bir fesat kaynağı, sayısız insanı katleden ve birçok şehri yok eden, eşi
benzeri olmayan bir belâ, kendisi Müslüman olmasına rağmen Hıristiyanları ve
kâfirleri bırakıp Müslümanlarla savaşan ve onların kellelerini vurduran kan
dökücü bir zalim, ırz düşmanı, sahtekar ve topal bir hükümdâr olduğu söylenebilir.
Öyle ki, Arap tarihçileri Timur’un doğumunu bile şu şekilde anlatmışlardır:
“Savaş başlığına benzer bir şey doğdu, havadaki bulutlara uçup ardından
sahraya düştü ve ondan yeryüzüne cemre ile kıvılcım yayılarak kırsal
bölgeleri ve şehirleri kapladı. Yere düştüğünde buz gibi olmuş ve elleri kanla
doluydu. Bunun yorumu kahinlere sorulduğunda bazıları asker, bazıları hırsız,
bir kısmı kan dökücü bir kasap, diğerleri ise, kelle uçuran bir cellât olacağını
söylediler” (İbn Arabşah, 1986: 41-42; İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 255). Kısacası,
İbn Arabşah’ın deyimiyle, “Timur’un kendisi deccâl, ordusu da Ye’cûc
ve Me’cûc” idi (İbn Arabşah, 1986: 195).

Ölümü ve Arap Kaynaklarındaki Yankısı

Timur, 17 Şaban 807/18 Şubat 1405 tarihinde, Çin’e sefere giderken Otrar’da
79 yaşında öldü. Ölüm sebebi kulunç (karın ağrısı) idi, aynı zamanda prostat
da olmuştu. Hemen, Semerkand’a getirilerek torunu Halil Sultan tarafından,

daha önce ölmüş olan torunu Muhammed Sultan’ın Ruh Abâd yakınlarındaki
medresesine defnedildi (İbn Arabşah, 1986: 391-393, 408; İbn Hacer, 1994,
II: 298-99; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 425, 437, 438; İbn Tagrîbirdî, 1956,
XII: 270; XIII: 160; İbn İyâs, 1983, I/2: 709-710; es-Sehavî, (tarihsiz), III: 49).

Timur’un ölümünün Arap kaynaklarındaki yankılarına baktığımızda, karşımıza
çıkan manzara şöyledir: Timur’un ölümüyle ilgili olarak İbn Arabşah: “Son
seferinde Otrar’a vardığında, soğuğu hissetti ve kendisini sıcak tutacak, içkiden
içinde faydalı baharatlar olan bir ilaç yapılmasını emretti. Allah bu kirli ruhun
çıkmasını istemedi ve icat etmiş olduğu çirkin zulüm sıfatları üzerine ölmesini
istedi. Çünkü Timur zalimlerin öncüsüydü ve bir benzeri dünyaya gelmemişti.
Ordusunun durumunu sormaz olmuştu. Sürekli içki içiyor ve kadere direnip,
zamana karşı koyuyordu. İçki ciğerlerini parçalamış, takatten düşmüş ve kan
kusuyordu. Pişman olup ellerini kemirerek 3 gün can çekişti ve sonunda öldü.
Malı ve evlâdı kendisine fayda etmedi. Ölüm sakisi ona en acı kadehi içirdi ve
o güne kadar inkar ettiği şeye iman etti. Fakat şiddet anındaki o imanı kendisine
fayda etmedi. Yardım istedi, ama yardımına koşan olmadı. Ey kötü bedende
bulunan kötü ruh çık! Yerilmiş olarak çık! Müjdeler olsun sana ki, cehennemde
irin içecek ve günahkarlar ile komşu olacaksın! Allah’ın lânetine intikal
ederek onun en şiddetli ve en incitici azabında yerini aldı. Allahü Teâla rahmetiyle
bu alçaltıcı azabı kullarının üzerinden kaldırdı. Böylece haksızlık eden
milletin ardı kesildi, Alemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!24” derken (İbn
Arabşah, 1986: 391-394), es-Seyrafî: “Timur’un ölüm haberi geldi, Allah ona
lanet etsin! Türbe ve kabrine rahmet etmesin! Artık ondan hile ve yalan ortaya
çıkmayacak, askeri de daha fazla çapulculuk yapamayacak” (es-Seyrafî, 1971,
II: 209), İbn Tagrîbirdî: “Zorba Timur öldü, Allah ona lânet etsin!” (İbn
Tagrîbirdî, 1956, XII: 270; XIII: 160), İbn Hacer: “Zorba ve haricî Timur kulunç
ishalinden öldü ve ölene kadar idrarını yapamadı, Allah da insanları ondan
kurtardı” (İbn Hacer, 1994, II: 299) ifadesini kullanmış, İbn İyâs ise:
Cehennem zebanileri ondan nefret ediyor,
Cehennem bile onu görünce Allah’a sığınıyordu
mısrasıyla Timur’un ölümü hakkındaki düşüncesini ifade etmiştir (İbn İyâs,
1983, I/2: 710).

Sonuç

Timur, Cengiz Han’ın torunlarının yok olmaya yüz tuttuğu XIV. yüzyılın
ikinci yarısında Mâverâünnehr’de ortaya çıkarak Çağatayların tahtına oturmuş
ve bölgedeki kargaşaya son vermiştir. Mâverâünnehr ve Moğolistan’da kendi

ni kabul ettirdikten sonra, Altın Ordu Hanı Toktamış’ı mağlûp etmiş, İran,
Azerbaycan ve Irak-ı Acem’i ele geçirmiştir. Ardından Hindistan’ı da istilâ
ettikten sonra Suriye’ye yöneldiğinde, 1260 yılında İlhanlıları Ayn Calut’ta
durduran Memlûkler bile Timur’un orduları karşısında âciz kalmışlardır. Suriye
seferinin ardından girdiği Anadolu’da dönemin en kudretli hükümdârlarından
olan Osmanlı sultanı Yıldırım Bâyezid’i de mağlûp etmiş ve esir almıştır.
Böylelikle, Cengiz Han’ın imparatorluğunun enkazı üzerine onunki kadar
büyük olmasa da ondan hiç de geri kalmayacak bir devlet kurarak Ortaçağ
Türk ve İslâm tarihinin son dönemlerinde önemli bir yer işgâl etmiştir.
Kısa sürede böylesine geniş bir devlet kurarak tarihe damgasını vuran bu büyük
Türk hükümdârına, döneminin Arap kaynaklarında gereken ilgi gösterilmiştir.
Bu kaynaklar, Timur ile ilgili olarak soyu, doğumu, tahta oturması,
Mâverâünnehr’de hâkimiyetini sağlamlaştırması ve diğer ülkelere düzenlediği
seferleri, ölümü, dış görünüşü, karakteri, ailesi ve ordusu gibi daha bir çok
konuda geniş bilgiler vermektedirler. Hatta İbn Arabşah ‘Acâ’ib el-Makdûr fi
Nevâ’ib Teymur adlı eserini tamamen Timur’a ayırmış, her ne kadar eserini
Timur’u yermek için yazmış olsa da Timur ve imparatorluğu hakkında oldukça
değerli bilgiler aktarmıştır.

Arap tarihçilerinin Timur hakkında yazmış olduğu satırlara göz atıldığında, birincisi
Timur’un Cengiz Han soyundan geldiği, ikincisi de Timur’un asil bir soya
mensup olmadığı ve sıradan biri olduğu şeklinde iki farklı görüş göze çarpar. Mutlak
bir hâkimiyet anlayışına sahip olan ve tüm yetkiyi kendi elinde tutan Timur’un,
buna rağmen tahta Cengiz Han soyundan birisini oturtarak onun adına
hüküm sürmesi ikinci görüşün doğruluğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Arap kaynaklarında Timur’un yapılı ve güçlü bir vücuda, beyaz bir tene, parlayan
gözlere, siyah ve uzun bir sakala ve gür bir sese sâhip olduğu, ayrıca
görünüşünün ürkütücü ve sağ ayağının topal olduğu görülür.

Karakterine bakıldığında da Timur, Cengiz kanunlarına iman etmiş bir Müslüman,
kararlarından asla taviz vermeyen bir hükümdâr, tedbiri elden bırakmayan
bir kumandan, harp hilelerini çok iyi bilen cesur bir savaşçı ve yenilgi
tatmamış bir fatihtir. Eğlenceye pek düşkün olmayan, mizah ve yalanı sevmeyen,
doğruluktan asla vazgeçmeyen ciddî bir kişi olduğu görülür. Ancak, savaş
esnasında, düşmanlarını cezalandırırken veya onlardan intikam alırken verdiği
sözleri yerine getirmemekte, zulüm ve işkence etmekte sınır tanımamaktadır.
İlmi, âlimleri ve şeyhleri seven, onlara hürmet gösteren ve sanatkarları koruyan
büyük bir devlet adamıdır. Timur’un tarihe, satranca, ailesine ve başkenti
Semerkand’a karşı olan sevgisi de gerçekten kayda değerdir.


Fakat, dönemin Arap kaynaklarına bakılarak Timur hakkında sadece olumlu
yargılara varmak mümkün değildir. Timur, bu tarihçilerin gözünde bütün yeryüzünü
fesada boğmuş, sayılamayacak kadar çok insanı katletmiş, dünyanın
birçok şehrini yerle bir etmiş zalim bir fatih, eşi benzeri görülmemiş bir belâdır.

Arap tarihçilerinin Timur hakkında bu şekilde menfi ifadeler kullanırken
tarafsız olmadıkları açıktır. Çünkü Timur, ansızın Mâverâünnehr’de ortaya
çıkıp Cengiz Han’ı andıran bir fetih ve istilâ hareketine girişmiş, sayısız insan
öldürmüş ve birçok şehri tahrip etmiştir. Timur’un seferlerinden, Memlûklere
bağlı Dımaşk ve Halep gibi önemli şehirlerin de nasibini alması, çoğunluğu
Memlûk devletinin resmî görevlileri olan bu tarihçileri, doğal olarak Timur
hakkında ön yargılı olmalarına ve onun hakkında oldukça abartılı ifadeler
kullanarak, kendisini çok kötü bir kişi olarak göstemeye sevk etmiştir. Memlûk
tarihçileri ile daha çocukken Timur tarafından vatanı Dımaşk’tan alınıp
Semerkand’a götürülen ve bir çok sıkıntı çeken İbn Arabşah’ın ifadelerine
nazaran, Magribli (Tunus) İbn Haldûn’un ifadelerinin daha ılımlı olması da
düşündürücüdür.


Açıklamalar
1 Bunlara W. Barthold (1997), B. Forbes Manz (1989), Tilman Nagel (1993)
Hans Robert Roemer (1989), Jean-Paul Roux (1994) gibi yabancı ve Zeki
Velidî Togan (1932, 1972), İsmail Aka (1971, 1978, 1986, 1991, 1994), Mustafa
Kafalı(1974), Yaşar Yücel (1989) gibi yerli araştırmacılar örnek olarak
verilebilir.
2 Sanders, 1936 ve Fischel, 1952 gibi çalışmalar örnek olarak verilebilir. Fakat,
bunlardan birincisi İbn Arabşah’ın ‘Acâ’ib el-Makdûr fî Nevâ’ib(Ahbâr)
Teymur adlı eserinin İngilizceye tercümesi, ikincisi ise İbn Haldûn’un Et-
Ta‘rîf bî-İbn Haldûn ve Rihletuhu Garben ve Şarken adlı otobiyografisinde
Timur ile görüşmesini anlattığı kısmın İngilizceye tercümesi ve tercümenin

girişinde et-Ta‘rîf bî-İbn Haldûn ve Rihletuhu Garben ve Şarken’in müstakil
bir eser mi, yoksa Kitâbu’l-‘İber’in bir bölümü mü olduğunun değerlendirilmesinden
ibarettir.
3 Arap kaynaklarında Timur’un doğum yılı 728 (1327-1328) şeklinde ifade edilmiş
olsa da Timur’un doğum yılı 736 (1336) olarak bilinmektedir
(Barthold, 1997: 14; Aka, 1991: 3; 1994: 5).
4 İbn Hacer’e göre Timur’un babası “çiftçi” (İbn Hacer, 1998, I: 17), İbn
Tagrîbirdî’ye göre ise “ayakkabıcı” idi (İbn Tagrîbirdî, 1956, XII: 255).
5 Kazan Han olması gereken bu hükümdar için İbn Arabşah ile İbn Kâdı Şuhbe
“Meliklerin kızları” ifadesini kullanırken, İbn Hacer ise “Moğol Hükümdârının
kızı” demektedir (İbn Arabşah, 1986: 46; İbn Kâdı Şuhbe, 1997, IV: 429;
İbn Hacer, 1998, I: 19). İbn Arabşah ayrıca, Timur’un hanımlarından “Büyük
Melike” ve “Küçük Melike”nin Moğol hükümdarlarının kızları olduğunu da
belirtmektedir (İbn Arabşah, 1986: 466).
6 Burada bu üç tarihçinin cümlelerindeki farklılıklar da mutlaka belirtilmelidir:
İbn Hacer Timur’un Sultan’ı öldürdüğünden bahsetmezken, Suyurgatmış’ı
773 (1371) senesinde tahta oturttuğunu ifade ediyor (İbn Hacer, 1998, I: 19);
İbn Tagrîbirdî ise Timur’un 776 (1374) senesinde Belh’i aldıktan sonra Sultan
Hüseyin’i öldürdüğünü ve ülkeye hâkim olduğunu belirtiyor (İbn Tagrîbirdî,
1956, XII: 257-258).
7 İbn Hacer, bu demir çatalların oradaki bir su birikintisine atıldığını ifade ediyor
(İbn Hacer, 1994, II: 9).
8 Bir şehri barış yoluyla aldığı zaman Timur’un, âdet olarak, şehir halkından
yiyecek, içecek, binecek hayvan ve elbise türlerinden kendisine dokuzar adet
getirmelerini istemesidir (el-Makrîzî, 1997, VI: 51).
9 Zümer Suresi, 46. Ayet. Metinde geçen Kur’ân Ayetlerini kendimiz tercüme
etmeyip, Türkçe tercümelerini Süleyman Ateş’in Ku’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli’inden
aynen aktardık.
10 Neme Suresi 34. Ayet
11 Meryem Suresi, 10. Ayet.
12 Ahkâf Suresi, 20. Ayet.
13 Meryem Suresi, 98. Ayet.
14 Sâffât Suresi 147. Ayet’te Yunus Aleyhisselâm’ın ümmetinin 100.000 yada
daha fazla olduğu ifade edilmektedir, buna göre öldürülenlerin sayısı
600.000’den fazla etmektedir. Aynı konuyla ilgili olarak İbn Kâdı Şuhbe ise
“Bir günde 100.000 veya daha fazla insan öldürüldü” demektedir (İbn Kâdı
Şuhbe, 1997, IV: 431).
15 el-Makrîzî de “el-Münavî’nin Timur tarafından esir edildiğini, esir olarak çok
sıkıntı çektiğini ve Zap Suyu’nda boğulduğunu” ifade ediyor (el-Makrîzî,
1997, VI: 54).

16 İbn Arabşah bu şeyhin adını Şemseddin Ebu Bekir Hafî olarak kaydetmektedir
(İbn Arabşah, 1986: 70).
17 Çarpa; yani sağlam ağaçtan yapılmış tekerlekli asker taşıyan ve ateşe dayanıklı
hale getirmek için üzeri sirkeye batırılmış keçe ya da deri geçirilen savaş aracıdır.
Bazen de kale şeklinde olup surlara tırmanabilmek için kullanılırdı
(Zeydan, 1976, I: 256).
18 Âl-i İmrân Suresi, 26. Ayet.
19 Kâfirun Suresi, 1-6. Ayetler.
20 Âl-i İmrân Suresi, 169-171. Ayetler.
21 Bakara Suresi, 249. Ayet.
22 Meryem Suresi, 89-90. Ayetler.
23 Şuarâ Suresi, 227. Ayet.
24 En‘âm Suresi, 45. Ayet.

Kaynaklar
AKA, İsmail (1971), Timur’un Ölümünden Sonra Hâkimiyet Mücadeleleri ve
Şahruh’un Saltanatı Ele Geçirmesi (1405-1411), (Basılmamış Doktora Tezi),
Ankara.
AKA, İsmail (1978), Mirza Şahruh Zamanında Timurlu İmparatorluğu (1411-1417),
(Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara.
AKA, İsmail (1986), “Timur’un Ankara Savaşı (1402) Fetihnâmesi”, Belgeler, Türk
Tarih Belgeleri Dergisi, XI/15, ss.1-22.
AKA, İsmail (1991), Timur ve Devleti, TTK., Ankara.
AKA, İsmail (1994), Mirza Şahruh ve Zamanı (1405-1447), TTK., Ankara.
ATEŞ, Süleyman (tarihsiz), Ku’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, Yeni ufuklar Neşriyat,
İstanbul.
BARTHOLD, Wilhelm (1997), Uluğ Beg ve Zamanı, çev. İsmail Aka, TTK., Ankara.
FISCHEL, Walter J. (1952), Ibn Khaldūn and Tamerlane, Berkeley-Los Angeles.
İBN ARABŞAH (1986), ‘Acâ’ib el-Makdûr fî Nevâ’ib Teymur, yay. Ahmet Fayız el-
Hımsî, Beyrut.
İBN ARABŞAH (1887), ‘Acâ’ib el-Makdûr fî Nevâ’ib Teymur, el-Matba‘a el-
Osmaniyye, Kahire.
İBN DOKMAK (1985), el-Cevher es-Semîn fi Seyr el-Mulûk ve’s-Selâtîn, yay. Muhammed
Kemaleddin İzzeddin Ali, I-II, Beyrut.
İBN EL-FURÂT (1936), Târih İbn el-Furât, yay. Konstantin Zureyk, IX/1, Beyrut.
İBN HACER (1998), İnbâ’ el-Gumr bi-Enbâ’ el-‘Umr, yay. Hasan Habeşî, I, Kahire.
İBN HACER (1994), İnbâ’ el-Gumr bi-Enbâ’ el-‘Umr, yay. Hasan Habeşî, II, Kahire.
İBN HALDÛN (1979), et-Ta‘rif bi-İbn Haldûn ve Rihletuhu Garben ve Şarken,
Daru’l-Kitâb el-Lübnanî, Beyrut.
İBN HALDÛN (1999), Kitâbu’l-‘İber, Muessesetu’t-Târih el-Arabî, V, Beyrut.

İBN İYÂS (1983), Bedâi‘ ez-Zuhûr fî Vekâi‘ ed-Duhûr, yay. Muhammed Mustafa, I/2,
Kahire.
İBN KÂDI ŞUHBE (1977), Târîh İbn Kadı İbn Kâdı Şuhbe, yay. Adnan Derviş, I,
Dımaşk.
İBN KÂDI ŞUHBE (1997), Târîh İbn Kadı İbn Kâdı Şuhbe, yay. Adnan Derviş, IV,
Dımaşk.
İBN ŞIHNE (1873), Ravzat’ul-Menâzır fi Ahbâr el-Evâ’il ve’l-Evâhir, (İbn el-Esîr, el-
Kâmil fi’t-Târîh, IX, Matba‘a Bulak, Kahire 1873)’in hamişinde.
İBN TAGRÎBİRDÎ (1956), en-Nucûm ez-Zâhire fî Mulûk Mısr ve’l-Kahire, Matbaa
Dâru’l-Kutub el-Mısrıyye, XII-XIII, Kahire.
KAFALI, Mustafa (1974), “Timur”, İA, XII/2, İstanbul, ss.336-346.
EL-KALKAŞANDÎ (1987), Subh el-A‘şâ fi Sınâ‘at el-İnşâ, yay. Muhammed Huseyin
Şemseddin, Daru’l-Fikr, I-XV, Beyrut.
EL-MAKRÎZÎ (1997), Kitâb es-Sulûk li-Ma‘rifeti Duvel el-Mulûk, yay. Mukammed
Abdulkadir ‘Atâ, Dâru’l-Kutub el-İlmiyye, I-VIII, Beyrut.
MANZ, Beatrice Forbes (1989), The Rise and Rule of Tamerlane, Camridge.
NAGEL, Tilman (1993), Timur der Eroberer und die islamische Welt des späten
Mittelalters, München.
ROEMER, Hans Robert (1989), Persien auf dem Weg in die Neuzeit (Iranische
Geschichte von 1350-1750), Beirut.
ROUX, Jean-Paul (1994), Aksak Timur, İslâmın Kutsal Savaşçısı, çev. Ali Rıza Yalt,
İstanbul.
ES-SEHAVÎ (tarihsiz), ed-Dav’ el-Lâmi‘ li-Ehl el-Karn et-Tâsi‘, Dâr Mektebetu’l-
Hayât, I-XII, Beyrut.
ES-SEYRAFÎ (1970), Nüzhet en-Nufûs ve’l-Ebdan fî Tevârîh ez-Zemân, yay. Hasan
Habeşî, Matbaa Dâru’l-Kutub, I, Kahire.
ES-SEYRAFÎ (1971), Nüzhet en-Nufûs ve’l-Ebdan fî Tevârîh ez-Zemân, yay. Hasan
Habeşî, Matbaa Dâru’l-Kutub, II, Kahire.
SANDERS, J. H. (1936), Tamerlane or Timur The Great Amir, London.
TOGAN, Zeki Velidî (1932), “Temur Bek’in İslâmiyete Bakışı”, Atsız Mecmua, XIII,
ss.7-11.
TOGAN, Zeki Velidî (1972), “Emir Timur’un Soyuna Dair Bir Araştırma”, çev. İsmail
Aka, Tarih Dergisi, Sayı 26, ss.75-84.
YÜCEL, Yaşar (1989), Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları (1393-
1402), TTK., Ankara.
YÜKSEL, Musa Şamil (2001), El-Makrîzî (Kitâb Es-Sulûk) ve İbn Hacer (Inbâ’ El-
Gumr)’de Timur İle İlgili Kayıtlar ve Çağdaşı Arap Tarihçilerine Göre Timur
Tasviri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
ZEYDAN, Corci (1976), İslâm Medeniyeti Tarihi, çev. Zeki Megâmiz, I, İstanbul.




































Hiç yorum yok: